Bismillahirrahmanirrahim
  Birr-Ebrar
 


BİRR-EBRAR

 

Birr ve Türevleri:

 

‘Birr’in aslı ‘berr’ dir. ‘Berr’, sözlükte kıta, denizin karşıtı olarak kara demektir.                                            

Buradan harketle ‘birr’, hayır işinde genişlik anlamında kullanılmaktadır.

Geniş anlamıyla ‘birr’, her türlü hayır ve iyilik işinde genişlik, ihsan, itaat, doğruluk, bol bol iyilik demektir. ‘Birr’, her türlü iyiliği, ihsanı ve hayırlı işleri kapsar.

‘Berr’, sıfatı  hem Allah (cc) için hem de itaatkâr kullar için kullanılır. Allah  (cc)  için kullanıldığı zaman anlamı: Kullarına karşı şefkatli, onlara ihsan eden, iyilikleri bütün yaratıklara yaygın olan demektir. ‘el-Ber’, Allah’ın güzel isimlerinden biridir.

‘Berr’ sıfatı insanlar için kullanıldığı zaman, çok itaatkâr anlamına gelir.

‘Berr’, aynı zamanda, sâdık, yani sözünde duran anlamı da taşımaktadır. Yeminini yerine getiren hakkında, ‘berre fi yeminih-yeminine sâdık kaldı, yeminini yerine getirdi’ denilir.

Allah (cc) el-Berr’dir. O, kullarına merhametli olduğu için, onların hakkında kolaylık diler, zorluk dilemez. Onların günahlarına (eğer tevbe etmezlerse) bir karşılık verir. Buna karşın onların iyiliklerine, hayırlı amellerine kat kat karşılık verir.

“Hiç şüphesiz, biz bundan önce O’na dua (kulluk) ederdik. Gerçekten O, iyiliği ve ihsanı bol, rahmeti bol (el-Berr) olandır.” (Tûr: 52/28)

Kur’an, ‘berr-itaatkâr’ sıfatını iki âyette, Hz. İsa ve Hz. Yahya peygamberleri nitelemek için kullanıyor:

“Katımızdan ona (Hz. Yahya’ya) bir sevgi duyarlılığı ve temizlik (saflık) da verdik. O çok takva sahibi  birisiydi. Ana- babasına itaatkârdı ve isyan eden bir zorba değildi” (Meryem: 19/14-15)

Hz. İsa (as)  da ‘berr-itaatkâr, annesine iyilik eden’ birisiydi.[1]

Hadis ve fıkıh kitaplarında ‘birru’l valideyn’  başlığı bulunmaktadır. Bu başlık altında, ana-babaya itaat etme, onlara bol bol iyilikte bulunma görevleri anlatılır.

Aynı kökten gelen ‘teberrû’; fiil olarak iyi olma, iyilik yapma anlamındadır. Türkçe’de, her hangi bir dernek, cemiyet, yardım kurumu ve kişiye yapılan yardımlara verilen addır.                    

‘Berara’ ise, ‘bârr’ın çoğuludur ve Kur’an’da bir âyette meleklerin sıfatı olarak geçmektedir. 

“(Ki onlar) oldukça üstün, değerli, iyilik ve dürüstlük sembolü (berara)dürler.” (Abese: 80/16) [2]  

İyilik, hayırda genişlik, güzel davranış. Birr, müslümanların gerek kendi aralarında gerekse İslâm devletinin gayr-i müslim vatandaşlarına karşı güzellik ve adaletle davranmaları anlamında kullanıldığı gibi, Müslüman'ın Allah'a karşı olan görevlerini ifa ederken işlediği sâlih amellerin bütünü anlamına da gelmektedir. Birr takvanın kendisidir. Allah'ın emrine uyup, ilâhî mürakâbeyi yakînen kavramaktır. Tasavvuru, şuuru, ameli ve Allah'a yönelişi birleştirmek demektir. Ferdin ve toplumun vicdanına hükmeden tasavvur ile ferdin ve toplumun hayatını düzenleyen amel, Allah'ın istediği ölçüler dahilinde birleşirse işte o zaman birr gerçekleşir. Çünkü Kur'an genel olarak toplum hayatında hakkaniyet ve sevgiyi özellikle vurgulamaktadır. Yani başkalarına karşı hakkı gözetmek ve sevgi göstermek, Kur'an'ın insanlar için emridir. İşte bu, birr ile açıklanabilen geniş, bol ve sürekli olan bir hayırdır.

Be-r-ra', "iyilik etti, iyi davrandı, hayırda bol ve geniş oldu" demektir; kelime Kur'an'ı Kerîm'de bu anlamda değişik şekillerde kullanılmıştır:

"Allah sizi din konusunda sizinle savaşmayan ve sizi yurtlarınızdan çıkarmayanlara iyilik ve adaletle davranmaktan alıkoymaz, Allah adaletle davrananları sever" (el-Mümtehine, 60/8).

'Adele' fiilî ism-i fâilinin "adl" ve "âdil" şeklinde geldiği gibi "Berra" fiilinin ism-i faili hem "berr", hem de "bârr" olarak gelir. Adl, âdilden daha beliğ ve daha öte bir anlam ifade ediyorsa, berr de bârr'dan daha beliğ ve daha geniş bir anlam ifade eder. Berr öncelikle Hakk Teâlâ hakkında kullanılır.

"Biz bundan önce O'na dua ederdik; muhakkak O berr ve rahîm olandır" (et-Tûr, 52/28).

"Kul Rabbi'ne bol itaatte bulundu" anlamında kullanıldığı gibi, Allah'ın berr olması da kulun ibadetine karşılık çok fazla sevap vermesi demektir. Berr melekler hakkında da kullanılır ve çoğulu berara'dır. Berr'in Kur'an'da aynı zamanda insanlar, daha doğrusu peygamberler hakkında da kullanıldığını görüyoruz:

"(O Kur'an Allah katında) pek şerefli son derece yüksek ve tertemiz sahifelerdedir. Emrine itaatkâr değerli (kiramen berara) kâtiplerin ellerindedir." (Abese, 80/13-16).

"(Yahya) anne-babasına berr idi, zorba ve isyankâr değildi " (Meryem, l9/14-15).

"(İsa): "Beni bulunduğum her yerde mübarek kıldı ve sağ olduğum sürece bana namaz ve zekât'ı emretti. Ve anneme karşı berr (kıldı) beni, zorba ve şakıy kılmadı beni". (Meryem, 19/31-32).

"Rabbimiz, bizim günahlarımızı bağışla ve kötülüklerimizi ört ve bizi ebrarla (salih kimselerle) birlikte vefat ettir" (Âli İmrân, 3/193).

"Muhakkak ebrâr Naim'dedir" (el-İnfitar, 82/13).

Rasûl-i Ekrem'e "birr" nedir diye sorulduğunda şu ayet- kerimeyi okumuşlardır:

"Birr, yüzünüzü doğu ve batı yönüne çevirmeniz değildir fakat birr Allah'a, ahiret gününe, meleklere, kitaplara ve nebilere iman eden, sevdiği halde malı yakınlara, yetimlere, miskinlere, yolda kalmışa, dilenenlere ve boyunduruk altındakilere infak eden, namazı kılan ve zekâtı veren, ahidleştiklerinde ahdini yerine getirenler, zorluk hali, zarar anları ve güçlük zamanında sabredenlerdir. Onlardır sâdık olanlar; ve onlardır müttaki olanlar" (el-Bakara, 2/177).

Ayette açık olduğu üzere, "birr" hem imanı, hem de aşağı yukarı bütün amelleri (nafilelere varıncaya değin) içine almaktadır. Bir diğer husus "birr"in şahıslaştırılmasıdır; yani ayet "birr"i amel olarak değil, bir kişi olarak sunmaktadır. Zaman zaman belirttiğimiz gibi, insan maddi gaflet örtüsünden sıyrıldığı zaman ameliyle özdeşleşir. Artık ona mümin yerine iman; muhsin yerine husn ve berr yerine birr diyebiliriz. Aynı zamanda o, âlim olmaktan ilm olmaya da geçer. İradesini Allah'ın iradesinde eriten ve ilâhî irade karşısında adeta bütünüyle edilgen duruma geçen insan, Allah'ın her yarattığı gibi güzel olur ve hayatıyla, kimliğiyle şahsiyetiyle bol bir hayr ve iyilik (birr) halini alır. Ayetten anlaşılan bir diğer husus birr'in "sıdk ve takva"yı da içine almasıdır. Birr konusunda gelen diğer ayetler, yukarıdaki kapsamlı ayetin bazı yönlerini açıklayıcı niteliktedir. Sözgelimi, malın zekâtını vermek farzdır; infak, farzı içine aldığı gibi fazlasını da kapsar. Kur'an duruma göre ihtiyaçtan arta kalanın infak edilmesini emreder[3]; "Birr", infak ederken kişinin sevdiği şeyden vermesini içine alır.

"Sevdiğinizden infak etmedikçe birr'e erişemezsiniz.." (Âli İmrân, 3/92).

Evlere ancak kapılarından girilir. Arkalarından değil, önlerinden gelinir. Aynı şekilde, her emanet ehline verilir ve her şey ehlinden alınır. Sözgelimi, ilim ancak âlimden öğrenilir; yarı bilenden değil, bilinmeyince zikr ehline (o işi bilenlere) sorulur; ancak bu yollarla birr'e ulaşılabilir.

"Evlere arkalarından gelmeniz birr değildir, ancak birr ittika edendir; ve evlere kapılarından gelin, Allah'tan ittika edin. Umulur ki, felah bulasınız" (el-Bakara, 2/189).[4]

 

Birr’in Kapsamı:

 

Kur’an ‘birr’i şöyle tanıtıyor:

‘Birr’, bol bol iyilik etmek, hayır işlerinde geniş olmak anlamına geldiği gibi, aynı zamanda fail (özne) ismidir ve iyilikte bulunan demektir.

Mü’minler, çok iyilikte bulunarak, takvada çok geniş olarak ‘birr’in bizzat kendisi haline gelirler.  Tıpkı salih amel işleyerek imanıyla özdeşleşen müslümana ‘iman’ denilmesi gibi. İyilik ve takvada ileri geçen bol bol ihsanda dulunan, akrabalarına ve diğer insanlara bol bol iyilik eden, iyi davranan kimseler artık ‘birr’in bizzat kendisi olurlar.

