Bismillahirrahmanirrahim
  Allah(C.C)
 


İSLAM AKAİDİ

 

Terim olarak akide: İslam dininde inanılması ve reddedilmesi gerekli olan esaslara denir. Bu esaslardan bahseden ilme de Akaid ilmi denir.

Akaid İslam dininin temelidir. Temeli sağlam olmayan bina çöker. Akaid ilmi sayesinde insan neye niçin ve nasıl iman etmesi gerektiğini bilir. Ancak sağlam bir akaid bilgisi sayesinde insan, imanını taklidden kurtarabilir, kendisini kötü düşüncelerden ve zararlı inançlardan koruyabilir, bu batıl görüşlere karşı inancını savunabilir.

Akaid ilminin gayesi insana dünya ve ahiret mutluluğunu elde ettirmektir. Kalbe iman yerleşince pratikte salih amel olarak yansır. İman kalbi durumu İslam ise zahiri durumu yansıtır. Gerçek hürriyet, ancak iman sayesinde, tevhid sayesinde gerçekleşir. Aksi taktirde insan çeşitli ilahların kölesi durumundadır.

Kur’an’ın hükümleri evrenseldir. Kur’an’ın hükümlerinin bu çağda uygulanamayacağını söylemek, kitabın bir kısmına inanıp bir kısmını inkar etmek küfürdür. (2/85)

Her amel insanı dinden çıkarmaz. Büyük günahları helal kabul etmek dinden çıkarır. Kesin bir delile dayanmadan tekfirden uzak durmak gerekir.

İslam akaidi, beşeri görüşlere ve şahsi anlayışlara değil; vahye dayanır. Delaleti ve sabitliği kesin olan Kur’an ayetleri ve mütevatir hadisler itikadın kaynağını oluştururlar. Müteşabihler ve ahbar-ı ehad hadisler, akidenin temelini oluşturmazlar. Fakat bunları da iyi değerlendirmek gerekir. Kelam kitaplarında ise malesef bir çok zanni ve müteşabih deliller mezhep taassubluğu nedeniyle delil olarak kullanılmıştır.

 

İSLAM’DA BİLGİNİN KAYNAKLARI

 

İslam’a göre bilginin ana kaynağı vahiydir. Vahyi kabul etmeyen kimse profesör bile olsa cahildir. Allah’ın kendisine eşyanın tüm isimlerini öğretmesi sayesinde insan, meleklerden üstün olabilmiş ve bu ilim sıfatından dolayı halife vasfını kazanmıştır. İslam’a göre bilginin kaynağı: 1) Doğru haber: a) Vahiy b) Mütevatir haber 2) Selim hisler dediğimiz beş duyu 3) Akıl.

 

İTİKÂD

 

İnanç, gönülden bağlanma, kat'i kanaat, yakın. Belli bir düşüncenin, dinin ya da felsefî ekolün prensipleri inanç esasları.

Dini hükümler iki kısına ayrılır; fer'î amelî olanlar ve aslı; itikadi olanlar. İkinci kısım dini hükümler inanç esasları ile ilgilidir. Bu grup dinî inanışları isimleri anlatan itikat sonraları bu inançların bütününe ad olan akâid ile eş anlamlı kullanır olmuştur. Kelimenin manası üzerine kelâm ve mantık ilmi çerçevesinde çeşitli ihtilaflar mevcuttur. Ancak bu ihtilaflar aslı ilgilendiren meseleler değildir. Şu kadarının bilinmesi yeterlidir: itikat; meşhur olan manası ile aklî kesin hükümdür. Bu hüküm aklî olması dolayısı ile şüphe mahalli olabilir. Meşhur olmayan ikinci tarife göre; kesin veya tercih edilen aklî bir hükümdür. ilme istinat eder, şüphe götürmez. Bu mana bazen yakını bilgi ile de açıklanır.[1]

İtikat terimi sonraki dönemlerde akâid ile eşanlamlı kullanıldığı için bütün inanç sistemlerini ifade eder. Her ne kadar günümüzde teorik çerçeve içerisinde disiplin hâline gelmiş mezhepleri anlatmak için (özellikle kelâmî) mezheplere atfen kullanılmaktadır. Hakikatte itikat daha geniş anlamları ihtiva eder. En geniş anlamıyla itikat; kişinin Allah, insan ve kâinat hakkındaki tasavvur ve telakkilerini kapsayan, olaylara bakış tarzını etkileyen düşüncedir. İslâm iman esasları bir müminin itikadı olduğu gibi Marksizm ve hümanizm de kendi mensuplarının itikadıdır.

İslâm'da kelâmî mezhepler Maturidilik, Eşarilik ve Selefilik itikadı mezheplerdir.[2]

 

 

TEVHİD

 

Birlik, birlemek.

Allah'ın varlığını, birliğini, tüm yetkin nitelikleri kendisinde toplandığını, eşi ve benzeri bulunmadığını bilmek ve buna inanmak. Bu bilgi ve inanç en özlü biçimde "Lâ İlâhe İllallah' (Allah'tan başka ilah yoktur) cümlesiyle ifade edilir. Bu nedenle bu cümleye tevhid kelimesi (kelime-i tevhid) denir. Tevhid kelimesini söyleyen ve buna inanan kişi mümin ve muvahhid adını alır. Tevhid konularını inceleyen ilme tevhid ilmi (ilm-i tevhid) adı verilir.

Tevhid kelimesi Kur'an'da geçmez. Buna karşılık tevhid inancı çeşitli yönleriyle sayısız ayette dile getirilir.

Özellikle Mekke'de inen ayetler, tam olarak kavranması amacıyla tevhid inancı üzerinde yoğunlaşır. Usulü'd-din denilen, dinin üç temel ilkesinden ilkini oluşturan tevhid inancı İslam bilginleri, kelamcılar ve mutasavvıflar tarafından derinlemesine incelenerek çeşitli yorumlara tabi tutulmuştur.

Kur'an, tevhid inancını Allah'ın zatı, tekliği, sıfatları, evren ve insanla ilişkileri açılarından çeşitli boyutlarıyla ortaya koyar. Bütün bunlar şöyle özetlenebilir.

Allah birdir, O'ndan başka ilâh yoktur. O hiçbir şeye muhtaç değildir; her şey O'na muhtaçtır. O'na benzer bir şey yoktur. O, bir ortağı olmaktan münezzehtir. Eğer O'nun yanısıra başka tanrılar olmuş olsaydı, onlardan kimileri diğerleri üzerinde egemenlik kurmak isterlerdi. O birdir, ama Hristiyanların sandığı gibi üç içinde bir değildir. O'na oğulları, kızları isnad edenler, İsa (a.s)'in O'nun oğlu ya da kendisi olduğunu söyleyenler Allah'a iftira etmiş olurlar. O'nun ne oğulları, ne de kızları vardır. O, doğurulmamıştır, doğurmamıştır. Ancak kafirler, hiçbir şey yaratmayan ve kendisi için yaratılmış olan şeyleri O'na ortak koşarlar. O sözde tanrılar ki, ne kötülük, ne de iyilik yapmaya güç yetirebilir; ne ölümü, ne hayatı, ne de yeniden dirilmeyi kontrol edebilirler. Bu nedenle, Allah'la ilişkili olabilecek bir tanrı yoktur. İnsanların uydurduğu tanrılar, zanna dayalı isimlerden ve onların nefislerinin hevasından başka bir şey değildir.

Allah, mutlak güç sahibidir. Her şeyin dönüşü, O'nadır. O, yaratıcıdır, yaratma sürecini başlatan ve dilediği gibi yaratandır. Başlangıçta gökleri ve yeri yarattı, onları duman ya da nebülöz halindeki bir cevher gibi bir araya getirdi ve daha sonra birbirinden ayırdı. Gökler ve yer, üzerindeki tüm varlıklarla birlikte O'nun emri kesindir, kimse onu değiştiremez. Yarattığı güneş, ay ve yaldızların tümü O'nun kanunlarıyla ve O'nun buyruğuyla hareket ederler. Gökte ve yerde bulunan her yaratık O'nun emirlerine gönüllü olarak boyun eğer. O, her şeyi yaratan, vareden ve onlara şekil verendir.

Allah âlemlerin rabbidir, gizlilerin de rabbidir. O'nun gücü her şeye yeter; göklerin ve yerin tüm güçleri O'na aittir. O, kerim olan Arş'ın, yüce Arş'ın rabbidir. Tüm yükselme derecelerinin sahibidir. Bir beşik gibi arzı uzatır, gökte, uygun ölçülerde su indirir. O, bütün varlıkları çiftler halinde yarattı. Gökkubbeye düzen ve mükemmellik verdi. Göklerin, yerin ve ikisi arasındaki her şeyin hakimiyeti Allah'ındır. Doğu ve batı O'nundur. Ne yana dönerseniz dönün, O oradadır. Çünkü her şeyi kuşatmıştır. Kürsüsü gökleri ve yeri kaplar. Yarattıklarını koruyup gözetir ve bunda hiçbir güçlükle karşılaşmaz. O, azizdir, hikmet sahibidir.

Allah yalnız yaratıcı değil, aynı zamanda rahimdir, rızk verendir, koruyandır, yardımcıdır, hidayet verendir ve tüm yaratıkların darda kalmışlarına yardım ulaştırandır. Allah dünyayı oyun ve eğlence olsun diye yaratmamıştır. Dünya, belirlenmiş bir süreye göre, bir amaçla ve bir plan doğrultusunda yaratılmıştır. O kanunlar çıkarır, rehberlik eder, her şeyi bir ölçü ve takdire göre düzenler, yaratır, yol gösterir. O, her şeyi bilendir. Her şeyi görendir.

Allah, hüküm verenlerin en iyisidir. Hiç kimseye asla zulmetmez. İnsana adaletsiz davranan O değil, kendi nefsine zulmeden insandır. Hüküm gününde adalet tartıları kurulacak, en küçük bir amel bile hesaplanacaktır. O çabuk ceza verendir ve acı azapla cezalandırır. İnsanlara adil olmalarını buyurur ve adil olanları sever. Günahtan sakınıp sevap işleyenlere büyük ödüller verir. İnsanların iyi amelleri, en güzel şekilde ödüllendirilmek için yazılır. Allah, tüm iyilikleri kendisinde toplamıştır, tüm iyiliklerin kaynağıdır. Her türlü kötülükten de uzaktır.

Allah, insanın ruhunu, hiçbir şey değilken var etti, bu tek nefisten tüm insanlığı yarattı. İlk insanla eşini yaratıp ikisinden birçok erkek ve kadınlar üremesini sağladı. İnsana kulak, göz akıl ve duygu verdi; yeryüzünde Allah'ın halifesi olmasını takdir etti; bir gün ölmesini kararlaştırıldı; sonra, kıyamet günü dirileceği kaderine yazıldı. Bütün insanlık tek bir ailedirler. Çünkü tek bir ana-babadan gelirler. insan, yaratılmışların en üstünüdür. Çünkü Allah onu en yüce bir suretle yaratmıştır. O, Allah'ın ruhundan üflenen soluğu içine çekerek doğar. Bu nedenle insanın mükemmelliği Allah'ın boyasına boyanmaktan, ilahî isimlerin en mükemmel gerçekleşimi ve özümlenişi olmasından gelir. Allah da nurunun mükemmelleşmesinden, yani insanlarda bu sıfatların mükemmelleşmesinden başka bir şey istemez. İnsanın tek amacı, tüm ilahi nitelikleri, tüm fıtri değerleri ilerleterek kendisinde gerçekleştirmektir. Allah insanlığı kuşatmıştır ve onu yüceltir. O, insanın daima yanındadır, ona şahdamarından bile daha yakındır.