Böyle kimselere Kur’an ‘ebrâr’ demektedir.

Kur’an ‘birr’i şöyle tanıtıyor:

“Yüzlerinizi doğudan ve batıdan yana çevırmeniz ‘birr-iyilik’ değildir. Ama birr, Allah’a, Âhiret Gününe, meleklere, Kitaba ve peygamberlere iman eden, ona olan sevgisine rağmen, malı yakınlarına, yetimlere, yoksullara, yolda kalmışa isteyip dilenene ve kölelere, söz verdiklerinde (ahidleştiklerinde) sözlerinde duranlar ile zorda, hastalıkta ve savaşın kızıştığı zamanlarda (direnip) sabredenler (in tutum ve davranışlarıdır). Işte bunlar, doğru olanlardır ve takva sahibi olanlar da bunlardır.” (Bakara: 2/177)

Görüldüğü gibi Kur’an, ‘birr’in inanç ve amel boyutlarını, en önemli ilkeleri sıralayarak açıklıyor. ‘Birr’ öncelikli olarak İslâmın inanç esaslarını kabul etmek, sonra da malı ihtiyaç sahiplerine infak etmektir. Bu âyette en önemli erdemler sıralanmış olup, birr’in sınırının daraltılmadığı açıktır. Bu bağlamda birr, bütün iman, ibadet ve ahlâka ait iyi huyları kapsayacak genişlikte bir kavramdır.

Birr, bütün taat sayılan, yani Allah’a saygı ifade eden davranışlar ve insanı Allah’a yaklaştıran hayırlı işleri içerisine alan bir kelimedir.

Birr, takva sahibi mü’minlerin bir özelliğidir. Bizzat takva değil takvalı olmanın görüntüsüdür diyebiliriz. Hatta yukarıdaki âyette ‘işte sadık (doğru) olanlar bunlardır’ cümlesinden hareketle birr ‘doğruluk’ diye anlayanlar da olmuştur. Halbuki ‘sıdk-doğruluk’ birr değil, birr sahibi olmanın bir sonucudur.

Kur’an, müşriklerin bir yanlış davranışına da dikkat çekerek, bunun birr olmadığını vurguluyor.

Cahiliye döneminde müşrikler hacc için ihrama girdikleri zaman ağaç gölgeliğinde oturmazlar, evlerine girmezlerdi. Bir ihtiyaçtan dolayı evlerine veya çadırlarına girmek isterlerse, çadıra arkalarından açtıkları deliklerden, evlere de ya arka pencereden ya bacalarından girerlerdi.

Kur’an böyle bir davranışın faydasız bir şey olduğunu asla birr olamayacağını vurguluyor: 

“…Birr (iyilik) evlere arkalarından gelmeniz değildir. Ancak birr (iyilik) takva sahiplerinin tutumudur. Evlere kapılarından girin. Allah’tan korkup-korunun,  umulur ki kurtuluşa erersiz.” (Bakara: 2/189)

Evlere veya çadırlara arkadan girmenin nesi birr (iyilik) olabilir ki? Takva sahibi kimseler hayır üzerinde olurlar, infak ederler (muhtaçlara el atarlar ), sürekli iyilikte bulunurlar. Hem Allah’a (cc) itaat ederler, hem de insanlara bir fayda sağlarlar. Dolasıyla onların tutumu birr’in ta kendisidir.

Bu âyette ayrıca bir kinaye (dolaylı anlatım) de bulunmaktadır. Yani söze ve işe tersinden, fayda vermeyecek tarafından başlamayın. Bir meseleyi karıştırmak, bulandırmak, anlamsız duruma sokmak için, kafa karıştırmak için iş yapmayın. Evlere kapılarından girildiği gibi; işe ve söze, amaca uygun faydalı olacak şekilde başlayın. Bu bir anlamda yıkıcı değil yapıcı olun, işi ehline bırakın demektir.

Birr, sosyal hayatın kurulması ve işlemesi konusunda son derece önemli bir ahlâk kuralıdır. İnsanlar arasındaki kaynaşmanın (ülfetin) yollarından biridir. Kişiler başkalarına yardım ettikçe, onlara güzel davrandıkça; aralarında kavga, anlaşmazlık ve düşmanlık yerine, dostluk, barış ve ülfet olur. [5]

 

Birr’in Sosyal Hayata Yansıması:

 

Birr sosyal hayata iki şekilde yansır:

Birincisi sıla’dır ki bu insanlara karşılıksız mal yardımında bulunmaktır.

İkincisi ise ma’ruf’tur ki bu da, söz ve davranışlarla insanların iyilikleri ve mutlulukları, dirlik ve düzenliği için calışmak demektir.

Mü’minler, sevdikleri şeylerden Allah yolunda harcadıkça bu birr erdemini  kazanırlar.

“Sevdiğiniz şeylerden infak edinceye kadar asla birr’e (iyiliğe ) erişemezsiniz. Her ne infak ederseniz, şüphesiz Allah onu bilir.” (Âli İmran: 3/92)         

Görüldüğü gibi birr ahlâkı toplumda ekonomik ve sosyal düzeni zorlama olmaksızın sağlayıcı, insanlar arasındaki dostluğu ve  barışı koruyacak, insanı en erdemli yapacak çok önemli bir ahlâktır.

Rabbimiz buyuruyor ki:

“…Birr (iyilik) ve takva (Allah’tan korku-korunma) hususunda yardımlaşın; günâh ve sınırı aşma konusunda yardımlaşmayın. Gerçekten Allah (ceza ile) sonuçlandırması pek şiddetli olandır.” (Maide: 5/2)

Kur’an mü’minlere, birr’i başkalarına tavsiye edip te kendilerini unutan, birr’i yerine getirmeyen İsrailoğulları gibi olmayın demektedir.[6]

Kur’an ebrar olanlar için altlarından ırmaklar akan cennetlerin olduğuna, Allah’ın katında bulunan mükâfatların onlar için daha hayırlı olacağını müjdeliyor.[7] ‘Ebrar’ olanlar, yani sürekli iyilik yapanlar veya imanlarında ve davranışlarında doğru olanlar, sürekli güzel davranış gösterenler Cennet’te nimet içerisindedirler.[8]

Birr sahibi olanların kitabı (amel defteri ) ‘İlliyyín’ denilen bir kitaptır.[9] Onların amelleri değerli olduğu için, Allah (cc) onların kitaplarını da yükseltmiş, onları değerli kılmıştır.

Peygamberimiz (sav)  buyuruyor ki:

“Sıdk (doğruluk) insanı birr’e (Allah’ın razı edecek iyiliğe) götürür., birr de mü’mini Cennete götürür. Kişi, doğruyu söyler ve doğruyu arar da Allah (cc) katında doğru sözlü diye kaydedilir. Yalan da kişiyi sınırı aşmaya götürür. Haddi aşmak ta (kişiyi) ateşe götürür. Kişi yalan söyler ve yalanı araştırır da sonunda Allah katında yalancı diye kaydedilir”[10]

Kur’an bize şöyle dua etmemizi tavsiye ediyor:

 “Rabbimiz! Biz, ‘Rabbimize iman edin’ diye imana davet eden bir davetçiyi işittik, hemen iman ettik. Rabbimiz! Bizim günahlarımızı bağışla, kötülüklerinizi ört ve bizi de ‘ebrar (Allah’ı razı edecek iyilik sahipleriyle)’ ile birlikte öldür.” (Âli İmran: 3/193) [11]  

 

Başkalarına Birr'i (İyiliği) Emredip Kendisini Unutmak

 

"Siz Kitab'ı okuduğunuz (gerçekleri bildiğiniz) halde, insanlara iyiliği emredip kendinizi unutuyor musunuz? Aklınızı kullanmıyor musunuz?" (Bakara: 2/44)

"Ey iman edenler, niçin yapmayacağınız şeyi söylüyorsunuz? Yapmayacağınız şeyleri söylemeniz, Allah katında büyük nefretle karşılanan en sevilmeyen bir şeydir." (Saff: 61/2-3) 

"Kendilerine Tevrat yükletilen sonra onu taşımayanların (Kitab'ın hükümleriyle amel etmeyenlerin) durumu, koca koca kitaplar taşıyan merkebin durumu gibidir." (Cuma: 62/5)

“İnsanları Allah’a dâvet ve kendisi de sâlih amel (iyi davranışta bulunup güzel hareket) işleyen ve ‘Ben şüphesiz müslümanlardanım’ diyen kimseden daha güzel sözlü kimdir?” (Fussılet: 41/33)

"...(Şuayb a.s.:) Size yasak ettiğim şeylerin aksini yaparak size aykırı davranmak istemiyorum. Ben sadece gücümün yettiği kadar ıslah etmek istiyorum. Fakat başarmam ancak Allah'ın yardımı iledir. Yalnız O'na dayandım ve yalnız O'na döneceğim." (Hûd: 11/88).

“Onlara, kendisine âyetlerimizden verdiğimiz ve fakat onlardan sıyrılıp çıkan, o yüzden de şeytanın takibine uğrayan ve sonunda azgınlardan olan kimsenin haberini oku. Dileseydik elbette onu ayetlerle yükseltirdik. Fakat o, yere saplandı ve hevâ/hevesinin peşine düştü.  Onun  durumu  tıpkı  köpeğin  durumuna benzer:  Eğer üstüne varsan, dilini çıkarıp solur, bıraksan da dilini sarkıtıp solur. İşte âyetlerimizi yalanlayan kavmin durumu budur. Bu kıssayı anlat, umulur ki düşünür, ibret alırlar.” (A’raf: 7/175-176)

Rasulullah (s.a.s.) buyurdu ki:

“İsrâ’ya götürüldüğüm (Mi'râca çıkarıldığım) gece, dudakları ateşten makaslarla kesilen birtakım kimselerin yanından geçtim.

‘Bunlar kimlerdir ey Cebrâil’ dedim. Bana şu cevabı verdi:

‘Bunlar dünya ehlinden olan hatiplerdir. İnsanlara iyiliği emrettikleri ve Kitab’ı okudukları halde bizzat kendilerini unutanlardır. Bunlar hiç akıl etmezler mi?”[12]

“İnsanlara iyiliği emredip de kendilerini unutanlar cehennem ateşinde bağırsaklarını sürüklerler. Onlara,

‘siz kimlersiniz’ diye sorulur, şu cevabı verirler:

‘Biz, insanlara hayrı emrettiğimiz halde kendimizi unutan kimseleriz.”[13]

“Kıyamet gününde adam gelir, cehenneme atılır. Bağırsakları karnından dışarıya fırlar. Değirmen merkebinin döndüğü gibi bağırsakları etrafında döner. Cehennemlikler onun etrafına toplanır, şöyle derler:

‘Ey filân, sen ma’rûfu emreden, münkerden alıkoyan bir kimse değil miydin?” Şöyle der:

‘Evet, öyle idim. Ma’rûfu emreder, fakat kendim işlemezdim. Münkerden alıkoyar, fakat kendim işlerdim.”[14]

“Kıyamet gününde azabı insanlar arasında en çetin olacak kimse yüce Allah’ın kendisini bilgisiyle faydalandırmadığı ilim adamı olacaktır.”[15]

“Cenab-ı Hakk’ın Benden önce, ümmetler arasında gönderdiği her peygamberin ashâbı ve havârileri vardır. Bunlar o peygamberin sünnetine ittiba eder, emirlerine uyarlar. Fakat onlardan sonra öyle nesiller gelir ki yapmadıklarını söyler ve emr olunmadıklarını işlerler. Kim onlara karşı eliyle mücahede ederse mü’mindir, kim diliyle mücahede ederse mü’mindir. Bunun ötesinde ise zerre kadar iman yoktur.”[16]

“Şu muhakkak ki sizin üzerinize birtakım âmirler/yöneticiler tayin olunacak da siz onların yaptıklarından bazısını mâruf ve güzel göreceksiniz. Kim münker işi çirkin görürse onun günahından berî (uzak) olur. İnkâr edip ondan sakındıran, (günaha katılmaktan) uzak olur. Ancak kim ona razı olur ve (onu işleyenlere) uyarsa günahından kurtulamaz.” (Sahabeler) dediler ki:

‘O idarecilerle savaşmayalım mı?’ Buyurdu ki:

“Namaz kıldıkları müddetçe hayır!”[17]

"Kendisinin yapmadığı bir davranışa veya söze insanları çağıran kişi ya vazgeçinceye veya çağırdığı şeyi yapıncaya kadar Allah'ın azâbının gölgesi altındadır."[18]

"Cehennemde, cehennem ehlinin kokusundan bîzâr/şikâyetçi oldukları bir adam vardır." Denildi ki:

"O kimdir ey Allah'ın Rasulü?" Hz. Peygamber (s.a.s.) de:

"İlminden kendisi istifade etmeyen âlimdir" buyurdu.[19]

"Kendisi yapmadığı halde insanlara hayrı (iyiliği) öğreten kimse tıpkı insanları aydınlatırken kendisini yakıp tüketen bir kandil gibidir."[20]

Hasan Basri şöyle dedi:

“İnsanlara uygulamanla, fiilinle nasihat et; sadece sözlerinle değil.”[21]

Yine Hasan Basri'nin diğer bir nasihati:

“Mârufu emreden birisi olduğun zaman, onu kendisi yaşayıp uygulayanlardan ol; yoksa helâk olursun. Münkeri de sakındıranlardan olduğunda ise, ondan kendisi sakınanlardan ol; yoksa helâk olursun.”[22]

Bu konudaki âyet ve sahih hadislerin lafızları, ma’rûf ve münkeri tanıyıp bunların her birisinin gerektirdiği görevi yerine getirmenin vücubunu bilen bir kimsenin, bildiğinin ve emrettiğinin aksine davranışından dolayı, bunları bilmeyen bir kimseye göre cezasının daha ağır olacağını göstermektedir. Çünkü o bu şekilde yüce Allah’ın yasaklarını küçümsüyor, hükümlerini hafife alıyor gibidir. Ve böyle bir kimse kendi bilgisiyle yararlanamayan kimsedir. Rasulullah (s.a.s.) ise şöyle buyurmuştur:

“Kıyamet gününde azabı insanlar arasında en çetin olacak kimse yüce Allah’ın kendisini bilgisiyle faydalandırmadığı ilim adamı olacaktır.”[23]

Kötülük yaparken iyiliği tavsiye etmek yasak mıdır? Hayır. Burada yasaklanan, kötülük yaparken iyiliği emretmek değil; iyilikle emrederken kötülük yapmaya devam etmektir. Yani, "siz iyiliği emrediyorsunuz, güzel; o halde kötülüğü de terkedin, emrettiğiniz o iyiliği kendiniz de yapın" denmektedir.      

"Siz Kitab'ı okuduğunuz (gerçekleri bildiğiniz) halde, insanlara iyiliği emredip kendinizi unutuyor musunuz? Aklınızı kullanmıyor musunuz? Hâlâ akıllanmayacak mısınız?" (Bakara: 2/44)

Ayette geçen birr (iyilik) den kasıt, itaat ve sâlih ameldir. Âyette geçen "kendinizi unutur musunuz?"  buyruğundan kasıt, "kendinizi terkeder, o halde bırakır mısınız?" demektir. Unutmak, terketmek anlamına da gelir ve burada kasıt budur. Allah'ın: "Onlar Allah'ı unuttular, Allah da onları unuttu." (Tevbe: 9/68) âyetinde unutmak da hatırlamanın ve bellemenin zıddı anlamındadır.

Seyyid Kutub, bu âyetin tefsirinde şunları söyler: Kur'an'ın bu hükmü, başlangıçta her ne kadar İsrâiloğullarında görülen hâdiseler üzerine nâzil olmuş idiyse de bütün insanlığa ve özellikle din âlimlerine hitap edişi bakımından bu ebedî tebliğat yalnız bir nesle veya bir kavme münhasır değildir. Din, sıcak bir ruh ve müdâfaa edilen bir itikad olmaktan çıkarılıp, sanat ve ticaret haline getirilirse din adamları tehlikeli bir âfet olur. Bu tip din adamları, inanmadıkları şeyleri dilleriyle söylerler. Ve hayrı emrettikleri halde kendileri yapmazlar. İyiliğe çağırdıkları halde kendileri iyilikten kaçarlar. İlâhî kelâmın aslını değiştirip tahrif ederler. Allah'ın kat'i hükümlerini birtakım menfaat ve arzulara göre te'vil ederler. Yahudi hahamlarının yaptığı gibi, dıştan ilâhî hükümlere uyar görünüp, diğer taraftan devlet adamlarını ve zenginleri memnun etmek için din hakikatleriyle bağdaşmayan fetvâlar verirler.

İyiliğe dâvet edip de iyilikten kaçınmak, iyilik yolunda olanlara karşı çıkmak, sadece dâvâ adamlarında değil, bizzat dâvânın kendisinde şek ve şüphe âfetlerinin belirmesine sebep olur. Zaten umumî efkârı/kamuoyunu karıştıran ve kalpleri şüpheye düşüren de budur. Zira halk bir kimseden güzel söz işitir de çirkin fiiller müşâhede ederse, söz ile iş arasındaki bu ayrılıktan tereddüte kapılarak itikadın ruhlarında alevlendirdiği meşaleler söner. İmanın kalplere serptiği nurlar kaybolur. Din adamlarına olan itimatlarını yitirdikten sonra artık dine de bağlılıkları kalmaz.

Söz ne kadar heyecanlı, ne kadar câzip ve edebî olursa olsun, inanan bir kalpten gelmedikçe sönüklükten   kurtulamaz;   ölüdür,   muhâtabına   tesir   edemez.    Bir   insan ağzından çıkan sözün canlı bir nümunesi/örneği olmadıkça, söylediğinin hakiki temsilcisi sayılamaz. Bu kimseye itimad eden de bulunmaz. Ancak bu hallerden kurtulup, içi ile dışı bir olduğu takdirde, sözler parlak, kelimeler câzip olmasa da, halkın imanı ve güveni temin edilebilir. Zira o zaman kelimeler kuvvetini nağmelerden değil; bizzat hakikatlerden alır. Sözün güzelliği parlaklığından değil; sadakatinden ötürüdür. Ancak bu takdirde söz, canlı bir enerji kaynağı haline gelir. Artık o, bizzat gerçeğin ifadesidir. Söz ile hareket, akide ile ahlâk arasındaki mutâbakatı (uyumu) sağlamak kolay değildir. Bu, sadâkatle çalışmayı, O'ndan medet dilemeyi ve O'nun hidayet kaynağı olan hakikatlerden yardım istemeyi gerektirir. Hayatın zaruretleri ve mecburiyetleri çok kere fert ile itikadının arasını açar. Hayatın karışıklığı imanın dâvet ettiği yolu zorlaştırır. Fâni olan fert ne kadar kuvvetli olursa olsun, ebedî olan kuvvete bağlanmadıkça zayıftır. Zira şerrin, tuğyânın ve sapıklığın kuvveti (Allah'ın yardımı için gerekli sebeplere yapışılmadıkça) insanı mağlup etmeye kâfidir."[24]  

 

Başkasına İyilikle Emredip Kendisini Unutmak Akılla Bağdaşmaz

 

"... Aklınızı kullanmıyor musunuz? Hâlâ akıllanmayacak mısınız?"

Konumuzun mesnedi olan Bakara sûresi 44. âyeti,  bu iğneleyici soruyla biter. İyiliği emrettiği halde kendini unutan insan, akıllı  kabul  edilmez  ve  akıllı  olmaya  dâvet  edilir.  Başkalarına  iyiliği  emretmek, başkalarına doğruyu göstermek suretiyle onları yararlandırmaktır. Halbuki başkasına yol gösterip de kendisini unutmak ve kendisini iyilikten, irşaddan mahrum etmek, başkasını selâmete çıkarıp kendini ateşe atmak demektir ki, bu davranış, akıl açısından bir çelişki teşkil eder. 

İkincisi, insanlara vaaz ve ders vererek ilmini ortaya koyup da kendisi, kendi emrini, kendi öğüdünü dinlememek, kendini ve ilmini fiilen yalanlamaktır. Bu, şahsında bir çelişki olduğu gibi, halkı bir taraftan aydınlatmak isterken, diğer taraftan saptırmaktır ki, bu da bir çelişkidir; bunda da bir çeşit karıştırmak vardır. Aklı olan ise böyle çelişkilere düşmez.