Kur'an'da ortaya konulan tevhid anlayışı, kelamcılarca çeşitli biçimlerde sistematize edilmiştir. Buna göre Allah'ın birliği yaratıcının birliği ile tapılacak varlığın (mabud) birliğini de içine alır. Yaratıcının birlenmesine (tevhid-i uluhiyet), iradı birleme (tevhid-i iradî) ve amelî birleme (tevhid-i amelî) denir. Tüm peygamberler bu tevhid anlayışına çağırılmışlardır. Hz. Muhammed de bu iki tevhidi öğretmek ve gerçekleşmesini sağlamak üzere gönderilmiştir. İlmi birleme, Allah'ta bulunması zorunlu nitelikleri kabul etmek, tenzihi zorunlu olan eksik nitelikleri de reddetmektedir. Böylece ilmi tevhid Allah'ın sıfatlarını kabul etmeyen tatil anlayışından ve Allah'ı yaratılmış varlıklara benzeme (teşbih) anlayışından kurtarır. İlm tevhid, Allah'ı bilgi ve söz düzeyinde tevhid etmektir.

İradî ya da amelî tevhid, ortağı olmayan tek Allah'a ibadeti, sevgi, ihlas, tevekkül ve bağlanmayı, yalnız O'ndan ummayı ve korkmayı, hiçbir konuda O'na eş tutmamayı gerektirir. iradî tevhid, Allah'ı niyet, irade ve amel bağlamında birlemektir. İlmî tevhidde tasdik tekzib; iradî tevhidde teşvik veya men vardır. İlmî tevhidin iki karşıtı vardır. Bunlar ta’til (sıfatları iptal) ve teşbihtir (Allah'ı yaratılmış varlıklara benzetme). Amelî tevhidin de iki karşıtı vardır. Bunlar da Allah'a sevgi, bağlılık, tevekkül ve güvenden yüz çevirmek ile hu konularda başka varlıkları Allah'a ortak koşmaktır (şirk).

İlmî tevhid ile amelî tevhid birbirinin zorunlu tamamlayıcısıdır. İki tevhid birleştirilmeden İslam'ın öngördüğü tevhid anlayışı gerçekleşmez. Sözgelimi, "Allah, tek yaratıcıdır" diyen kişi "la ilahe illallah" demiş sayılmaz. Tevhid kelimesinin özü, gerçek Allah'a, tapınmaya layık olan, ortağı bulunmayan tek Allah'a kulluk, ibadettir. Bu nedenle Allah'ın her şeyin yaratıcısı, rabbi olduğunu, yaratıcılık ve rablıkta ortağı, benzeri bulunmadığını söylemek yeterli değildir. Bunu söylemenin yanısıra, O'ndan başka ibadet edilecek bir mabud olmadığını da söylemek gerekir.

Allah'ın kulların fiillerinin yaratıcısı olması, tüm evreni idare etmesi ve âlemlerin rabbi olması gibi gerçekler ilmî tevhidin konularını oluşturur. Bu gibi gerçeklere kevnî gerçekler denir. Allah'ın emrettiği şeylerin sevilmesi, haram kıldığı şeylerin sevilmemesi, O'nun sevdiğine sevgi gösterilmesi, sevmediğinden yüz çevrilmesi, din hükümlerinin O'nun tarafından teşri edilmesi gibi gerçekler de ameli tevhidin öğelerini oluşturur. Bu tür gerçeklere de dini ya da şer'i gerçekler adı verilir. Kevnî gerçeklerle yetinerek dini gerçeklere boyun eğmeyen, peygamberlere uymuş sayılmaz, muvahhid olarak kabul edilmez.

Allah'ın birliğinden sözetmek 0'nun zatında, sıfatlarında ve fiillerinde bir olduğunu söylemektedir. Zatının bir olduğunu söylemek, O'nun kısmının, parçasının, bölümünün olmadığını söylemektir. Çünkü birleşik olmaması Allah'ın zorunlu niteliklerindendir. Sıfatlarının bir olduğunu söylemek, eşinin, benzerinin olmadığını kabul etmektir. Çünkü yaratılmış varlıklara benzemek de, O'nun temel nitelikleri arasındadır. Fiillerinde bir olduğunu söylemek de, ortağı bulunmadığını söylemektir. Çünkü ortalık aczi gerektirir.

Mutasavvıflar da tevhidi çeşitli biçimlerde yorumlamışlardır. Bunlardan en yaygın olanına göre tevhid, kusudî ve şuhudî olarak ikiye ayrılır. Kusudî tevhid, sadece Allah'ı kasd ve irade etmek; daha doğrusu, Allah'ın kasd ve irade ettiği şeyi irade etmektir. Bu tevhidde kul ile Allah'ın iradeleri aynı noktada birleşir; aynı şeyi diler ve isterler. Bu tevhid anlayışı ifadesini "la maksude illallah" cümlesinde bulunur.

Şuhudî tevhid, mutasavvıfın manevi tecrübesinden kaynaklanır. Vecde gelerek kendinden geçen mutasavvıf sadece Allah'ı görür, O'nun dışındaki varlıkları görmez. Vicdanî tevhid ya da zevki tevhid de denilen bu tevhid, "la meşhude illallah" cümlesiyle özetlenir. Şuhudî tevhidin üç mertebesi vardır. Birinci mertebede Allah, mutasavvıfa fiilleriyle tecelli eder, o da bütün fiilleri Allah'tan görür. Bu mertebeye özgü tevhid, "la faile illallah" (Allah'tan başka fail yoktur) cümlesiyle dile getirilir. ikinci mertebede Allah mutasavvıfa sıfatlarıyla tecelli eder. Bu durumda mutasavvıf varlıkları değil, sadece Allah'ı ve sıfatlarını görür. Üçüncü mertebede Allah zatıyla tecelli eder. Bu durumda mutasavvıf tüm varlıkta yalnız Allah'ı görür. Müşahedeye dayanan bu tevhid, "la mevcude illallah" (Allah'tan başka varlık yoktur) cümlesiyle ifade edilir. Tevhidin bu son şekli, vahdet-i vücudcu mutasavvıfların anlayışını oluşturur.[3]

Allah'a ibadet, belirli amellerle sınırlı değildir. Allah'a ibadet etmek, insanın her adınında, her hareketinde, her sözünde O'nun koyduğu kurallara uymak, O'nun hükümlerini yerine getirmek, resullerinin gösterdiği yoldan yürümek demektir. Yalnızca O'ndan yardım dilemek, korkmak, O'na güvenmek, dayanmak, tevekkül etmek, sığınmak, O'ndan başkasını veli edinmemek, sorunların çözümünü O'na havale etmek, O'ndan başka koruyucu, kollayıcı kabul etmemek de tevhid inancının gerektirdiği tek Allah'a ibadetin boyutlarını oluşturur.[4]

 

 

TEVHİD

 

Türkçede birlemek şeklinde ifade edilen tevhid, Arapça vahd kökünden türemiş bir mastardır. Tevhid sözlükte bir şeyin bir olduğuna hükmetmek, onu bir ve tek olarak bilmek, bir şeyi diğerlerinden ayırarak onu tek kılmak, birlemek gibi anlamlara gelmektedir.

Kavram olarak tevhid, Allah’ı zatında, fiillerinde, isim ve sıfatlarında birlemek, bütün ibadetleri yalnızca O’na yapmak, O’na hiç bir şeyi şirk koşmamaktır.[5] Yani O’na hiçbir şeyi ortak koşmaksızın, ne rasul bir peygamber, ne mukarreb bir melek, ne bir başkan, ne bir hükümdar, ne de yaratıklarından herhangi bir kimseyi ortak koşmaksızın bir ve tek olarak Allah’a ibadet etmek ve hatta severek, ta’zim ederek, mükafatını umup cezasından korkarak, yalnızca O’na ibadet etmek demektir. Burada anlatılan tevhidden kasıt ise peygamberlerin gerçekleştirmek maksadıyla gönderilmiş oldukları tevhid’dir. Zira kavimlerin zamanla ihlal ettikleri tevhid budur.

Tevhid’in bundan daha genel bir tarifi de şöyledir: “Yüce Allah’a has olan hususlarda Allah’ı birlemek demektir.”[6]

Tevhid, mutlak anlamda Allah’ın bir olduğunu bilmeyi, O’ndan başka ibadete layık ilah bulunmadığına, ortağı ve benzeri olmaktan uzak bulunduğuna inanmayı ifade eder. Tevhid en geniş anlamıyla bir Allah inancının, insanların düşündüğü bütün ilah düşüncelerinden uzak bir dünya görüşünün, tek yaratıcı, tek Rabb tanımanın açıkça ortaya konulmasıdır. Tevhid, aynı zamanda alemlerin Rabbi Allah tarafından insanlara gönderilen ilahi dinin adıdır. İnsanlar ya tevhid dinine, ya da şirk dinlerine inanırlar. Üçüncü bir yol yoktur insanın hayatında. Şirk, nasıl insanların kendi heva ve heveslerinden uydurdukları bütün dinleri tanımlıyorsa, Tevhid de Allah’ın vahiy yoluyla gönderdiği İslam dinini tanımlar.  

Allah’ın birliğinden, sıfatlarından ve diğer iman konularından bahseden ilme akaid ilmi denilir. Tevhid ilmi akaid ilminin diğer adıdır. Çünkü akaid ilmi ağırlıklı olarak Allah’tan ve O’nun insanlara gösterdiği inanç esaslarından bahseder.[7]

Tevhid bir takım şeyleri nefyetmek ve bir takım şeyleri de isbat etmek ile gerçekleşir. Yani tevhid olunanın (Allah’ın) dışındaki şeyler hakkındaki hükmü nefyetmek, nefyedileni de yalnız O’nun için tesbit etmek ile olur. Mesela biz şöyle diyoruz: İnsanın Allah’tan başka hiçbir ilah olmadığına şehadet etmek suretiyle yüce Allah’ın dışındaki bütün varlıkların uluhiyyetini nefyedip, yalnızca yüce Allah’ın uluhiyyetini tesbit etmedikçe tevhidi tam anlamıyla gerçekleşmez. [8]

Tevhid akidesinden bahseden ilim; Tevhid ilmi (ilmu’t-Tevhid) dir. Bu ilim kesin delillere dayandırılmıştır. En önemli konusunu da vahdaniyet konusu oluşturduğundan dolayı bu adı almıştır.

Tevhid İlminin Konusu:

1) Allah Teala’nın birliği ve inanılması gereken konular ve ilgili meseleler

2) Nübüvvet: Vahiy, nübüvet, risalet gibi inanılması lazım olan konular.

3) Sem’iyyat: Hükümleri yalnızca nakli delillere dayanan gayb aleminden bilinmesi-inanılması gereken konular. Kıyamet, melekler gibi.

Tevhid İlminin Faydası: Kesin delilerle Allah’a inanmak ve ebedi mutluluğa kavuşmak.