Üçüncüsü, söylenen sözün, verilen nasihatin bir kıymeti ve kalplerde bir tesirinin olması arzu edilir. Boşuna emir, boşuna gevezelik akıl kârı değildir. Halbuki verdiği emir ve öğüdün tersini kendisinin yapması, onun kıymetini kırmak ve herkesi ondan nefret ettirmektir. Daha açıkçası, bindiği dalı kesmek, oturduğu evi yıkmaktır ki, bundan büyük budalalık olmaz.

Özetle, iyilik iyiliktir; elbette insanlara iyiliği emretmek de hadd-i zâtında iyidir ve bir görevdir. Fakat bunu yaparken kendini unutmak, işte budalalık oradadır. Bu âyette yasaklanan da budur. Bundan dolayı bu âyet, fâsığın/günahkâr sapığın doğru söylemek, sözünde ciddî olarak iyiyi söylemek şartıyla vaaz etmesini (öğüt vermesini), iyiliği emretmesini men etmemekle beraber, bu gibiler hakkında gayet büyük ve büyük olmakla beraber zarif/ince bir inzârı (korkutmayı) içeriyor ve aptallıklarını anlatıyor. İyilikle emreden kişinin kendi hakkında ciddî olmasını ve öğüt verirken herkesten önce kendini düşünmesinin gereğini anlatıyor. Ve bunun özellikle akıl nokta-i nazarından çok şaşılacak şey olduğunu gösteriyor. İnsan, başkasına öğüt verirken, kendini unutmamalı, ele telkin verip de kendi zakkum salkımı yutmuş olmamalıdır. Halkı aydınlatmak için doğru söyleyenler (kendileri söylediklerine ters davrandıkları için) hadislerde belirtilen azâba çarptırılacaksa, bir de insanları saptırmak için eğri söyleyenlerin hali buna kıyas edilsin!..

Görülüyor ki, halk ve seçkinleriyle İsrâiloğullarına hitap ederek verilen emirleri, yasakları izleyerek şaşkınlık ve takrir ifade eden bir soru ile başlayan ve özellikle âlimleri, âmirleri ve hâkimleri hedef alan bu hitap, bütün bu emirleri ve yasakları bildirme ve bildirimi almada İslâm dininin istediği ahlâk ve irfanın yükseklik ve ciddîliğini gösteren bir kuvvetlendirme cümlesi olmuş ve özellikle namaz, zekât, cemaat emirlerini takip etmesi de bunların ahlâkı güzelleştirmekteki tesirlerine bir işareti içermiş ve özellikle bildiğiyle amel edici olmamanın İsrâiloğullarının bilginlerinin şiarı olduğunu anlatmıştır.[25]

Büyük müfessir Fahreddin Râzî de, iyiliği emredip kendisini unutmanın akılla bağdaşmadığını şöyle ifade eder: İyiliği emredip kötülüğü sakındırmaktan maksat, başkasını menfaatine olan şeyi elde etmeye ve zararına olan şeye düşmekten sakındırmaya bir irşaddır. İnsanın kendisine iyiliği, başkasına iyilik yapmasından daha evlâdır. Bunun böyle olduğu aklî ve naklî deliller ile mâlumdur. Başkasına nasihat edip kendisi nasihat almayan kimse,  sanki aklın kabul edemeyeceği aykırı bir işte bulunmuş olur. İnsanlara nasihat edip ilmini gösteren, sonra da kendisi yapmayan kimsenin nasihati, insanların günaha rağbet etmelerine bir sebep olur. Çünkü insanlar o zaman şöyle derler: "O, bu ilmi ile eğer bu anlattıklarının bir aslı esası olmadığını anlamış olmasaydı, bu günahı işlemezdi." Onun bu günahı işlemesi, böylece insanları dinî konularda aldırmazlığa götürür ve günah işleme hususunda onlara cesaret verir. İyiliği emredip kendisi günah işlemeye cesaret verecek bir fiili işlediği zaman, sanki o iki zıt şeyi birleştirmiş olur; ki bu da akıl sahibi olanlara yakışan bir fiil değildir. İyiliği emreden  kimsenin, nasihatinin kalplere tesirli olmasına gayret etmesi gerekir. Günah işlemek ise, kalpleri günah işleyenin sözünü kabulden uzaklaştırır. Nasihat edenin maksadı, sözünün kalplere etki etmesidir. İşte bu sebeple her ikisini beraber yapmak, akıllılara yakışmayan bir çelişkidir. Bundan dolayı Hz. Ali, "Belimi iki kişi kırar: Şerefinin zedelenmesine aldırmayan âlim ve zâhid olan câhil." der.[26]    

Ebu’l Atahiye bir şiirinde der ki: “Takvâyı sanki sen takvâlı imiş gibi anlatıyorsun; Halbuki günahların kokusu senin elbisenden yayılıyor.”[27]

Kendisi hasta olan bir doktor, aynı hastalıkla ilgili başkasını tedâvi etmeye kalkmasına, halk, atasözü halinde söylenen sözü söyler: “Kelin merhemi olsa, başına çalar.” Bu sözü, biraz değiştirerek konuyla ilgili halkın değerlendirmesi açısından şöyle diyebiliriz: “Kelin, diğer kellere tavsiye ettiği merhem, faydalı olsaydı, kendi başına sürer, kendi kelini tedavi ederdi.” Tabii, tavsiye ettiğimiz hak dâvâ için bu çeşit sözler söyletenlerin, buna fırsat verenlerin ne kadar büyük vebali olacağı düşünülmelidir. O yüzden “yarım doktor can yakar, yarım hoca din yıkar” denilmiş; “hocanın dediğini yap, gittiği yoldan gitme” diye, insanlar birbirine hocaların, söyledikleriyle uyuşan örnek hayatlarının olmadığını ifade etme gereği duymuştur. Halkın tümüyle yanıldığını ve bu sözlerde kasıtlı olduğunu iddia etmek ve İslâm’a sadece sözle dâvet edenleri temize çıkarmak mümkün mü? “Ele verir talkını, kendi yutar salkımı” “Ele verir öğüdü, kendi keser söğüdü” bu deyimler de, yine bu tür davranışa duyulan tepkinin ifadesidir.

Bu konuda cevaplandırılması gerekli bir soru ortaya çıkabilir: Dâvetin muvaffakiyeti için dâvetçinin her yönüyle İslâmî bir yaşayışa sahip olması, gerçekten gereklidir. Peki, dâvetçi, bütün bu hususlarda İslâmî bir anlayış ve yaşayışa sahip olup kemâl buluncaya kadar bekleyerek tebliğden uzak mı kalmalıdır?

Diyebiliriz ki şayet bu şartı kaçınılmaz görür ve mutlaka ararsak o zaman İslâm topluluklarında hiç dâvetçi kalmaz ve herkes iyiliği emir, kötülüğü yasaklamaktan vazgeçerek iman, İslâm ve ihsanda kemâl bulmak için kabuğuna çekilerek yalnızca nefsiyle uğraşmaya başlar. Kemâlin hududu ve nihayeti olmadığı için ömür boyu dâvete hazırlık bitmez ve dâvet hiç başlayamaz. Bir  insanın,  âlim  bile  olsa,  tüm  mâruf  ve  birr  sıfatına giren iyilikleri yapması ve münker/kötü olan şeylerin tümünden kendini alıkoyması hemen hemen mümkün değildir; “hatasız kul olmaz.” O yüzden, şeytanın sağdan yaklaşıp, “sen kendini tümüyle düzeltmeden iyiliği emredemezsin!” diye vesvese vermesine müsaade etmemeli; hem kendimize ve hem de çevremize nasihat edip, iyilikleri emretmeliyiz.

Mükellef olan insan, iki şey ile emredilmiştir: Günahı terk ve başkasını günah işlemekten alıkoymak. Bu iki görevden birini yapmamak, diğerini de yapmamayı gerektirmez. "Mâ lâ yüdrakü küllühü, lâ yütrakü küllühü: Bir şeyin hepsine ulaşılamıyorsa, tamamen de terkedilmez." İnsan bir ağaç gibi olmalıdır: Ağaç, bir taraftan her geçen zaman diliminde köklerini ahtapot kolları gibi her yöne açarak ve gittikçe derinlere dalarak kendine lâzım olan besin kaynaklarına müracaat edip kökünü, gövdesini güçlendiriyor. Aynı zamanda meyve vermeye devam ediyor. Hatta daha çocukluktan/fidanlıktan yeni kurtulan genç bir fide iken bile acı da olsa meyve vermeyi deniyor. Hem güçlenmeye hem de meyve vermeye devam ettiği müddetçe sadece kendi gücü artmıyor, ortaya koyduğu ürünün, meyvelerinin tadı da hızla artmaya, olgun ürünler vermeye başlıyor.  Demek ki, dikkat etmemiz  gereken;  başkasına  iyiliği emrederken, kendimizi unutmamamız, kendimize de emretmemizdir; Sadece başkalarına anlatarak görevimizi yaptığımızı iddia edemeyiz.

Sadece başkalarına anlatmakla yetinenlerin, postacıdan veya taşıdığı kitaptan yararlanmayan dört ayaklılardan farkı olmayacaktır.  İmam  Gazali;  bu  konuda  şu benzetmeleri yapar: “Bildiği ile amel etmeyenler, sayfaları ilimle dolu defter veya kitap gibidir; başkasına kârı olsa da kendisi ondan yararlanamaz. Bileği taşı gibidir; bıçağı biler, fakat kendisi kesmez. İğne gibidir; başkasını giydirir, fakat kendisi daima çıplak durur. Lâmba fitili gibidir; başkasına ışık verir, fakat kendisi yanmaktan kurtulamaz.”[28]      

Amel söze uymalı; söz amele. İnsanın çifte standartlı olmaması, içi başka dışı başka olan münafıklara benzememesi için sözü özünü, özü de sözünü desteklemelidir. İslâm'a dâvet eden kişi, her çeşit davranışının, sözlerine uymamasından şiddetle sakınmalıdır. Sözü ile özü, mesajı ile yaşayışı aynı doğrultuda olan, iki dille insana tebliğ etmiş olacağından, hem kulak hem göz etkilenecek, mesaj donuk ve soyut olmaktan çıkacak, canlanıp canlandıracaktır. Bu tavır, hem ihlâsın meyvesi olduğundan Allah katında büyük ecir getirecek, hem bereketini dünyada neticeleriyle görecek ve sözünün kabul görmesine büyük oranda vesile olabilecektir. İnsan karakteri, ilmiyle amel etmeyen ve sözü fiiline uymayan kimselerin sözünden faydalanmamak eyilimindedir.

Şuayb (a.s.) sözüyle olduğu kadar namazıyla ve davranışlarıyla da kavmine tebliğ ediyor ve dâvet ettiği şeyleri kendisi tümüyle yaşadığını belirtme ihtiyacı hissediyordu:

"Size yasak ettiğim şeylerin aksini yaparak size aykırı davranmak istemiyorum." (Hûd: 11/88)

Bu âyetin öncesi ve sonrası da dâvetçinin temel vasıflarını içermesi bakımından peygamberleri örnek almak ve doğruyu bulup yaymak isteyenler için çok önemlidir: 

"Medyen'e de kardeşleri Şuayb'ı (gönderdik). Dedi ki: 'Ey kavmim! Allah'a ibâdet/kulluk edin. Sizin için ondan başka ilâh yoktur. Ölçüyü ve tartıyı eksik yapmayın..." "Dediler ki 'Ey Şuayb! Babalarımızın taptıklarını (putları), yahut mallarımız hususunda dilediğimizi yapmayı terketmemizi sana namazın mı emrediyor? Oysa sen yumuşak huylu ve çok akıllısın.' Dedi ki: ' Ey kavmim! Eğer benim, Rabbim tarafından (verilmiş) apaçık bir delilim varsa ve O bana tarafından güzel bir rızık vermişse buna ne dersiniz? Size yasak ettiğim şeylerin aksini yaparak size aykırı davranmak istemiyorum. Ben sadece gücümün  yettiği kadar ıslah etmek istiyorum. Fakat başarmam ancak Allah'ın yardımı iledir. Yalnız O'na dayandım ve yalnız O'na döneceğim." (Hûd: 11/84, 87-88).

Bu âyetlerde bir peygamberin ve dolayısıyla hak yola dâvet eden peygamber izinden gidecek bir müslümanın tebliğ konusunda en önemli  vasıflarının sıralandığını görüyoruz: Dâvet ve tebliğde temel, Allah'a kulluğa dâvet ve başka tüm ilâhları reddetmektir. Diğer yanlışların düzeltilmesi, bu dâvetten sonra bir anlam taşıyacaktır. Son âyetten anlıyoruz ki peygamberler, Allah tarafından gönderilmiş bir delile, yani vahye dayanırlar. Peygamberler, ümmetlerine tebliğ ettikleri şeyleri her şeyden önce kendi nefislerinde yaşarlar; sözleri ile özleri, kalpleri ile amelleri birbirine uyar; ümmetlerine tebliğ ettiklerine muhâlif davranmazlar. Peygamberler, birer ıslahatçıdır, onların görevi, yapmak ve düzeltmektir; iyiliğin hâkim olması, insanların doğruya ve iyiye yönelmesi için elinden geldiğince çaba göstermektir. Peygamberler, sadece Allah'a güvenir ve dayanırlar; başarının, yalnız Allah'tan geldiği hususunda hiçbir şüpheleri olmaz; bu sebeple de Allah'tan başka hiçbir kuvvete ve desteğe sahip olmasalar bile, yine de ümitsizliğe düşmezler.

Dâvetçilerin kendi nefislerine karşı sorumlulukları, toplum karşısındaki sorumluluklarından daha büyüktür. Onların kendi görevleri konusundaki eksiklikleri de toplumun onlar üzerindeki hakları konusundaki eksikliklerinden daha tehlikelidir. İçinde yaşamış oldukları toplumda davranışlarıyla iyi bir örnek oluşturmaları gerekir.  İnsanları  kendisine  dâvet ettikleri dâvânın etkileri bizzat kendi hayatlarında görülmeli, davranışlarında inandıkları prensiplerden işaretler olmalıdır. Ancak böyle olursa halk, bu dinin fiilî varlığını duyar ve pratik tatbikatını görme imkânına kavuşur. Dâvet ve tebliğ alanında bunun büyük etkileri vardır. Anlatılan hakikatlerin, entellektüel tatmin aracı olarak kalmaması, hayata yansıması için teori planından çıkıp pratiğe aktarılmalıdır ki, müslümanın  hayatı,  İslâm'ın  aynası  ve  tablosu olsun.

Dâvetçiler, hayatlarının her safhasında dâvâlarını uygulamak zorundadır. Söz ve davranışlarında özel ve genel meselelerinde, bireysel ve toplumsal alanlarında, özel hayatlarında, bir işçi veya işveren olarak işlerinde, bir baba ve koca olarak evlerinde, sokaklarda, hayatın her safhasında.  Hz. Ali (r.a.) şöyle der: "Kim kendisini başkalarına bir önder olarak tayin ederse, başkasına öğüt vermeden önce kendi kendisine öğüt versin. Diliyle terbiye kurallarını anlatmadan önce davranışlarını o kurallara uydursun. Kendi kendisine öğüt veren ve kendisini düzelten, başkalarına öğüt verip başkalarını düzeltmeğe çalışan kimseden daha çok saygıya lâyıktır."[29]

Dâvet için gerekli ve geçerli bütün usûl ve çarelere başvurularak yapılan bir tebliğ, şayet muhâtaptan istenen hususlar, dâvetçi tarafından yerine getirilmiyorsa, etkileyici olmaktan çok çok uzaktır. “Âyinesi iştir kişinin, lâfa bakılmaz” diyen Ziya Paşa, hüküm vermek için geçerli ölçünün, amel, fiil, yaşayış olduğunu ifade etmektedir. Bu bakımdan dâvetçinin yaşayışı, sözlerini nakzetmeyecek, kavilleri ile fiilleri arasında mutâbakat bulunacak, diliyle yaptığı dâvetten ziyade o, hayatı ile dâvetçi olacaktır.[30]

 

Örnek Olmak; Hâl Diliyle İyiliğe Teşvik

 

Örneklik, iyiliği emir ve kötülükten sakındırma işleminin onsuz gerçekleşemeyeceği ve meyvesini veremeyeceği bir esasıdır. Çoğu zaman konuşmadan, sözden çok uygulamalar etkili olur. Mârufu emreden ve münkerden sakındıran, nasihat eden kişiler, söylediklerine uymadıkları zaman; muhâtabın fitneye düşmesine, dâvetçinin söylediklerinin doğruluğuna ikna olmamasına götürür. Hasanü'l-Basrî şöyle der: "İnsanlara uygulamanla, fiilinle nasihat et; sözlerinle değil. Nasihatçi, bir şeyi emir ve tavsiye etmek istediğinde kendi nefsinden başlar ve önce kendisi onu yapar. Bir münkerden de sakındırmak istediğinde önce kendisi ondan sakınır."[31] Yine Hasanü'l-Basrî'ye ait başka bir tavsiye de şöyledir: “Mârufu emreden birisi olduğun zaman, onu kendisi yaşayıp uygulayanlardan ol; yoksa helâk olursun. Münkeri de sakındıranlardan olduğunda ise, ondan kendisi sakınanlardan ol; yoksa helâk olursun.”[32]

Bir müslüman, hakkı tavsiye ve bâtıldan sakındırma işlemi sırasında hakkıyla etkili olabilmesi için, gündeme getirdiği bir konuda az bir şeyle yetinmeyip o konuyu en çok sahiplenen biri olmalıdır. Bir dâvetçinin kendi nefsini eğitmeye güç yetirmesi, başkalarını eğitmeye onu ehil kılar. Kimin de nefsi, kendisini esir almışsa, kendi hevâsına kul olmuşsa, başkalarına etkili olması mümkün değildir.[33]

İnsan, karşısındaki şahsa bir mesaj vermek istiyorsa, sözünün tesirli olabilmesi için en önemli şart, sözü özün desteklemesi; söylenen sözün hâle tercüman olmasıdır. Câmi, hâl diliyle durmadan namaza dâvet eder. Müezzin ise bu dâvete namaz vakitlerinde tercüman olur. Bir mü'min de ahlâkıyla örnek insan oldu mu, çevresindekileri hâl diliyle durmadan İslâm'a çağırır. Onlara birşeyler söylediğinde dili hâline tercüman olmuş olur ve sözü tesir eder. "Eğer biz,  İslâm ahlâkının ve iman hakikatlerinin güzelliklerini davranışlarımızda ortaya koysak, diğer dinlerin bağlıları, elbette grup grup İslâmiyet'e girecektir. Belki yeryüzünün bazı kıtaları ve devletleri de İslâmiyete toptan gireceklerdir." Biz hep beraber İslâm'a uygun bir hayat sürebilsek, yani hâl diliyle İslâm'ın güzelliğini, üstünlüğünü ilân edebilsek nice insanların hidâyetine vesile olacağız. Bir başka ifadeyle, bunu yapmamakla kimbilir kimlerin dalâletine, İslâm'dan uzaklaşmalarına yahut en azından ona yaklaşmamalarına sebep oluyoruz.

"Rabbimiz! Bizi kâfirler için bir fitne kılma." (Mümtehine: 60/5)

Yârabbi, Sen bizi İslâm'ı lâyıkınca yaşamama bedbahtlığına düşürme ki, kâfirlere fitne vasıtası olmayalım; "bunların elinde de hak mı olurmuş" deyip de Senin yolundan yüz çevirmesinler.