Tevhid İlminin Değeri: Tevhid ilmi ilimlerin en değerlisidir. Çünkü o Allah’ın zatıyla, peygamberleriyle ilgilidir.

Tevhid İlminin Nisbeti: İlimlerin aslı, anası durumundadır. Diğer ilimler ise onun kollarıdır.[9]

Tevhidin Amacı: Tevhid’den maksat, Allah’ı birlemek ve O’nu bir olarak kabul etmektir. Buradaki birden amaç sayı yönünden bir olması değil, O’nun hiç bir şekilde ortağının, benzerinin ve eşinin olmaması, ezeli ve ebedi sıfatları yönünden hiç bir şeye benzememesi, Kur’an’ın ifadesiyle hiç bir şekilde denginin bulunmamasıdır. Benzer cinsler arasında her hangi bir şeye bir denilir ama, onun cinsinden ve benzerinden başka şeyler de olabilir. Allah’ın bir ve tek oluşu ise benzersiz, eşsiz ve denksiz bir birliktir.

Tevhid, Allah’tan başka ilah olmadığına inanan mü’minlerin, bütün ilgi ve dikkatlerini Allah’a yöneltmeleri, Allah’a teslim olmaları, mutlak kudret sahibi olarak O’nu görmeleri, O’nun gösterdiği yolda yürümeleri, O’nun istediği gibi O’na kulluk yapmalarıdır. Tevhid ehline, yani şehadet getirip mü’min olanlara muvahhid-Allah’ı tevhid edenler denilir. Muvahhidler, Tevhid gerçeğine bu bilinçle yönelirler ve bu bilince göre hayatlarını sürdürürler. Tevhid ehli, yalnızca Allah vardır, demekle kalmaz. Bunu demekle beraber, O’ndan başka ibadete layık ilah, O’ndan başka yaratıcı, O’ndan başka rızık verici, O’ndan başka hüküm koyucu, O’ndan başka Rab olmadığına da inanırlar. İşte bu, Tevhid Dininin özüdür.[10]

Tevhidin Kapsamı: Bilindiği gibi Tevhid veya İslam Dini, Lailahe illallah: Allah’tan başka ilah yoktur, şeklinde ifade edilen Tevhid Kelimesi (Kelime-i Tevhid) ve Muhammed O’nun kulu ve Rasulü’dür olarak ifade edilen Şehadet Kelimesi (Kelime-i Şehadet) ile özetlenmiştir. Bu yüzden kim bu iki cümleyi inanarak söylerse mü’min olur. Bu iki cümle, İslam’ın bütün iman ve ibadet ilkelerini içerisine almaktadır. Mü’min bu iki cümleden birini söylediği zaman, bütün benliği ile Allah’tan başka ibadete layık ilah olmadığına ve Muhammed’in getirdiği dinin Hakk din olduğuna tanıklık (şahitlik) eder. Her iki cümle de ayrı ayrı İslam’ın ve buna inanmayı ifade etmenin özetidir.

Unutmamak gerekir ki, İslam yalnızca bu cümleleri dil ile tekrar etmek değildir. Bunlar İslam’ın giriş ve İslam’a girdikten sonra İslam’a ait ne varsa hepsini peşinen kabul etme duyurusudur. Mü’min bunları söyleyerek seçtiği dini ve bunun her türlü ilkesini, prensibini kabul ettiğini ortaya koymuş olur. Mü’min niçin tevhid kelimesini söylediğinin farkındadır. Bu sözün yalnızca iki gerçeği haber veren bir şey olmadığını bilir. Bu sözü söylerken neyi kabul ettiğini, neyi reddettiğini anlar. Bütün kalbiyle inanır, bunu diliyle ilan eder ve inandığı şeyin gereğini yapar.

Tevhid veya şehadet kelimesi iki hüküm cümlesidir. Birinci bölümde önce la ilahe: İlah yoktur, sanra da Allah vardır, yaygın söyleyişle Allah’tan başka ilah-tanrı yoktur, denilir. Dikkat edilirse inanmanın ilk şartı, bütün ilahları-tanrıları, ilah-tanrı düşüncelerini, ilaha-tanrıya benzetilen her şeyi kafadan ve gönülden silmek, sonra da tek Allah inancını kabul etmektir. Önce nefy-yani reddetme, sonra da tasdik-yani kabul etme söz konusudur. İslam açısından son derece önemli bir durumdur bu. Çünkü İslam’ın üzerinde durduğu en önemli mesele, Tevhid inancıdır. İnsanlar öncelikli olarak bu inancı benimsemekten sorumludurlar. Tevhid, yaratılışın ve var olmanın en önemli olayıdır. Kur’an’ın üzerinde en çok durduğu konu da budur.

Muhammed’in (s.a.v.) mesajı, Kur’an’ın öncelikli konusu, insanların şirk dinlerini terkederek, Tevhid dinini benimsemeleridir. Bu hem fıtrata (yaratılışa) uygun bir seçimdir, hem evrendeki teslimiyete bir katılmadır, hem de dünya ve ahiret kurtuluşudur. İslam’ın bütün yükümlülükleri, bütün prensipleri, emir ve yasakları; gönüllerine Tevhid inancı girmiş muvahhidler tarafından hakkıyla yerine getirilir. İnsanlık ailesinin en öncelikli faaliyeti ve meselesi Tevhid ile şirk arasındaki seçimdir. Kendi özgür iradesi elinde bulunan insan, Tevhid ile şirk arasında kendi isteği ile bir seçim yapacaktır. Yaptığı seçimin, yahi seçtiği hayat tarzının sonucuna da kendisi katlanacaktır.

Tevhid veya Şehadet kelimesinin ikinci kısmı, Muhammed’in Allah’ın rasulü (elçisi) olduğunu kabul ve ilan etmektir. Bunun anlamı da yalnızca O, Allah tarafından gönderilmiş bir elçidir, demek değildir elbette. O’nu Allah’ın son rasulü tanıdıktan sonra, O’nunla gönderilenleri, O’nun tebliğ ettiklerini, O’nun dediklerinin doğru olduğunu da kabul etmek demektir. Aynı zamanda O’nun anlatıp gösterdiği yaşama biçimini seçmek, O’nun tebliğ ettiği ilahi hükümleri, hayat prensibi haline getirmek anlamına da gelmektedir.  

Rabbimiz hükümlerini ve kullarından istediklerini rasulleri aracılığıyla insanlara bildirmiştir. Tevhid veya Şehadet kelimesini söyleyenler, Allah’ın hükümlerini kabul edenler ve onları hayatlarına uygulamaya karar verenlerdir. Tevhid kelimesi İslam’ın giriş kapısıdır desek yanlış olmaz. Ancak bu kapıdan içeri girenler, içeride olan her bir ilkeyi, her bir iman esasını, her bir kulluk şartını kabul etmiş ve pratik hayatta uygulamaya söz vermiş demektir.[11]

Tevhidin Türleri: Tevhid üç türlüdür. 1) Rububiyyet Tevhidi 2) Uluhiyyet Tevhidi 3) İsim ve Sıfat Tevhidi.

1) Rububiyyet Tevhidi: Yüce Allah’ın rabb olması, yaratması, emretmesi, yetiştirmesi ve imkan vermesi bakımından tekliğidir. Allah’tan başka yaratıcı olmadığı gibi O’ndan başka malik de yoktur. Emir etmek yalnız O’na ait bir haktır. Tevhidin bu türü Allah’ı fiillerinde birlemektir. Rububiyyet tevhidi, Allah’ın bu kainatı ve içerisindekileri herhangi bir ortağı ve yardımcısı bulunmaksızın tek başına yarattığına, yarattıklarının yegane sahibi olduğuna, hükmünde takipçisi olmadığına, emretme hakkının yalnızca kendisine ait olduğuna, dirilten, yaşatan ve öldürenin O olduğuna, bütün canlıların rızıklandırıcısı, her şeyin yöneticisi olduğuna, her türlü işi düzene koyduğuna, her şeyi koruyup kollayanın O olduğuna, korunmaya muhtaç olmadığına, dilediğini aziz, dilediğini zelil kıldığına, Allah’tan başka hiç kimsenin ve hiç bir şeyin ne kendi nefsine ne de başkasına O’nun izni ve dilemesi olmadıkça zarar ve fayda veremeyeceğine, dualara yalnızca O’nun icabet edeceğine inanmaktır. Allah’ın kaza ve kaderine inanmak, zatında vahdaniyetine yani bir ve tek olduğuna inanmak ta bu tevhidin kapsamına girer. Yani her yoktan var edilen şey muhakak Allah’ın bilgisinden, iradesinden ve kudretinden geçmiştir. Rububiyyet tevhidinin özü fiilleriyle Allah’ı tevhid etmek yani birlemektir.

Allah Teala şöyle buyuruyor:

“Âlemlerin Rabbi Allah’a hamdolsun.” (Fatiha: 1/2)

“Yerde ne varsa hepsini sizin için yaratan... O’dur.” (Bakara: 2/29)

“Çünkü şüphesiz ki Allah’tır hem rızkı veren, hem pek çetin kudret ve kuvvet sahibi olan.” (Zariyat: 51/58)

“Allah her şeyin yaratıcısıdır.” (Zümer: 39/62)

“Gökten ve yerden size Allah’tan başka rızık veren herhangi bir yaratıcı var mıdır? O’ndan başka hiçbir ilah yoktur.” (Fatır: 35/3)

“İşte bunları yaratan Rabbiniz Allah’tır. Mülk yalnız O’nundur. O’ndan başka çağırdıklarınız ise bir hurma çekirdeğinin zarına bile malik değildirler.” (Fatır: 35/13)

“Bütün mülk elinde bulunanın şanı ne yücedir ve O herşeye kadirdir.” (Mülk: 67/1)

“İyi bilin ki yaratma da, emretme de yalnız O’nundur. Âlemlerin Rabbi olan Allah’ın şanı ne yücedir!” (A’raf: 7/54)

Firavun’un yaptığı şekilde söylediklerine bizzat kendisi inanmayan, hakka karşı bile bile direnen bir kimse olması hali dışında yüce Allah’ın rububiyyetini inkâr eden herhangi bir kimsenin varlığı bilinmemektedir. Firavun kavmine: “Ben sizin en yüce rabbinizim.” (Naziat: 79/24); “Ey ileri gelenler! Sizin benden başka ilahınız olduğunu bilmiyorum.” (Kasas: 28/38) derken kendi sözlerine kendisi inanmıyor ve bu sözleri inancının ifadesi olarak dile getirmiyordu. Nitekim yüc Allah şöyle buyurmaktadır: “Kalpleri onlara inandığı halde zulümle büyüklenmeleri sebebi ile de onları inkâr ettiler.” (Neml: 27/14)

Yüce Allah’ın bize naklettiğine göre de Musa (a.s.) Firavun’a şunları söylemiştir: “Andolsun ki bunları birer ibret olmak üzere göklerin ve yerin Rabbinden başka kimsenin indirmediğini bilmişsindir. Ey Firavun! Ben de seni gerçekten helak edilmiş sanıyorum.” (İsra: 17/102)[12]

Tarih boyunca insanların çoğu tevhidin bu türünü kabul etmişlerdir. Rasulullah (s.a.v.) dönemindeki müşrikler de tevhidin bu türünü kabul ediyorlar, bunu inkara kalkışmıyorlardı. Fakat sadece tevhidin bu çeşidini kabul etmeleri, onların İslam’a girmeleri için yeterli değildi. Çünkü onlar Allah’a ibadette şirk koşuyorlar, Allah’ı gereği gibi takdir edemiyorlardı. İşte bu yüzden Rasulullah (s.a.v.) bunları müslüman kabul etmemiş, bilakis müşrik kabul ederek onları İslam’a davet etmiştir.