Haramdan sakınmayanın takvâ dersi dinlenilmez. Sâlih amel işlemeyenin de ibadet teşvikleri etkisiz kalır. Mânevî bunalım içinde çırpındığı halde Kur'an'ın kapısını çalmayı akıl edemeyen insanlık âlemine bunu öğretmenin en büyük şartı Kur'an ahlâkını hayatımıza mal etmektir. Peygamber Efendimiz'in (s.a.s.) ahlâkını soran ashâb-ı kirâma Hz. Âişe (r.a.)'nin verdiği cevap ne kadar ibretlidir: "Siz Kur'an okumuyor musunuz? Onun ahlâkı Kur'an idi." Cenâb-ı Hakk'ın o en son elçisi, O'nun en son kitabına en mükemmel ve en berrak bir ayna olmakla kalpleri aydınlattı; câhiliyye devrini asr-ı saâdete çevirdi. Bu helâket ve felâket asrının saâdet asrına dönmesi, saâdetin bu asra taşınması da bizim O Peygamber'e lâyık ümmet olmamızda düğümleniyor. Bu düğümün çözülmesi, Kur'an'a uymayan her türlü kötü ahlâkı ruh dünyamızdan çıkarmamıza bağlı. Bunu yapabilirsek, biz de sıhhate kavuşacağız, asrımız da...[34]

Bir dâvâya en çok zararı, ona düşman olanlardan daha fazla, onu kötü savunanlar, onu kötü temsil edenler verir. Milyarlarlarca insan, İslâm'dan mahrum yaşıyorsa, kendine yakışır bir şekilde İslâm yaşanamadığındandır. Dünyanın en kötü bir ürünü, iyi bir ambalaj yardımıyla rahatlıkla pazarlanabilir, ona bolca müşteri bulunabilir. Dünyanın en değerli ürünü de çok kötü bir ambalajla müşteriden mahrum edilebilir. Çok lezzetli bir yemek, kalitesine uygun bir tarzda değil de, meselâ üstü başı pis bir garson tarafından çok kötü bir şekilde masaya başınıza fırlatılır gibi konulunca o yemeğin beğenilme şansı sıfıra yaklaşacaktır. Yüzü sirke satan bir kimsenin sattığı bala alıcı bulamaması da aynı konu ile ilgilidir.

Haklı olmak yetmez, hakkı savunmak da; haklılığımız ve hakkı hâkim kılmak için iyiliği emretmemiz, bâtılı yaşayarak yerine getirilirse haksız duruma düşmüş oluruz. Böylece yalnız kendimize haksızlık etmiş olmayız; savunduğumuz hakikate/iyiliğe de yanlış temsilden ve kötü örneklikten dolayı, o hakikatin bir daha yüzüne bakamayacak olan insanlara da haksızlık etmiş oluruz.

En etkili tebliğ yolu, insanın benimsediği kendi hayat tarzıdır. Kişi, söyledikleriyle uyumlu bir yaşantı içindeyse, onun çok söz söylemesine ihtiyaç bile kalmaz. Çünkü o, hâl ve tavırlarıyla konuşmaktadır. Yaşadığı güzel ahlâk, o insanın en etkili ve güvenilir sözcüsü durumundadır.

“İnsanları Allah’a dâvet ve kendisi de iyi amel ve hareket eden ve ‘Ben şüphesiz müslümanlardanım’ diyen kimseden daha güzel sözlü kimdir?” (Fussılet: 41/33)[35] 

 

Peygamberlerin ve Hz. Muhammed (s.a.s.)’in Özlerinin Sözlerine Uygunluğu

 

Beşer tarihinin uzun devreleri boyunca pek çok siyâsî, felsefî ve fikrî doktrin, hayat sahnesinde yer almıştır. Bunlarda hep görülen husus; dâvâ ile hakikat, söz ile fiiller, iddia ile vâkıa, teori ile pratik arasında önemli farklılıkların bulunduğudur. Hep iddia, söz ve dâvâ, vâkıadan, fiillerden ve olaylardan üstün olagelmiştir. Ancak peygamberler tarihinde bunun aksine peygamberlerin yaşayışları, sözleri ve dâvet ettikleri şeylere mutâbık olmuş, onların hatta üstünde bulunmuştur. Onları gören, onlara muhatap olan insanlar, henüz onların peygamberliğini bilmeden doğruluk ve dürüstlüklerini teslim etmişlerdir. Hz. Yusuf zindanda iken hapis arkadaşları ona: “Şüphesiz biz seni iyilik ve ihsan sahiplerinden görüyoruz.” (Yusuf: 12/36) diye müracaat ediyorlardı.

İslâm'a dâvet eden, başkalarına iyiliği emreden kişi, güzel ahlâk sahibi olmalıdır. Şüphesiz insanın sahip olduğu şeyler içinde en değerli olanı, güzel ahlâktır. Güzel ahlâkın timsali de Peygamberimiz'dir. Onun gibi olmaya çalışmak, onun gibi yaşamak, yani yaşayan Kur'an olmaya gayret etmek, sünnet üzere bir hayat sürmek, güzel ahlâk üzere olmak demektir.

"Andolsun ki sizin için, Allah'ı ve âhiret gününü arzu eden ve Allah'ı çok anan kimseler için, Allah'ın elçisi en güzel örnektir." (Ahzâb: 33/21)

İşte o, Allah'ın seçtiği bir rehber olarak, hem sözleriyle ve hem de yaşayışıyla müslümanlara örnek olmuştur: İnsanlardan bir şeyi yapmalarını isteyince, önce kendisi bunun kat kat fazlasını yapmıştır. Herkesten fazla namaz kılmış, herkesten fazla oruç tutmuş ve herkesten fazla sadaka vermiştir. Yasakladıklarından da daima uzak durmuş, hiçbir günaha bulaşmamıştır. Her türlü aşırılıktan kaçınmış, daima orta yolu izlemiştir. Meselâ o çok merhametliydi, ama merhameti zaafa varmıyor, adaletten hiç bir şekilde ayrılmıyordu. Çok cömertti fakat müsrif ve savurgan değildi. İbadete çok önem veriyordu ama dünyayı da ihmal etmiyordu. Çok bağışlayıcıydı fakat tâvizkâr değildi. Şefkatli ve yumuşak huyluydu ama gerektiğinde cephede tek başına bile direnebiliyordu... İşte dâvetçi de, onun hayatını iyi öğrenip, onun gibi yaşamaya, Muhammedcik/Küçük Muhammed olmaya  çalışmalıdır ki, insanlara etkili olup söz geçirebilsin.[36]          

Peygamber Efendimiz’in nübüvvet öncesi ve sonrası hali ve yaşayışı, Mekke’lilerce gayet güzel biliniyor, peygamberliğinde O’nun temel fikrine karşı koyarak tevhidi kabul etmemek, yayılmasını engellemek için türlü yollara başvuruyorlar, fakat şahsî yaşayışı hakkında en küçük bir ithamda dahi bulunamıyor, O’nun “el-Emîn”liğini ikrar etmek zorunda kalıyorlardı. O, insanlara teklif ettiği hususları herkesten önce kendi nefsinde, herkesin yapabileceğinden fazlasıyla tatbik ediyordu. Şüphesiz bu, dâvet olunanlara tesir eden önemli bir faktör olacaktı. Umman kralı el-Culendî’ye Rasulullah’ın İslâm’a dâvet mektubu ulaştığı zaman Hz. Peygamber’in hayatı hakkında bilgiler edinen melikin sözleri şöyle oluyordu: Allah beni bu ümmî peygambere delâlet/rehberlik etmiştir. O peygamber, hiçbir iyiliği kendisi ilk tatbik eden olmaksızın emretmiyor, hiçbir kötülüğü de kendisi ilk terkeden olmaksızın nehyetmiyor. O, mutlaka galip gelecektir, engellenemeyecektir. O, ahde vefâ gösterir, sözünü yerine getirir. Ben kesinlikle kabul ediyorum ki o, bir peygamberdir.”[37] 

Cenâb-ı Hak, sözle yapılan dâvete fiilen örnek olmayı emreder:

“İnsanları Allah’a dâvet ve kendisi de sâlih amel/iyi davranış ve hareket eden ve ‘Ben şüphesiz müslümanlardanım’ diyen kimseden daha güzel sözlü kimdir?” (Fussılet: 41/33)

Bu âyette, iyiliği emreden dâvetçide ve hatipte aranacak vasıfların en önemlileri bir araya getirilmiştir. Burada iyiliğe dâvet eden tebliğci veya hatip için sâlih amel, işinin sözüne uygun olmasıdır. "Ben şüphesiz müslümanlardanım" demesi ise, dâvetçi veya hatibin kendini dinleyicilerden üstün ve ayrı görmemesi, onlarla kaynaşmış, kibir ve gurur gibi duygulara kapılmamış olmasıdır. İnsanlar, örnek görmek isterler. Psikoloji ve pedagojide,  örnek  almanın  doğurduğu “taklit fonksiyonu”nun büyük değeri vardır. Her taklit olayı, önce insanların ruhlarında arzu, ihtiyaç, itikad ve fikir şeklinde doğar. Daha sonra bunlar, hareket ve davranışlar, âdet ve alışkanlıklar şeklinde yaşayışa intikal eder. Bu konuda toplumun her sınıfında ve her türlü eğitim dalında istifade edilir.

Meselâ çocuğuna dinî eğitim vermek isteyen bir âile, ona her vesile ile “taklit edilecek iyi numûneler” göstermek zorundadır. Yemeğe başlarken besmele, kalkarken hamd, Kur’an okumak, namaz, oruç, fakirlere yardım, küfür etmemek, içki içmemek, yalan söylememek gibi İslâm’ın emrettiği esasları, ciddî ve samimi olarak önce aile büyükleri yapacak, çocuklar şuursuz olarak bunları taklit edeceklerdir. Bu taklit devam ettikçe, nihayet kuvvetli bir itiyat/alışkanlık haline gelir. Çocuklukta kazanılan iyi itiyatlar, bütün hayat süresince devam eder. Toplumun her yönünde halk toplulukları ve kitleler arasında aynı kanun hükümleri geçerlidir. Öğretmen okulda, dâvetçi muhatapları karşısında hal ve tavırları, fikirleri ve sözleriyle daima örnek olmalıdır. Bunlar yapılmadıkça  dâvet  ve  tebliğ  için,  eğitim  ve  öğretim  için  ne  kadar  gayret sarfedilse tesirsiz kalmaya mahkûmdur. Genel kural olarak diyebiliriz ki tebliğ, beşikten mezara kadar devam eden bir alıştırma ve iyi örnek olma işidir.[38]

Rasulullah, yirmi üç sene süren peygamberlik hayatı boyunca hiç kimse, onun karşısına çıkarak, veya arkasından konuşarak: "Neden bize söylediklerini kendin de yapmıyorsun?" diyememiştir. Rasulullah'ın bu üstün vasfı, O'nun her yönüyle sözü dinlenir bir peygamber olarak tanınmasına sebep olmuştur. Hayatı boyunca ona sarsılmaz bir imanla bağlananlar, her şeyden çok, sözünün işe uygun olması yönü ile ona bağlanmışlardır. Rasulullah'a beslenen güvenin, itimadın aslı bu esasa dayanıyordu.[39]

Yaşayışla güzel örnek verme kuralının etkisini gayet iyi bilen Peygamber Efendimiz, kendisi hayatıyla örnek teşkil ettiği gibi, İslâm'a dâvet ettiği insanların İslâmî yaşayışı görerek fikir ve kanaatlerini ona göre tayin ve tespit etmelerine imkân ve vesileler hazırlıyordu. Bedir Gazvesinde ele geçirilen esirlerin topluca bir yerde hapis tutulmaları yerine birer birer ashâb-ı kirâma dağıtılarak misafir edilmeleri, başka birtakım fayda mülâhazaları yanında büyük ölçüde, esirler sahabenin İslâm'ı yaşayışına vâkıf olsunlar diye olsa gerektir.