Allah Teala şöyle buyuruyor:

“De ki: “Size gökten ve yerden rızık veren kimdir? Ya da kulak ve gözlere sahip bulunan kimdir? Ölüden diriyi çıkaran ve diriden ölüyü çıkaran, her türlü işi düzene koyan kimdir?” “Allah’tır.” diyecekler. “Öyleyse sakınmaz mısınız? İşte gerçek Rabbiniz olan Allah budur. Artık haktan sonra sapıklıktan başka ne var? O halde nasıl olur da döndürülüyorsunuz?” de.” (Yunus: 10/31-32)

“De ki: “Eğer biliyorsanız, yeryüzü ve onun içinde olanlar kimindir?” “Allah’ındır.” diyecekler. “Öyleyse hiç düşünmez misiniz?” de. De ki: “Yedi göğün Rabbi ve büyük Arş’ın Rabbi kimdir?” “Allah’ındır.” diyecekler. “Öyleyse sakınmaz mısınız?” de. De ki: “Eğer biliyorsanız her şeyin mülkiyet ve yönetimi elinde olan, koruyup kollayan, fakat kendisi korunmayan kimdir?” “Allah’dır.” diyecekler. “Öyleyse sakınmaz mısınız?” de.” (Mü’minun: 23/84-89)

“Andolsun onlara: “Gökleri ve yeri kim yarattı, güneşi ve ayı kim emre amade kıldı?” diye soracak olursan, şüphesiz: “Allah” diyecekler. Şu halde nasıl oluyor da çevriliyorlar?” (Ankebut: 29/61)

“Andolsun onlara: “Gökten su indirip de ölümünden sonra yeryüzünü dirilten kimdir?” diye soracak olursan, şüphesiz: “Allah” diyecekler. De ki: “Hamd Allah’ındır.” Hayır, onların çoğu akletmiyorlar.” (Ankebut: 29/63)

“Andolsun onlara: “Gökleri ve yeri kim yarattı?” diye soracak olursan, tartışmasız; “Allah” diyecekler. De ki: “Hamd Allah’ındır.” Hayır, onların çoğu bilmezler.” (Lokman: 31/25)

“Andolsun onlara: “Gökleri ve yeri kim yarattı?” diye soracak olsan, elbette “Allah” diyecekler. De ki: “Gördünüz mü-haber verin; Allah’tan başka taptıklarınız, eğer Allah bana bir zarar dileyecek olsa, O’nun zararını kaldırabilirler mi? Ya da bana bir rahmet vermeyi istese, O’nun rahmetini tutup-önleyebilecekler mi? De ki: “Allah bana yeter. Tevekkül edecek olanlar, O’na tevekkül etsinler.” (Zümer: 39/38)

“Andolsun onlara: “Gökleri ve yeri kim yarattı?” diye soracak olursan, tartışmasız: “Onları, Aziz ve Alîm olan yarattı.” diyecekler.” (Zuhruf: 43/9)

“Andolsun onlara: “Kendilerini kim yarattı?” diye soracak olursan, elbette; “Allah” diyecekler. Öyleyse nasıl olur da çevriliyorlar?” (Zuhruf: 43/87)

Bunun böyle olmasının sebebi, kulların kalblerinin fıtraten Allah’ın yegane Rab oluşunu kabul edecek şekilde yaratılmış olmasıdır. Bundan dolayı tevhidin türlerinden ikincisini de kabul etmedikçe, Rububiyyetin tevhidine inanan bir kimse muvahhid olamaz.[13]

Rububiyyet Tevhidi, Tevhidin diğer bölümlerinin esasını teşkil etmektedir. Çünkü ibadet ve itaat edilmeye, boyun eğilmeye layık olan; yalnızca yaratıcı, mâlik ve evrenin idarecisi olan Allah’dır. Çünkü bu sıfatlar yalnız âlemlerin Rabbinin olabilir. Zira diri olan, işiten, gören, kadir olan, istediğini yapan ve işlerinde ve sözlerinde hikmet sahibi olan da Rabb’den başkası olamaz.[14] 

Şanı yüce Rabbimizin emri hem kainattaki kevni emirleri, hem de şer’i emirleri kapsar. Kainatın işlerini çekip çeviren, kainatta hikmetinin gereği olarak dilediği şekilde hüküm veren O olduğu gibi, yine hikmetinin gereği olarak ibadetleri teşri’ buyuran, muamelata dair hükümler koyan biricik hüküm koyucu da O’dur. Kim ibadetlerde Allah’tan başka bir şeriat koyucu yahut ta muamelatta Allah’tan başka bir hüküm koyucu kabul edecek olursa, o kimse Allah’a ortak koşmuş olur ve imana sahip olmamış olur.[15]  

2) Uluhiyyet Tevhidi: Bu tevhid, kulların yaptıkları fiillerde Yüce Allah’ı tek olarak tanıma, bilme ve inanmaları anlamındaki tevhiddir. Allah’ı ibadete layık yegane ilah olarak tanırken, başkasını asla O’na ortak koşmamaktır. İnsan yüce Allah’a ibadet edip, O’na yakınlaşmaya çalıştığı şekilde, Allah’la birlikte kendisine ibadet edip yakınlaşmaya çalıştığı herhangi bir varlık edinmemesi demektir. Yani sadece ve sadece Allah’a dua edip, yalnızca O’na yalvarmak, yalnızca O’nun için adak adamak, O’nun adına kurban kesmek, O’ndan umutvar olup beklemek, O’ndan korkmak, hep O’na tevekkülle dayanıp güvenmek, rağbette, korkuda ve yönelmede yalnız Allah’ı tanımak vb. amellerdir.

Uluhiyyet Tevhidi, zahiren ve batınen bütün ibadetleri Allah’a has kılmayı, hiç bir ibadeti az da olsa Allah’tan başkasına yapmamayı gerektirir. Uluhiyyet Tevhidi diğer iki tevhidi de içine almasına rağmen bu tevhid türleri Uluhiyyet Tevhidini kapsamazlar. Yani Rububiyyette Tevhidi sağlayan kişi, bunu yapmakla Uluhiyyette de Tevhidi sağlamış sayılmaz. Aynı şekilde bu kişi Allah’ı isim ve sıfatlarında birlemiş olsa bile yine de Uluhiyyet Tevhidini gerçekleştirmiş olmaz. Ama Uluhiyyet Tevhidini sağlayan kişi bununla birlikte her iki Tevhidi de sağlamış olur. Çünkü kişi bu şekilde bütün ibadetleri yalnızca Allah’a has kılmış, dolayısıyla; Allah’ın (c.c.) bu alemin yaratıcısı olduğunu ve kemal isim ve sıfatlara sahip olduğunu kabul etmiştir.

“Lailahe illallah” sözü bu üç tevhidi de ifade eder. Gerçek ilah kendisine sonsuz sevgi ve saygı gösterilen, güvenilen ve sığınılan, yani ibadet edilmeye, kayıtsız şartsız itaat edilip hükmüne teslimiyet gösterilmeye layık olan zattır. Bu zat ise her şeyi yaratan, yaratma işinde ortağı bulunmayan, kemal sıfatlara sahip olan Yüce Allah’dır.

Allah’ın uluhiyyetine iman hiçbir ortağı olmaksızın bir ve tek hak ilah olduğuna iman etmek demektir. İlah, ilah edinilen (me’luh) yani sevilerek ve ta’zim edilerek, kendisine ibadet olunan (ma’bud) demektir. Allah ile birlikte ilah edinilip, ibadet olunan her bir varlığın uluhiyeti batıldır. [16]

Allah Teala şöyle buyuruyor:

“Sizin ilahınız tek bir ilahtır. O’ndan başka ilah yoktur; O, Rahman’dır, Rahîm’dir.” (Bakara: 2/163)

“Allah kendisinden başka hiçbir ilah olmadığını adaleti ayakta tutarak açıkladı. Melekler ve ilem sahipleri de (buna tanıklak ettiler). O’ndan başka hiçbir ilah yoktur. Mutlak galibtir, Hakîmdir.” (Âl-i imran: 3/18)

“Ve Allah ile beraber başka bir ilaha dua etme. O’ndan başka ilah yoktur. O’nun vechinden başka her şey helak olucudur. Hüküm O’nundur ve siz O’na döndürüleceksiniz.” (Kasas: 28/88)

“İşte Rabbiniz olan Allah budur. O’ndan başka ilah yoktur. Her şeyin yaratıcısıdır, öyleyse O’na ibadet edin. O, her şeyin üstünde bir vekildir. Gözler O’nu idrak edemez. O ise bütün gözleri idrak eder. Şüphesiz O, Latif’dir, Habîr’dir.” (En’am: 6/102-103)

“İşte böyle; çünkü Allah, hakkın ta kendisidir. O’nun dışında, onların dua ettikleri ise, şüphesiz batılın ta kendisidir. Şüphesiz Allah Aliyy’dir, Kebir’dir.” (Hacc: 22/62)

Bu uydurma ma’budlara ilah adının verilmesi, onlara uluhiyyet hakkını vermez. Nitekim yüce Allah, Lat, Uzza ve Menat hakkında şöyle buyurmaktadır:

“Onlar ancak sizin ve atalarınızın adlandırdığı ve Allah’ın kendileri hakkında hiçbir delil indirmediği bir takım boş isimlerden ibarettir.” (Necm: 53/23)

Hud’un, (a.s.) kavmine şunları söylediğini de yüce Allah bizlere bildirmektedir:

“Allah’ın haklarında hiçbir delil indirmediği kendinizin ve atalarınızın taktığı (ilah adını verdiği) bir takım adlar hakkında mı benimle tartışıyorsunuz?” (A’raf: 7/71)

Yusuf’un (a.s.) da zindandaki arkadaşlarına şunları söylediğini bize haber vermektedir:

“Ey zindan arakadaşlarım! Darmadağınık bir çok rabler mi hayırlıdır, yoksa bir tek olan ve her şeyi hükmü ve iradesi altında tutan (Kahhar olan) Allah mı? Sizin O’nu bırakıp da taptıklarınız kendinizin ve atalarınızın adlandırdığı bir takım isimlerden başkası değildir. Allah bunlara dair hiçbir delil indirmemiştir.” (Yusuf: 12/39-40)  

Bundan dolayı rasuller kavimlerine: “Allah’a ibadet edin, O’ndan başka hiçbir ilahınız yoktur.” (Mü’minun: 23/32) diyorlardı. Ancak müşrikler bunu kabul etmediler, Allah’tan başka ilahlar edindiler. Bu ilahlara Allah’la birlikte tapındılar, onlardan yardım ve medet istediler.

Yüce Allah müşriklerin bu ilahları ilah edinmelerini akli iki kesin delil ile çürütmüş bulunmaktadır.