İslâm düşmanı Benû Hanife reisi Sümâme'nin müslüman olmasına, Hz. Peygamber'in hüsn-i muâmelesi, karşılıksız affı yanında Mescid'de bir direğe bağlı kaldığı müddet zarfında İslâmî tatbikatı görerek hakikati idrak etmesi de etkili olmuştur, diyebiliriz.

Tâif heyeti geldiği zaman, müslümanların Kur'an okuyuşları, namaz kılışları, huşû ve huzû içinde ibadetleri ve İslâm'ı yaşayışları kalplerini rikkate getirsin diye Hz. Peygamber'in onları Mescid'in hemen yanında misafir ettiğini biliyoruz. Bazı heyet mesuplarının, ashâbın evlerine dağıtılarak misafir edilmelerinde de, yine bu husus mutlaka göz önünde bulundurulmuştur.

Görülüyor ki İslâmî dâvetin neticeye ulaşabilmesi için dâvetçinin tebliğ ettiği esasları çok iyi bilerek hayatında yaşaması, güzel bir örnek teşkil etmesi, mutlak bir zarurettir. Asr-ı Saadet'ten sonra İslâm'a muhatap olan millet ve ümmetlerin İslâm'ı öğrenme ve kabul etmede tamamen uzak ve yabancı kalmalarına sebep, -esefle kaydedelim ki- İslâm'ı hiç duymadıkları veya yanlış anladıklarından ziyade, müslümanlardan gördükleri kötü yaşayış ve davranışlar olmuştur. İslâm'ı kabul edenleri incelediğimiz zaman bunların iki ana grup teşekkül ettirdiğini görürüz:

1- Allah'a ve İslâm'a samimiyetle bağlı müslümanların örnek yaşayışlarından etkilenerek müslüman olanlar,

2- Hür düşünce ve tarafsız bir araştırmayla İslâm'ın hakikatini anlayarak diğer dinlerin yanlışlıklarından İslâm'a sığınanlar.

Şüphesiz birinci grup, ikinciden kat kat fazladır. Müslümanlar ve dâvetçiler, bilmelidirler ki şayet kendileri yaşayışlarını İslâm'a uydurarak güzel bir örnek halinde İslâm'ı sunabilseler Avrupa'sıyla, Amerika'sıyla bütün bir cihan kapıları sonuna kadar İslâm'a açacaktır.[40]

Yapmadıklarını söyleyen, başkasına öğüt verip kendileri verdikleri öğütlere uymayan ve başkalarına doğru yolu gösterip kendileri o yoldan gitmeyenler, ancak kulların alayını ve Rablarının gazabını üzerlerine çekerler. Dâvetçi, kendi kendisini sıkı sıkıya kontrol etmeli ve verdiği kararlara uymakta öncelikle kendisini sorumlu tutmalıdır.[41]

 

İlim, Başkalarına Aktarmak İçin Değil; Öncelikle Yaşamak İçin Öğrenilmelidir

 

İslâm'da ilim, Allah'ın rızasını kazanmak için öğrenilir. Bu da öncelikle ilmi öğrenenin öğrendiklerini kendisinin ihlâsla amel etmesi sâyesinde olur. Peygamberimiz, şöyle dualar ederdi:

"Allah'ım, bana öğrettiklerinle beni faydalandır; bana fayda sağlayacak ilim öğret, ilmimi artır."[42]

"Faydasız ilimden Allah'a sığınırım!"[43]

"Allah'ım! Fayda vermeyen ilimden, kabul edilmeyen duadan, korkmayan kalpten ve doymayan nefisten Sana sığınırım."[44]

Hadis-i şerifte geçen faydasız ilimden şunlar anlaşılır: Bilinip onunla amel edilmeyen ilim, bilinip başkasına öğretilmeyen ilim, sahibinin durum ve davranışlarını düzeltmeyen ilim, sahibinin huyunu temizlemeyen ilim, bilinmesine ihtiyaç duyulmayan ilim, dinin tasvip etmediği caiz görmediği (sihir bilgisi gibi) ilim ve benzerleri.

Hz. Peygamberimiz'e "ilim nedir?" diye sorulunca, "amelin kılavuzudur"[45] buyurdu. Âlim, âmil olmadığı (öğrendiklerini hayatına uygulamadığı) zaman onun ilmi vebal olabilir.

"Ümmetimin helâkı (fâsık) âlimlerden ve cahil âbidlerden olacaktır."[46]

Fahreddin Râzi'ye göre; ilmiyle amel etmeyen ve ilminden yararlanmayan kimselerin hali; sırtında su kapları olduğu halde çölde susuzluktan ölen devenin durumu gibidir. Amelsizlik bir fitnedir. "Fi'lü'l-ulemâ, delîlü'l-cühelâ" (Âlimlerin yaptıkları, câhillerin delilidir –örnek ve gerekçesidir-) sözünde belirtildiği gibi; ilim adamları halkın örneğidirler. Âlim ilmiyle amel etmediğinde cahil de öğrenmekten kaçınır. Amelsiz ilim de yağmursuz bulut gibidir.[47] 

Bir şeyin ilmini yapmak, ondan istifade etmek içindir. Allah bu dini, insanlar "ona göre yaşasınlar" diye gönderdi; sözünü ve lafını etsinler diye değil. Müslümanlık, yalnız bilgi işi değil, iman ve sâlih amel işidir. İlim de, imana ve sâlih amele götürdüğü nisbette faydalı ve faziletli. Bilgisi, kendisini hakikate ulaştırmayan kimse, mutlak surette bilginin hammalıdır. Yolcuyu gitmesi gereken yere (gerçek kurtuluş limanına) götürmeyen gemi, çok güzel de olsa basit bir süsten başka bir işe yaramaz, buna gemi de denmez. İnsan için marifet ve hüner, yön belirleyen pusulayı cepte taşımak değil; şu çalkantılı dünya gemisinde asıl hedefe gidecek yönü belirlemek ve o yola koyulmaktır. O yüzden, ilim; satırlardaki değil, sadırlardaki (göğüslerdeki)- dir denilir. Senin hayatını  düzenlemeyen, seni Hakk'a iletmeyen, üzerinde eseri görülmeyen ve İslâm için olmayan ilimde hayır yoktur. Bilginin papağan gibi hâfızı ve hammalı olmak boşuna yorulmaktır. Ortalıkta bu kadar kitap ve araştırmacı yokken, ortada hakiki ilmin özü ve şimdikinden daha güzel, daha müslümanca bir hayat vardı. Sahabe-i Kiram, Kutlu Elçi'den aldığı ilim ve özellikle halleri ile, somut ve gözle görülür bir müslümanlığı yaşıyor ve temsil ediyorlardı. Peygamber, canlı bir Kur'an; O'nun ashabı da Küçük Muhammed'lerdi. Bir rivâyetleri varsa, bin halleri ve o kadar da amelleri vardı. Sözleri az, fakat amelleri çoktu.

Bir hayat ki, tüm kurumları ile vahyi reddeder, kurumlarını, kurallarını, ilkelerini bâtıl tanzim eder ve ilim diye takdim edilen bilim, yalnızca yanlışın aracıdır. Böyle bilim, insanın övünçle, aldatıcı bir güvenle taşıdığı dünyada bile pek bir şeye yaramayan diploma ve etiketten, tehlikeli ve faydasız bir yükten ibarettir; Artık o bilgi bir silâhtır, ama yalnızca imhâ ve intihar etmek için kullanılacak bir silâhtır. Bu bilgi ve onun taşıyıcıları, dalâletin hâmili, hakikatin katilidirler. Onlar, sırat-ı müstakimin önünde eşkiyadırlar;  hak  yolu  keser,  hevâya  ve tâğutlara kulluğa giden yolları açarlar. İlmiyle âmil bir âlim olamayıp sadece bilgi taşıyıcıları olanlar da bunların değirmenine su taşımaktadırlar.[48] İlmi, ihlâsla kendi hayatlarında tatbik edip, öğrendiklerini pratize ederek örnek hayatları ile çevrelerine hakkı ulaştırmaya çalışmak yerine; entellektüel bir değer, profesörlük gibi bir pâye, ilim adamı olduğunu kanıtlama gibi anlayışlarla sadece aktarıcılık yapan insanlar, bâtıl düzenlerin korktukları değil; belki kolladıkları kimselerdir. Bunlar, bir depremlik, bir kıyamlık canı olan ölümcül sistemi canlandırmak için ilmi koltuk değneği ve payanda gibi dayarlar. Kendilerinin yaşamadıkları İslâm'ı hayata hâkim kılma mücadelesi, cihad ve hakkı yayma değil; kendini kandırıp nefsini tatmin etme ve ihlâs yerine riyâyı tercih etme demektir.

“Olgun insan, güzel söz söyleyen değil; söylediğini yapan ve yapabileceğini söyleyen adamdır.” Ne mutlu hakkı haykırdığı gibi, en güzel şekilde kendi nefsinde tatbik eden, özü sözünü yalanlamayanlara![49]    

 

Konuyla İlgili Geniş Bilgi Alınabilecek Kaynaklar

 

 Hak Dini Kur'an Dili, Elmalılı Hamdi Yazır, Azim Y. c. 1, s. 287-288

 Hadislerle Kur'an-ı Kerim Tefsiri, İbn Kesir, Çağrı Y. c. 2, s. 322-327

 Mefatihu'l-Gayb (Tefsir-i Kebir), Fahreddin Razi, Akçağ Y. c. 2,  s. 477-482

 Kur'an-ı Kerim Şifa Tefsiri, Mahmut Toptaş, Cantaş Y. c. 1, s. 130-131

 Fi Zılâli'l-Kur'an, Seyyid Kutub, Hikmet Y. C. 1, s. 141-143

 El-Câmiu li-Ahkâmi'l-Kur'an, İmam Kurtubi, Buruc Y. C. 2, s. 52-59

 Hulâsatü'l-Beyan Fî Tefsîri'l-Kur'an, Mehmed Vehbi, Üçdal Neşriyat, c. 1, s. 115-117

 Min Vahyi'l-Kur'an, Muhammed H. Fadlullah, Akademi Y. C. 2, s. 22-25

 Dâvetçinin Tefsiri, Seyfuddin el-Muvahhid, Hak Y. C. 1, s. 120-123

 Min Vahyi'l Kur'an, Muhammed Hüseyin Fadlullah, Akademi Y. c. 2, s.21-22

 Nur'dan Kelimeler, Alâaddin Başar, Zafer Y. s. 158-160

 İslâm'ın Temel Kavramları, Hüseyin K. Ece, Beyan Y. s. 91-94

 Kur’an-ı Kerim’de Maruf ve Münker, Ömer Dumlu, Ravza Y.

 Rasülüllah’ın İslam’a Dâvet Metodu, Ahmed Önkal, Esra Y.

 Münkerden Sakındırma Yolu, Abdülhamid Bilali, Buruc Y.

 Kur’an’da Dâvet Metodu, S. Hüseyin Fadlullah, Seçkin Y.

 Sünnetullah’ta Dâvet Metodu ve Evrensel Mesaj, Ramazan Yılmaz, Mücahede Y.

 İslâm Dâvetçilerine, Mevdudi, Dünya Y.

 İslam Davetinin Esasları, I, II,  Abdülkerim Zeydan, Risale Y.

 Kur’an’da Tartışma Metodları, Zahir bin Awad el-Elmaî, Pınar Y.

 Buhari ve Müslim’den İslâm Dâvetçilerine Öğütler, Seyfullah el-Muvahhid, Hak Y.

 Ellinci Yılında Müslüman Kardeşler Hareketi, Said Havva, Uysal Kitabevi Y.

 Dâvetin Esasları, Gençliğin Meseleleri, Hasan el-Benna, Esra Y.

 İslâm’a Dâvet, Muhammed Ebu Zehra, Birleşik Dağıtım Ankara Y.

 İslâm Davetçilerinin Vasıfları, Muhammed Sabbağ, Bahar Y.

 İslâm’a Dâvet Metodu, Said Ramazan el-Bûti, Madve Y.

 Hizmet İnsanı, Sadık Dânâ, Erkam Y.

 İslâm’da İrşad, Süleyman Uludağ, Marifet Y.

 Hitabet ve İrşad, Abdurrahman Çetin, Aksa Y.

 Tebliğ, İsmail Çetin, Dilara Y.

 Tebliğ ve İrşad Çalışmaları, M. Esad Coşan, Seha Neşriyat

 İslâm’da Dâvet, Hekimoğlu İsmail, Yeni Asya Y.

 Allah Erinin Yolu, Adil Akkoyunlu, Vahdet Y.

 Dâvet, Şevki Saka, Seha Neşriyat

 Dâvetin Başlangıç Noktası, Muhammed Ahmed Raşid, Madve Y.

 İslâm’a Dâvet, Türkân Namlı, Salah Bilici Kitabevi Y.

 Çocuklar İçin İrşad, Halit Çelik, Selâmet Y.

 Kızlar İçin İrşad, Halit Çelik, Selâmet Y.

 Kadınlar İçin İrşad, Halit Çelik, Selâmet Y.

 Çağdaş Dâvetin Problemleri, Fethi Yeken, İlim Y.

 Dâvet Yolunda Dökülenler, Fethi Yeken, Seçkin Y. / Ravza Y

 Dâvet Yolunda Hazırlık, Fethi Yeken, Ravza Y. ,

 İslâm Dâvetçisine Notlar, Fethi Yeken, İlim Y.

 İslâm’a Nasıl Dâvet Edelim? Fethi Yeken, İlim Y. / Ravza Y.

 Dâvet Yolu, Mustafa Meşhur, Ravza Y.

 Dâvet Yolunda Temel Meseleler, Mustafa Meşhur, Aksa Y.

 Dâvet Yolunda Örneklik, Mustafa Meşhur, Aksa Y.

 Dâvet Yolu Üzerine Sorular, Mustafa Meşhur, Vahdet Y.

 Dâvet Yolunda Dualar, Mustafa Meşhur, Vahdet Y.

 Sapmalara Karşı Dâvet Yolu, Mustafa Meşhur, Aksa Y.

 Üyelik ve Liderlik Açısından Dâvet Yolu, Mustafa Meşhur, Vahdet Y.

 Hak Yolda Yürürken, Mustafa Meşhur, Fecr Y.

 İslâm’ın Genç Davetçilerine, Mehmet Göktaş, İstişare Y.

 İyiliği Emretmek, Kötülükten Alıkoymak, İbn Teymiyye, İhya Y.

 Hisbe, İbn Teymiyye, İhya Y.

 Hisbe Teşkilâtı, Yusuf Ziya Kavakçı

 İslâm Hukukunda Örf, Mehmet Şener,

 Kur’an’da Şer Problemi, Lutfullah Cebeci, İstişare Y.

 Kur’an’da Günah Kavramı, Sadık Kılıç

 İslâm Siyasi Düşüncesinde Muhalefet, A. Mustafa Nevin, İz Y.  

 Bilgiden Tevhide Yükseliş, Ekrem Sağıroğlu, Timaş Y. 

 

               

 

 



[1] Meryem: 19/32.

[2] Hüseyin K. Ece, İslam’ın Temel Kavramları, Beyan Yayınları: 91-92.

[3] el-Bakara, 2/219.

[4] Ali Ünal, Şamil İslam Ansiklopedisi: 1/244-245.

[5] Hüseyin K. Ece, İslam’ın Temel Kavramları, Beyan Yayınları: 92-93.

[6] Bakara: 2/44.

[7] Âli İmran: 3/198.

[8] İnfitar: 82/13; Mutaffifîn: 83/22-28.

[9] Mutaffifîn: 83/18-20.

[10] Buharí, Edeb: 69. 7/30; Müslim, Birr: 29, Hadis no: 2607, 4/2012; Ebu Davud, Edeb. Hadis no: 1989, 4/297; Tirmizí, Birr: 46, Hadis no: 1971, 4/347; Muvatta. Kelâm: 16. nak Kütübü Sitte: 10/9.

[11] Hüseyin K. Ece, İslam’ın Temel Kavramları, Beyan Yayınları: 93-94.

[12] Müsned-i Ahmed, III/120, 231, 239.

[13] Süyûtî, ed-Dürru’l-Mensûr, I/158.

[14] Buhârî, Bed’u’l-Halk 10, Fiten, 17, hadis no: 46;  S. Müslim, Zühd 7, 51, hadis no: 51 (2989); Müsned, V/205, 206, 207, 209.

[15] İbn Mâce, Sünen; el-Heysemî, Mecmau’z-Zevâid I/185.     

[16] Müslim, İman 80; Ahmed bin Hanbel, I/458, 461.

[17] Müslim, İmâre 63.

[18] Taberânî, naklen İbn Kesir, II/325-326.

[19] Tefsir-i Kebir, II/482.

[20] Tefsir-i Kebir, II/482.

[21] Ahmed bin Hanbel, ez-Zühd 273.

[22] Ahmed bin Hanbel, ez-Zühd 360.

[23] İbn Mâce, Sünen; el-Heysemî, Mecmau’z-Zevâid I/185.

[24] Seyyid Kutub, Fi Zılâl, c. 1, s. 142-143. Ahmet Kalkan, Kur’an Kavram Tefsiri.

[25] Elmalılı H. Yazır, Hak Dini Kur'an Dili, c. 1, s. 287-288.

[26] Fahreddin Râzi, T. Kebir, c. 2, s. 44.

[27] Kurtubî, el-Câmiu li Ahkâmi’l-Kur’an, c. 2, s. 55.

[28] Gazali, İhya, c. 1, s. 82

[29] Fethi Yeken, Çağdaş Dâvetin Problemleri, s. 72 

[30] Ahmet Kalkan, Kur’an Kavram Tefsiri.

[31] Ahmed bin Hanbel, Zühd, 273.

[32] Ahmed bin Hanbel, ez-Zühd 360.

[33] Abdülhamid Bilâli, Münkerden Sakındırma Yolu, s. 44-45

[34] Alâaddin Başar, Nur'dan Kelimeler, s. 158-160 

[35] Ahmet Kalkan, Kur’an Kavram Tefsiri.

[36] A. Çetin, Hitabet ve İrşad, s. 169

[37] Said Havvâ, er-Rasül I/54-55; Nedvî, Tebliğât ve Tâlimât, II/450-459; naklen A. Önkal, s. 350

[38] A. Önkal, Rasulullah'ın İslâm'a Dâvet Metodu,  s. 348-351

[39] A. L. Kazancı, Peygamber Efendimiz'in Hitabeti, s.123

[40] A. Önkal, a.g.e. s. 351-352

[41] Ahmet Kalkan, Kur’an Kavram Tefsiri.

[42] Tirmizi, Deavât 128.

[43] Tirmizi, Deavât 68.

[44] Tirmizi, Kitabu'd-Deavât 68, hadis no: 3711; İbn Mâce Terc. ve Şerhi 1/416.

[45] F. Râzi, Tefsir-i Kebir Terc. II/296.

[46] Aliyyül Kari, Esraru'l-Menfûa, 364

[47] Fahreddin Râzi, Tefsir-i Kebir Terc. 2/ 283

[48] Ekrem Sağıroğlu, Bilgiden Tevhide Yükseliş, s. 51.

[49] Ahmet Kalkan, Kur’an Kavram Tefsiri.

 
  Bugün 1 ziyaretçi (2 klik) kişi burdaydı!  
 
Bu web sitesi ücretsiz olarak Bedava-Sitem.com ile oluşturulmuştur. Siz de kendi web sitenizi kurmak ister misiniz?
Ücretsiz kaydol