Birinci delil: Onların ilah edindikleri bu varlıklarda uluhiyyetin hiçbir özelliği bulunmamaktadır. Çünkü bunlar yaratılmış varlıklardır, kendileri bir şey yaratamazlar. Kendilerine ibadet eden kimselere en ufak bir fayda sağlayamazlar. Onlara gelebilecek hiçbir zararı önleyemezler. Onlara hayat veremezler, öldüremezler. Göklerde herhangi bir şeye malik olamadıkları gibi mülkünde ortaklıkları da yoktur. 

Allah Teala şöyle buyuruyor:

“Onlar O’nu bırakıp hiçbir şey yaratamayan, aksine kendileri yaratılmış olan ve kendi kendilerine bile bir zarar ve fayda veremeyen, öldürmeye, diriltmeye ve ölümden sonra tekrar can vermeye gücü yetmeyen ilahlar edindiler.” (Furkan: 25/3)

“De ki: Allah’tan başka (ilah diye) iddia ettiklerinize dua edin bakayım. Onlar göklerde de yerde de zerre ağırlığınca hiçbir şeye sahip değildirler. Onların bu ikisinde hiçbir ortaklığı da yoktur ve O’nun bunlardan hiçbir yardımcısı da yoktur. O’nun nezdinde şefaat kendisine izin verdiklerinden başkasına fayda vermez.” (Sebe: 34/22-23)

“Kendileri yaratılmış oldukları halde hiçbir şeye yaratmayakudreti olmayanları mı eş koşuyorlar? Halbuki bunlar kendilerine hiçbir şekilde yardım edemeyecekleri gibi, kendi kendilerine bile yardım edemezler.” (A’raf: 7/191-192)

Bu uydurma ilahların durumu böyle olduğuna göre, onları ilah diye kabul etmek akılsızlığın en ileri derecesi ve batılın da batılıdır.

İkinci delil: Bu müşrikler şanı yüce Allah’ın her şeyin mülk ve tasarrufunu elinde bulunduran, kendisi himaye ettiği halde kendisine rağmen başkalarının başkalarını himaye altına almaları söz konusu olmayan yaratıcı, biricik rab olduğunu kabul ediyorlardı. Onların bunu kabul etmeleri rububiyyette O’nu tevhid ettikleri gibi, uluhiyyette de O’nu tevhid etmelerini gerektirmektedir. Nitekim yüce Allah şöyle buyurmaktadır:

 “Ey insanlar! Sizi de, sizden öncekileri de yaratan Rabbinize ibadet edin ki takva sahibi olasınız. O ki yeryüzünü sizin için bir döşek, göğü de bir bina yaptı. O gökten su indirip, onunla size rızık olmak üzere meyveler çıkardı. Artık siz de bildiğiniz halde Allah’a eşler koşmayınız.” (Bakara: 2/21-22)

“De ki: “Size gökten ve yerden rızık veren kimdir? Ya da kulak ve gözlere sahip bulunan kimdir? Ölüden diriyi çıkaran ve diriden ölüyü çıkaran, her türlü işi düzene koyan kimdir?” “Allah’tır.” diyecekler. “Öyleyse sakınmaz mısınız? İşte gerçek Rabbiniz olan Allah budur. Artık haktan sonra sapıklıktan başka ne var? O halde nasıl olur da döndürülüyorsunuz?” de.” (Yunus: 10/31-32)

“Andolsun onlara: “Kendilerini kim yarattı?” diye soracak olursan, elbette; “Allah” diyecekler. Öyleyse nasıl olur da çevriliyorlar?” (Zuhruf: 43/87)[17]

Tüm nebi ve rasuller, toplumlarını Uluhiyyet Tevhidi’ne, yani yalnızca Allah’a ibadet etmeye, O’na hiçbir şeyi şirk koşmamaya, tağutları reddetmeye, iman edenleri cennetle müjdelemeye, inkar edenleri ise cehennemle korkutmaya davet etmişlerdir ki insanların Allah’a karşı mazeret olarak ileri sürecek bahaneleri ve delilleri olmasın. Allah adildir, kimseye zerre kadar haksızlık etmez. İnsana gücünün yetmeyeceği şeyleri yüklemez.

“Andolsun ki biz her kavme: “Allah’a ibadet edin ve tağuttan sakının diye bir rasul gönderdik.” (Nahl: 16/36)    

 “Senden önce hiç bir rasul göndermedik ki, ona şunu vahyetmiş olmayalım: “Benden başka ilah yoktur, öyleyse bana ibadet edin.” (Enbiya: 21/25)

“Müjdeleyici ve korkutucu olan rasuller ki insanlar için rasullerden sonra Allah’a karşı bir delil olmasın. Şüphesiz Allah Aziz ve Hakim olandır.” (Nisa: 4/163)

“Andolsun ki biz Nuh’u kendi kavmine gönderdik. Dedi ki: “Ey kavmim! Allah’a ibadet edin, sizin O’ndan başka ilahınız yoktur. Doğrusu ben sizin için büyük bir günün azabından korkmaktayım.” (A’raf: 7/59)

“Ad’a da kardeşleri Hud’u: “Ey kavmim! Allah’a ibadet edin, sizin O’ndan başka ilahınız yoktur. Hala korkup-sakınmayacak mısınız?” dedi.” (A’raf: 7/65)

“Semud’a da kardeşleri Salih’i: “Ey kavmim! Allah’a ibadet edin, sizin O’ndan başka ilahınız yoktur... dedi.” (A’raf: 7/73) 

“Medyene de kardeşleri Şuayb’ı: “Ey kavmim! Allah’a ibadet edin, sizin O’ndan başka ilahınız yoktur... dedi.” (A’raf: 7/85) 

“Hüküm yalnızca Allah’ındır. O, kendisinden başkasına ibadet etmemenizi emretmiştir. Dosdoğru olan din işte budur. Ancak insanların çoğu bilmezler.” (Yusuf: 12/40)

“Elif Lam Ra. Ayetleri muhkem kılınmış, sonra Hakîm ve Habîr olan tarafından birer birer açıklanmış bir Kitap’tır. Öyle ki, Allah’tan başkasına ibadet etmeyin. Gerçekten ben, sizi O’nun tarafından uyaran ve müjdeleyenim.” (Hud: 11/1-2)

Rasulullah’ın (s.a.v.) kendileriyle savaştığı ve kanlarını, mallarını, topraklarını, ülkelerini mübah kılıp, kadın ve çocuklarını esir ettiği müşriklerin sapıklığa düştüğü tevhid budur. Peygamberler de çoğunlukla bu tür tevhid konusunda kavimlerine karşı davette bulunmuşlardır.

O halde ibadet ancak Yüce Allah’a yapılırsa sahih olur. Bu tevhidi ihlal eden bir kimse müşrik ve kâfirdir. İsterse rububiyyetin, isim ve sıfatların tevhidini kabul etmiş olsun. Mesela bir kimsenin Rububiyyet, isim ve sıfatların tevhidini tam anlamıyla ikrar ettiğini kabul etsek, ancak kabre gidip o kabir sahibine ibadet etse yahut ta ona yakınlaşmak maksadıyla ona bir kurban adayacak olursa, böyle bir kimse kâfir ve müşriktir, ebediyyen cehennemdedir.

Allah Teala şöyle buyuruyor:

“Çünkü kim Allah’a ortak koşarsa, hiç şüphesiz Allah ona cenneti haram kılmıştır. Onun varacağı yer ise ateştir, zulmedenlerin de hiçbir yardımcıları yoktur.” (Maide: 5/72)

Tevhid’in yüce Allah’ın vermiş olduğu emirlerin en büyüğü olmasının sebebi dinin tamamen onun üzerinde yükseldiği bir esas oluşundan dolayıdır. Bundan dolayı Rasulullah (s.a.v.) de yüce Allah’a davete bununla başlamış, davet için gönderdiği kimselere de bununla başlamalarını emretmiştir. [18]

Uluhiyyetin Tevhidi, kulların kendi fiilleriyle, yüce Allah’ı bir ve tek olarak tanıdıklarını ortaya koymalarıdır. Buna ibadet tevhidi adı da verilir. Bu anlam itibariyle kesin olarak şu hususlara inanmayı ihtiva eder:

Hak ilah kendisinden başka hiçbir ilah bulunmayan O Allah’tır. O’nun dışındaki bütün mabudlar batıldır. Yalnızca Yüce Allah’a ibadet edilmeli, O’na boyun eğilmeli, mutlak olarak sadece O’na itaat olunmalıdır. Kim olursa olsun kimse O’na ortak koşulmamalıdır. Namaz, oruç, zekât, hac, dua, istiane (yardım dileme), adak, zebh (eti yenir hayvanları kesmek), tevekkül, havf, reca (korku ve ümit), sevgi ve buna benzer zâhir ve bâtın (gizli ve açık) ibadet türlerinden hiçbir şeyin O’ndan başkası için yapılmamasıdır. Allah’a sevgi, korku ve ümitle birarada ibadet olunmasıdır ki, bunlardan bir bölümü ile O’na ibadet edip bir bölümünü dışarıda tutmak sapıklıktır.

Allah Teala şöyle buyuruyor:

“Yalnız sana ibadet eder ve yalnız senden yardım dileriz.” (Fatiha: 1/5)

“Kim buna dair hiçbir delili bulunmaksızın, Allah ile birlikte başka bir ilaha ibadet ederse, onun hesabı ancak Rabbinin katındadır. Kâfirler hiç şüphesiz kurtuluşa eremezler.” (Mü’minun: 23/117)

Uluhiyyetin tevhidi bütün rasullerin kendisine çağırdıkları bir husustur. Önceki ümmetleri helak yurduna götüren bu tevhidin inkârıdır.

Dinin başı, sonu, içi ve dışı uluhiyyetin tevhididir. Rasullerin ilk ve son çağrısı budur. Bunun için Rasuller gönderilmiş, Kitablar indirilmiş, cihad maksadıyla kılıçlar çekilmiş; mü’minlerle kâfirler, cennet ehli ile cehennem ehli birbirinden ayrılmıştır.

İşte “Allah’tan başka ilah yoktur.” cümlesinin anlamı budur.  

Allah Teala şöyle buyuruyor:

“Senden önce gönderdiğimiz her bir peygambere mutlaka şunu vahyederdik: Benden başka ilah yoktur. O halde yalnız bana ibadet edin.” (Enbiya: 21/25)

Rububiyyetin tevhidi, uluhiyyetin tevhidini gerektirir. Çünkü yaratıcı, rızık verici, malik, tasarrufta bulunan, hayat veren, öldüren, bütün kemal sıfatlarına sahip, hertürlü eksiklikten münezzeh, herşey elinde bulunan bir Rabbin, aynı zamanda hiçbir ortağı bulunmayan ve ibadetin yalnız kendisine yöneldiği mutlak bir ilah olması da gereklidir.

Allah Teala şöyle buyuruyor:

“Ben cinleri de insanları da ancak bana ibadet etsinler diye yarattım.” (Zariyat: 51/56)

Çünkü müşrikler bir ve tek ilaha ibadet etmiyorlardı. Onlar birden çok ilaha ibadet ediyorlar ve bunların kendilerini Yüce Allah’a yakınlaştırdıklarını ileri sürüyorlardı. Bununla birlikte bu uydurma ilahların fayda ve zarar vermediklerini de kabul ediyorlardı. İşte bundan dolayı Yüce Allah Rububiyyetin tevhidini kabul etmelerine rağmen onları mü’min olarak değerlendirmemiş, aksine ibadette başkalarını kendisine ortak koşmaları dolayısıyla onları kâfir olarak değerlendirmiştir.

İşte bu noktada selefin yani ehl-i sünnet ve’l-cemaatin inancı uluhiyyet hususunda başkalarından ayrılmaktadır. Bazılarının kastettiği gibi tevhidin anlamı onlara göre yalnızca Allah’tan başka yaratıcı ilah olmamasından ibaret değildir. Aksine onlara göre uluhiyyetin tevhid edilmesi, ancak şu iki esasın varlığı ile birlikte gerçekleşebilir:

1) Bütün ibadet çeşitlerinin yalnızca Yüce Allah’a yapılması, yaratılmış hiçbir varlığa yaratıcının hak ve özelliklerinden hiçbirisinin verilmemesi.

Buna göre Allah’tan başkasına ibadet edilmez. Allah’tan başkası için namaz kılınmaz. Allah’tan başkasına secde edilmez, Allah’tan başkasına adakta bulunulmaz. Allah’tan başkasına tevekkül edilmez. Şüphesiz uluhiyyetin tevhid edilmesi, ibadetin yalnızca Yüce Allah’a yapılmasını gerektirir. İbadet ise ya kalb ile dilin bir sözü yahut ta kalb ile organların bir amelidir.

Allah Teala şöyle buyuruyor:

“De ki: Şüphesiz benim namazım, ibadetim, hayatım ve ölümüm âlemlerin Rabbi olan Allah içindir. O’nun hiçbir ortağı yoktur. Ben bununla emrolundum ve ben müslümanların ilkiyim.” (En’am: 6/162-163)

“Uyanık olun halis olan din yalnız Allah’ındır.” (Zümer: 39/3)

2) İbadet yüce Allah’ın ve Rasulünün emrettiğine uygun olmalıdır.

Buna göre ibadet boyun eğmek ve itaatin yalnızca O’na yapılması sureti ile Allah’ın tevhid edilmesi “Allah’tan başka ilah yoktur” diye ifadelendirilen şehadetin gerçekleştirilmesi demektir.

Rasulullah’a (s.a.v.) tabi olup, onun emir ve yasaklarına boyun eğmek de “Muhammed, Allah’ın Rasulüdür” şehadetinin gerçekleştirilmesidir.

O halde ehl-i sünnet ve’l-cemaatin yöntemi şudur:

Onlar yüce Allah’a ibadet eder ve O’na hiçbir şeyi ortak koşmazlar. Allah’tan başkasından dilekte bulunmazlar, ancak Allah’tan yardım dilerler. Ancak yüce Allah’ın imdatlarına koşmalarını isterler. Yalnızca yüce Allah’a tevekkül ederler. O’ndan başkasından korkmazlar. Yüce Allah’a itaat, ibadet ederek ve salih ameller ile yakınlaşmaya çalışırlar.[19]

Allah Teala şöyle buyuruyor:

“Allah’a ibadet edin ve O’na hiçbir şeyi ortak koşmayın.” (Nisa: 4/36)

Uluhiyyet Tevhidi iki çeşittir:

1) Allah’ın varlığında ve onu tanımada tevhid:  Bu, Allah Teala’nın isim ve sıfatlarının ve fiillerinin varlığını kanıtlamaktadır. O’nun benzeri hiçbir şey yoktur. Allah Teala kendisinden bahsettiği gibi, yine bu konuları Rasulullah (s.a.v.) de ele almıştır. Nitekim Kur’an-ı Kerim’de; Hadid ve Taha surelerinin başında, Haşr suresinin sonunda, Secde ve Al-i imran surelerinin başında ve İhlas suresinin tamamında bu konu açıklanmıştır.  

2) Taleb ve yönelişte tevhid: Bu da Kâfirun suresinde, Âl-i imran suresinin 64. ayetinde, A’raf suresinin başında ve sonunda, Yasin suresinin başında, ortasında ve sonunda ve En’am suresinin tamamında belirtilmiştir.

Kur’an-ı Kerimin çoğu sureleri uluhiyyet tevhidinin iki çeşidini de kapsar. Hatta bütün Kur’an-ı Kerim. Zira Kur’an-ı Kerim ya; Allah Teala’nın zatından, isimlerinden, sıfatlarından haber verir ki; bu haberi ve ilmi tevhiddir.

Ya da ortağı olmayan, sadece Allah’a ibadete ve O’ndan başkasına da tapınmamaya çağırır. İşte bu da talebi, iradi tevhiddir, tevhidin gerektirdiklerindendir. Ya da; Allah Teala’nın tevhid ehline olan ikramını, onlara dünyada yaptığı iyilikleri ve ahirette yapacağı ihsanları anlatır. Bu da tevhid mükafatıdır.

Ya da; şirk ehlinden, onlara dünyada yaptıklarından ve ahirette vereceği cezalardan bahseder ki bu da tevhid çizgisinden sapanların cezalarıdır.

Kısaca Kur’an-ı kerim tevhidden, tevhid ehlinden ve onların mükafatlarından, şirkten, şirk ehlinden ve onların karşılaşacakları azaplardan bahseder.[20] 

3) İsim ve Sıfat Tevhidi: Allah’ı zatında, isim ve sıfatlarında bir olarak tanımaktır. Allah birdir. Bu birlik, sayı yönünden değil, eşi, ortağı, dengi ve benzeri olmaması yönüyle birdir. Allah’ın kendini Kur’an’da vasfettiği, Rasulullah’ın sahih sünnetlerinde bizlere açıkladığı üzere, bütün noksanlıklardan uzak, yani kemal sıfatlara sahip olduğuna, mahlukata benzemediğine, bu isim ve sıfatları artırmadan, azaltmadan, saptırmadan, sapık tevillerle, tevil etmeden, iptal etmeksizin, misal ve keyfiyet vermeksizin ve mahiyetini araştırmaksızın olduğu gibi kabul etmek gerekir. Allah’ın isim ve sıfatları zatına bağlıdır. Allah’ın zatının mahiyetini bilemiyeceğimiz için isim ve sıfatlarının da mahiyetini bilemeyiz. Allah’ın Kur’an’da geçen el, yüz, göz, istiva gibi sıfatlarını kabul ederiz. Bu sıfatların mahiyetini bilemeyiz. Bu selefin görüşüdür. Halef ise bir takım gerekçelere dayanarak bu sıfatları Allah’ın zatına bir noksanlık getirmeyecek şekilde tevil etmişlerdir.

Allah Teala şöyle buyuruyor:

“De ki: “O Allah bir tektir. Allah Samed’dir. Doğurmamış ve doğrulmamıştır. Hiç bir şey O’na denk değildir.” (İhlas: 112/1-4)

“O’nun benzeri hiç bir şey yoktur. Muhakkak ki O Semi’dir, Basir’dir.” (Şura: 42/11)  

“En güzel isimler Allah’ındır. O halde O’na güzel isimlerle dua edin. O’nun isimleri hakkında eğri yola sapanları bırakın. Onlar, yapmakta olduklarının cezasını göreceklerdir.” (A’raf: 7/180)

“De ki: “Allah diye çağırın, Rahman diye çağırın’ ne ile çağırırsanız; sonunda en güzel isimler O’nundur.” (İsra: 17/110)

“Göklerde ve yerde en yüksek sıfatlar yalnız O’nundur. O, Azîz’dir, Hakîm’dir.” (Rum: 30/27)

İsimlerden maksat; Allah lafzı gibi sırf Allah Teala’nın zatına delalet eden kelimelerdir.

Sıfatlardan maksat; ilim, kudret gibi Allah’ın sıfatlarından herhangi bir sıfata delâlet eden kelimelerdir. Rahman kelimesi gibi bazı kelimeler hem isim hem de sıfat olabilirler. İsim oluşunun örnekleri:

“Rahman Arş’a istiva etmiştir.” (Taha: 20/5)

“Rahman Kur’an öğretti.” (Rahman: 55/1-2)

Sıfat oluşunun örnekleri:

“Rahman ve Rahîm olan Allah’ın adıyla.” (Fatiha: 1/1)

“O, esirgeyen bağışlayandır.” (Haşr: 59/22)

İsim ve sıfatların tevhidi üç esasa dayanır.

1) Allah’ı mahlukata benzemekten ve noksanlıklardan tenzih etmek. Her müslümanın Allah’ı ortaktan, denk (eş)den, O’nun izni olmaksızın şefaatçiden tenzih etmesi ve uyuma, yorulma, unutma, ölüm, zulüm gibi vasıfların Allah’da bulunmayacağına inanması gerekir.

2) Ziyade, noksanlık ve değiştirme yapmaksızın Kitap ve Sünnetteki bütün isim ve sıfatlara inanmak. Müslüman; kitap ve sünnette geldiği gibi hiçbir değişiklik yapmaksızın isim ve sıfatlara iman etmesi gerekir.

3) Bu sıfatların şekillerini düşünmemek. Müslümanın bu isim ve sıfatların şekillerini düşünmemesi, araştırmaması ve sormaması gerekir. Zira ehl-i sünnetin çoğunluğuna göre Allah Teala’nın isim ve sıfatları tevkifidir, yani Allah Teala’nın bunların manalarını bildirmesine ihtiyaç vardır. Bunlara Kitap ve sünnette geldiği şekil üzere inanmak lazımdır.

İmam Ahmed b. Hanbel; “Kitap ve sünnetin dışında hiçbir vasıfla Allah Teala vasıflandırılamaz.” demektedir.   

İbn Teymiyye de şöyle diyor: “Hiçbir değişiklik, şekillendirme ve benzetme yapmaksızın Allah’ın sıfatlarıyla O’nu vasıflandırmak imanın gereğidir. Mü’minler Allah’ın benzeri olmadığına inanırlar. Kelimeleri yerlerinden oynatmazlar. İsim ve sıfatları inkâr etmezler. Allah’ı mahlukatın herhangi bir çeşidine de benzetmezler.”

Anlatılanlardan da anlaşıldığı gibi şunlar tevhid inancını sarsar:

1) Tahrif: Kelimelerin lafızlarını ve manalarını fazlalık katarak veya eksilterek değiştirmek.

2) Temsil (Şekil kazandırmak).

3) Teşbih (Mahlukata benzetmek): Müşriklerin putları Allah’a benzetmeleri, hristiyanların Hz. İsa’yı Allah kabul etmesi gibi.

4) Ta’til: Allah’ın mezkur ilahi sıfatlara sahip olmadığını iddia etmek, isim ve sıfatlarının olmadığını kabul etmek.

5) İlhad: Kelimelerin lafız ve manalarını gerçeklerden saptırarak, başka yorumlar katmak.

Fahreddin Razi bu knuyla ilgili olarak şöyle diyor:

Allah’ın isimlerinde ilhad üç türlüdür:

1) Allah’tan başka varlıkları da ilah olarak isimlendirmek. Putperestlerin putlara ilah dedikleri gibi.

2) Allah’a O’na yakışmayan bir isim vermek. Allah Mesih’in babasıdır, demek gibi.

3) Kişinin Yüce Allah’ı manası bilinmeyen ve sahibi de düşünülmeyen bir ifadeyle anması gibi.[21]    

İsim ve sıfatların tevhidi, en güzel isimlerin ve en yüce sıfatların yüce Allah’a ait olduğuna kesin olarak inanmak demektir. O bütün kemal sıfatlarına sahib ve bütün eksik sıfatlardan münezzehtir. O bu özelliği ile bütün varlıklardan ayrı ve eşsizdir.

Ehl-i sünnet ve’l-cemaat Rablerini Kur’an ve Sünnette gelmiş sıfatlar ile bilip tanırlar. O’nu, O’nun kendi zatını ve Rasulü’nün O’nu nitelendirdiği sıfatlarla nitelerler. Lafızları kullanıldıkları gerçek anlamlarından saptırma yoluna gitmezler. O’nun isim ve âyetlerinde ilhada[22] sapmazlar. Yüce Allah’ın kendisi hakkında öyle olduğunu ortaya koyduğu ne varsa, herhangi bir temsil, keyfiyetlendirme, ta’til ve tahrife sapmaksızın aynen kabul ederler. Bütün bunlarda uydukları kaide ise yüce Allah’ın şu buyruklarıdır:

“O’nun benzeri hiçbir şey yoktur ve O, herşeyi işitendir, görendir.” (Şura: 42/11)

“En güzel isimler Allah’ındır. O halde ona bunlarla dua edin. O’nun isimlerinde ilhada (eğriliğe) sapanları terkedin. Onlar yapmakta olduklarının cezasını göreceklerdir.” (A’raf: 7/180)

Ehl-i sünnet ve’l-cemaat yüce Allah’ın sıfatlarının keyfiyetine dair sınırlandırmalara kalkışmazlar. Çünkü o keyfiyete dair bize bir haber vermiş değildir. Zira yüce Allah hakkında hangi sıfatların sözkonusu edilip, hangisinin sözkonusu edilemeyeceğini yüce Allah’tan başka hiçbir kimse bilemez.

Allah Teala şöyle buyuruyor: 

“De ki: “Siz mi daha iyi biliyorsunuz, yoksa Allah mı?” (Bakara: 2/140)

“Allah hakkında örnekler bulmaya kalkışmayın. Çünkü Allah bilir, siz bilmezsiniz.” (Nahl: 16/74)

Yüce Allah’tan sonra da Allah’ı O’nun Rasulünden daha iyi kimse bilemez.

Allah Teala şöyle buyuruyor: 

“O kendi hevasından bir söz söylemez. O bildirilen bir vahiyden başkası değildir.” (Necm: 53/3-4)

Ehl-i sünnet ve’l-cemaat şanı yüce Allah’ın kendisinden önce hiçbir şeyin var olmadığı ilk, kendisinden sonra hiçbir şeyin olmadığı ahir, kendisinden üstün hiçbir şeyin olmadığı zâhir, kendisinden öte hiçbir şeyin olmadığı bâtın olduğuna inanırlar.

Allah Teala şöyle buyuruyor: 

“O, hem ilktir, hem âhirdir, hem zâhirdir, hem bâtındır. O her şeyi en iyi bilendir.” (Hadid: 57/3)

Yine şuna inanırlar ki, şanı yüce Allah’ın zatı diğer zatlara, varlıklara benzemez. Sıfatları da aynı şekilde diğer sıfatlara benzemez. Şanı yüce Allah’a benzer, O’na denk, O’na eş olabilecek hiçbir varlık yoktur. O yarattığı varlıklarla kıyas edilmez. Bu bakımdan yüce Allah’ın kendi zatı hakkında tesbit ettiklerini onlar da temsilsiz olarak tesbit ve kabul ederler, ta’til sözkonusu olmaksızın tenzih ederler. Yüce Allah’ın kendi zatı hakkında tesbit ettiğini kabul ettiklerinde, O’nu temsile (başkasına benzetmeye) kalkışmazlar. O’nu tenzih ettikleri vakit de kendi zatını nitelendirdiği vasıfları ta’til etmeye (onları yok gibi kılmaya) da kalkışmazlar.[23]

Yüce Allah’ın her şeyin kuşatıcısı, herşeyin yaratıcısı, hayatta olan her bir varlığın rızık vericisi olduğuna inanırlar.

Allah Teala şöyle buyuruyor: 

“Yaratan bilmez mi hiç? O, latiftir, herşeyden haberdardır.” (Mülk: 67/14)

“Şüphesiz rızık veren, güç ve kuvvet sahibi olan Allah’tır.” (Zariyat: 51/58)

Yüce Allah’ın yedi semavatın üstünde ve yarattıklarından ayrı olarak Arşın üstünde istiva ettiğine[24], ilmiyle herşeyi kuşattığına, -kitab-ı kerim’inde yedi ayrı ayet-i kerime’de kendi zatı ile ilgli olarak haber verdiği şekilde- ve keyfiyet nisbeti sözkonusu olmaksızın[25] inanırlar. 

Allah Teala şöyle buyuruyor: 

“Rahman Arş’a istiva etti.” (Taha: 20/5)

“Sonra Arş’a istiva etti.” (Hadid: 57/4)

“Göktekinin sizi yere geçirmesinden emin mi oldunuz? O zaman onun durmadan çalkalanmakta olduğunu göreceksiniz. Yahut göktekinin üzerinize taş yağdıran bir rüzgar göndermesinden emin mi oldunuz? Hem benim korkutmamın nasıl olduğunu bileceksiniz.” (Mülk: 67/16-17)

“Güzel söz O’na çıkar; salih amel O’na yükselir.” (Fatır: 35/10)

“Üstlerindeki Rablerinden korkarlar.” (Nahl: 16/50)

Rasulullah (s.a.v.) şöyle buyuruyor:

“Ben semadakinin emini olduğum halde, siz bana nasıl olur da güvenmezsiniz.”[26]

Ehl-i sünnet ve’l-cemaat Kürsi ile Arş’ın hak olduğuna da inanırlar.

Allah Teala şöyle buyuruyor: 

“O’nun kürsisi gökleri ve yeri kuşatmıştır. Onları koruması O’na ağır gelmez. O, çok yücedir, çok büyüktür.” (Bakara: 2/255)

Arş’ın büyüklüğünü yüce Allah’tan başka kimse bilemez. Kürsi’nin Arş’a nisbeti ise büyük bir düzlükte bırakılmış bir halka gibidir. Gökleri ve yeri kuşatmıştır. Allah’ın Arş’a da Kürsi’ye de ihtiyacı yoktur. Ona ihtiyacı olduğundan dolayı Arş’a istiva etmiş değildir. Aksine bu kendisinin tesbit ettiği sonsuz bir hikmetin gereğidir.O Arş’a da, Arş’ın dışındaki diğer varlıklara da muhtaç olmaktan münezzehtir. Şanı yüce Allah bundan çok daha büyüktür. Aksine Arş da, Kürsi de O’nun kudret ve egemenliği ile taşınan iki varlıktır.

Yüce Allah’ın Adem’i iki eli ile yarattığına –ki O’nun her iki eli de yemin (sağ)dir- ve O’nun iki elinin –kendi zatını nitelendirdiği gibi- dilediği şekilde infak ederek açık olduğuna inanırlar.

Allah Teala şöyle buyuruyor: 

“Yahudiler: ‘Allah’ın eli bağlıdır.” dediler. Söylediklerinden ötürü kendi elleri bağlandı ve onlara lanet edildi. Hayır, Allah’ın iki eli de açıktır. O, nasıl dilerse, öyle infak eder.” (Maide: 5/64)

“Kendi ellerimle yarattığıma secdeden seni ne alıkoydu?” (Sad: 38/75)

Ehl-i sünnet ve’l-cemaat yüce Allah’ın işitme, görme, yüz, ilim, kudret, kuvvet, izzet, kelam, hayat, kadem (ayak), el, beraber oluş (maiyyet) ve buna benzer gerek kendi kitabında, gerek zatını vasfettiği, gerekse de peygamberi (s.a.v.) vasıtası ile belirttiği sıfatları kabul ederler. Bunların keyfiyyetini ancak Allah bilir, biz bilemeyiz. Çünkü O, bize bunların keyfiyetine dair haber vermemiştir.

Allah Teala şöyle buyuruyor: 

“Muhakkak ben sizinle birlikteyim. İşitirim ve görürüm.” (Taha: 20/46)

“O Alîm’dir, Hakîm’dir.” (Tahrim: 66/2)

“Allah, Musa ile de konuştu.” (Nisa: 4/164)

“Celal ve ikram sahibi Rabbinin vechi (yüzü) ise kalıcıdır.” (Rahman: 55/27)

“Allah onlardan razı olmuştur. Onlar da O’ndan hoşnut olmuşlardır.” (Maide: 5/119)

“O, onları sever, onlar da O’nu severler.” (Maide: 5/54)

“Nihayet onlar bizi öfkelendirince, kendilerinden intikam aldık.” (Zuhruf: 43/55)

“Allah... O’ndan başka hiçbir ilah yoktur. Diridir ve kayyûm’dur.” (Al-i imran: 3/2)

“Allah’ın kendilerine gazab ettiği bir topluluğu...” (Mümtehine: 60/13) ve bunlardan başka diğer sıfat ayetleri...

Ehl-i sünnet ve’l-cemaat mü’minlerin ahirette gözleriyle Rablerini göreceklerine, onu ziyaret edip, kendisinin onlarla, onların da kendisiyle konuşacaklarına da iman ederler.

Allah Teala şöyle buyuruyor: 

“O günde yüzler var ki apaydınlıktır. Rablerine bakıcıdırlar.” (Kıyame: 75/22-23)

Onlar ondördündeki ay’ı görüp, onu görmekte sıkıntı çekmedikleri gibi Rablerini göreceklerdir. Rasulullah (s.a.v.) şöyle buyuruyor:

“Şüphesiz sizler görmekte sıkıntı çekmediğiniz ondördündeki ay’ı gördüğünüz gibi Rabbinizi göreceksinizdir...”[27]

Yüce Allah’ın gecenin son üçte birinde Celal ve Azametine yakışır bir şekilde gerçek bir nüzul ile dünya semasına indiğine de inanırlar. Rasulullah (s.a.v.) şöyle buyuruyor:

“Rabbimiz gecenin son üçte biri kaldığı zamanda her gece dünya semasına iner ve: Kim bana dua eder, duasını kabul edeyim. Kim benden ister, ona istediğini vereyim. Kim benden mağfiret diler, ona mağfiret edeyim der.”[28]

Yüce Allah’ın kıyamet gününde kulların arasında hüküm vermek üzere Celaline yakışır bir şekilde gerçek manasıyla geleceğine de inanırlar.

Allah Teala şöyle buyuruyor: 

“Hayır, yer dağılıp zerreler gibi parça parça edildiğinde, Rabbin gelip melekler de saf saf dizildiğinde.” (Fecr: 89/21-22)

“Onlar buluttan gölgeler içinde Allah’ın ve meleklerin kendilerine gelivermesinden ve işin bitiriliverilmesinden başkasını mı bekliyorlar?” (Bakara: 2/210)

Bütün bu hususlar hakkında ehl-i sünnet ve’l-cemaat’in yöntemi yüce Allah’ın ve Rasulü’nün haber verdiği şeylere tam bir teslimiyetle inanmaktır. Tıpkı İmam Zühri’nin –Allah’ın rahmeti üzerine olsun- dediği gibi: “Risalet göndermek Allah’tan, tebliğ etmek Rasulullah’ın görevi, bize düşen de teslimiyet göstermektir.”[29] 

Ve tıpkı İmam Süfyan b. Uyeyne’nin –Allah’ın rahmeti üzerine olsun- dediği gibi: Şanı yüce Allah’ın Kur’an’da kendi nefsini vasfettiği şeylerin tefsiri okunduğu gibidir. Bunların keyfiyetsiz ve benzetmeye gitmeksizin tefsir edilmesi gerekir.”[30]

İmam Şafii –yüce Allah’ın rahmeti üzerine olsun- de şöyle demektedir: “Ben Allah’a ve Allah’ın muradı üzerine Allah’tan gelenlere, Rasulullah’a ve Rasulullah’ın muradı üzere Rasulullah’tan gelenlere iman ettim.”[31]  

Velid b. Müslim dedi ki: el-Evzai’ye, Süfyan b. Uyeyne’ye ve Malik b. Enes’e sıfat ve ru’yet ile ilgili bu hadisler hakkında sordum, hepsi de şöyle dediler: “Bunları geldikleri gibi alınız, onlarla ilgili bir keyfiyet düşünmeyiniz.”[32]  

Hicret yurdunun imamı Malik b. Enes –Allah’ın rahmeti üzerine olsun- der ki: “Bid’atlerden çokça sakınınız.” Ona: “Bid’atler nelerdir?” diye sorulunca şu cevabı vermiştir: “Bid’at ehli, Allah’ın isimleri, sıfatları, kelamı, ameli ve kudreti hakkında konuşup duran, ashabın ve güzel bir şekilde onlara tabi olanların sustuğu hususlar hakkında susmayan kimselerdir.”[33]

Bir adam kendisine yüce Allah’ın: “Rahman Arş’ın üzerine istiva etmiştir.” buyruğu hakkında: Nasıl istiva etti, diye sorunca, şu cevabı vermişti: “İstiva bilinmeyen bir şey değildir. Fakat keyfiyyeti akıl ile bilinemez. Ona iman etmek vaciptir, onun hakkında soru sormak bid’attir. Ben senin sapık bir kimse olduğunu görüyorum.” dedikten sonra meclisinden dışarıya çıkartılmasını emretmiştir.[34]

İmam Ebu Hanife –yüce Allah’ın rahmeti üzerine olsun- de şöyle demiştir: “Yüce Allah’ın zatı hakkında hiçbir kimsenin bir şey söylememesi gerekir. Aksine Allah kendi zatını ne ile nitelendirmiş ise, onu öylece nitelendirir. Bu hususta kendi görüşüne dayanarak hiçbir şey söylemez. Alemlerin Rabbi olan Allah’ın şanı ne yücedir.”[35]

Ona yüce Allah’ın nüzulü (inmesi) hakkında soru sorulunca da: “O keyfiyetsiz olarak iner” diye cevap vermiştir. [36]

Hafız İmam Nuaym b. Hammad el-Huzai –Allah’ın rahmeti üzerine olsun- de şöyle demiştir: “Allah’ın kendi nefsini nitelendirdiği şeyleri inkâr eden de kâfir olur. Ne Allah’ın kendisini nitelendirdiği, ne de Rasulü’nün O’nu nitelendirdiği hiçbir şey teşbih değildir.”[37]  

Seleften bir çoğu şöyle demiştir: “İslam ayağı ancak teslimiyet köprüsü üzerinde sebat gösterebilir.”[38]

İşte zat-ı uluhiyyet hakkında ve sıfatları ile ilgili olarak söz söylediğinde –selefin yolunu izleyen bir kimse- bundan dolayı yüce Allah’ın isim ve sıfatları hususunda Kur’an-ı Kerim’in yöntemine bağlanmış olur. Bu yolu izleyen kişi ister selef çağında yaşamış olsun, ister sonraki çağlarda yaşamış olsun.

İzledikleri yol hususunda selef’in yoluna muhalefet eden herkes ise Kur’an’ın yöntemine bağlanmamış olur. İsterse o selef’in yaşadığı çağda ve ashab ile tabiin arasında bulunmuş olsun.[39]

Allah’ın isim ve sıfatları konusunda iki kesim sapıtmışlardır:

1) İsim ve sıfatları kısmen ya da tamamen inkâr eden Muattıla’dır. Bunların iddialarına göre Allah’ın isim ve sıfatlarını kabul etmek teşbihi yani yüce Allah’ı yaratıklarına benzetmeyi gerektirir. Böyle bir iddia ise çeşitli bakımlardan batıldır.

a) Evvela böyle bir iddia yüce Allah’ın sözünde çelişki olması gibi aslı itibariyle batıl olan bir takım hususları kabul etmeyi gerektirir. Çünkü yüce Allah kendi zatının bir takım isim ve sıfatlarının bulunduğunu bildirmiş ve hiçbir şeyin kendisi gibi olmayacağını belirtmiştir. Şayet bu isim ve sıfatlarını kabul etmek, O’nu yaratıklarına benzetmeyi gerektiren bir şey olsaydı, Allah’ın sözlerinde de çelişkinin varlığını ve sözlerinin bir bölümünün diğerini yalanladığını kabul etmemiz gerekirdi.

b) İki şeyin isim ya da sıfatlarının birbirine uygun düşmesi o iki şeyin birbirinin aynısı veya benzeri olmalarını gerektirmez. Biz her ikisi de insan, işiten, gören ve konuşan iki şahıs gördüğümüz halde; bu ikisinin insanlığın özellikleri olan işitmek, görmek ve konuşmak gibi hususlarda da birbirlerinin aynı olmalarını gerektirmemektedir. Canlıların ön ve arka ayaklarının, gözlerinin olduğunu görüyoruz. Ancak onların bu noktadaki benzerlikleri ön ve arka ayaklarının ve gözlerinin birbirinin aynısı olmasını gerektirmez. İsim ya da sıfatlarındaki uygunluklarına rağmen yaratıklarda farklılık bulunduğu açıkça ortaya çıktığına göre yaratıcı ile yaratılan arasındaki farklılık daha açık ve daha büyüktür.

2) Allah’ın isim ve sıfatlarını kabul etmekle birlikte yüce Allah’ı yaratıklarına benzeten Müşebbihedir. Onların iddialarına göre nassların delâleti bunu gerektirmektedir. Çünkü yüce Allah kullara anlayabilecekleri ifadelerle hitab eder. Böyle bir iddia da çeşitli açılardan geçersizdir.

a) Yüce Allah’ın yaratıklarına benzemesi aklın da, şeriatın da batıl olduğunu ortaya koyduğu geçersiz bir iddiadır. Kitab ve sünnetin naslarının muktezasının (onlardan anlaşılanın) batıl olması ise imkansız bir şeydir.

b) Yüce Allah kullara mananın aslı itibarıyla anlayabilecekleri şekilde hitab etmiştir. O mananın sahib bulunduğu hakikat ve özünü bilmeyi; zat ve sıfatları ile ilgili olan hususlara dair bilgiyi Yüce Allah yalnız kendisinin bildiği şeyler arasında bırakmıştır.

Yüce Allah’ın kendi zatının semi’ (işiten) olduğunu bildirdiğini biliyoruz. İşitmenin asıl manası itibariyle ne demek olduğu bilinen bir husustur ki, bu da sesleri idrak etmek demektir. Fakat Yüce Allah’ın işitmesinin gerçek mahiyeti bizim tarafımızdan bilinemez. Zira işitmenin hakikati bizzat yaratıklarda dahi farklılık arzetmektedir. Yaratıcı ile yaratılanlar arasında böyle bir farklılığın ortada olması ise daha açık ve daha büyüktür.

Allahu Teala kendi zatını Arş’a istiva ettiğini haber vermesini ele alalım: İstivâ’nın asıl anlamı bilinen bir husustur. Ancak Allah’ın (c.c.) istivâsının gerçek mahiyeti yüce Allah’ın Arş’ına istiva etmesine nisbetle bizim tarafımızdan bilinemez. Çünkü istivanın gerçek mahiyeti bizzat yaratıklar arasında da farklılık arzeder. Yerinde sağlam duran bir sandalye üzerinde istivâ (oturmak) elbetteki dizginlenmesi zor ve her zaman başını alıp giden bir devenin üzerinde istiva etmek gibi değildir. Yaratılmışlar hakkında bu hususta farklılık olduğuna göre; yaratan ile yaratılmışlar arasında bu hususta farklılık daha açık ve daha büyüktür.

Belirttiğimiz şekilde yüce Allah’a iman etmek, mü’minlere oldukça değerli ve önemli kazançlar sağlar. Bunların bazıları:

1) Yüce Allah’ı başkasından bir şey ümid etmeyecek, başkasından korkmayacak ve başkasına ibadet etmeyecek şekilde, gerçek anlamıyla tevhid etmek.

2) Yüce Allah’ı kemal derecesinde sevmek, O’nu güzel isimleri ve yüce sıfatları gereğince ta’zim etmek.

3) Emrettiklerini yerine getirmek, yasaklarından uzak kalmak suretiyle O’na ibadeti gerçekleştirmek.[40]          

 

 

Yüce Allah’ın Sıfatları:

 

Allah Teala’nın Kur’an-ı Kerim’de saydığı birçok sıfatları vardır. Fakat bunlar başlıca yirmi kadardır. Ve dörde ayrılırlar:

1) Sıfat-ı Nefsiyye: Allah’ın varlığını ifade eden sıfattır. Bundan maksat Allah’ın var olduğunu, varlığını gerektiren vücud sıfatıyla muttasıf olduğunu ifade etmektir. Bu yalnızca vücud sıfatıdır.

Allah’ın varlığı mutlaktır. O’nun varlığı başka etkenlerden kaynaklanmaz. Varlığı vaciptir. Yokluğu kabul etmez. Kendisinden başkalarının varlığı ise eksiktir. Her şey O’na muhtaçtır.

“O size anlatılan Allah’tır. O’ndan başka ilah yoktur. O her şeyin yaratıcısıdır. Onun için O’na kulluk edin, O her şeye vekildir.” (En’am: 6/102)

2) Sıfat-ı Selbiyye: Bunlar Allah’a isnadı mümkün olmayan sıfatları Allah’dan tenzih eden sıfatlardır. Beş tanedirler:

a) Vahdaniyyet: Allah zatında, sıfatlarında ve işlerinde tektir. Yani Allah birdir. Cüzlerden de meydana gelmemiştir. Ortağı yoktur. Hiç kimsede Allah’da bulunan sıfatlara benzer bir sıfat yoktur. Hiç kimse Allah gibi yapamaz. O, her şeyi yapan, icad edendir. Bütün işler O’nun elindedir.

b) Kıdem: Allah’ın varlığının başlangıcı bulunmaması demektir.

El-Akidetu’t-Tahaviyye’de şöyle denmektedir: “(Allah) başlangıcı olmayan ezeli, sonu olmayan ebedidir.”

“O hem evveldir, hem ahirdir.” (Hadid: 57/3)

c) Beka: Allah’ın ebedi olması, daima var olması, varlığının sonu olmamasıdır.

“Yeryüzünde bulunan her canlı yok olacak ancak azamet ve ikram sahibi Rabbinin zatı baki kalacak.” (Rahman: 55/26-27)

d) Kıyam binefsihi: Allah kendi kendine kaimdir. Başkasına muhtaç değildir. Allah her şeyden önce ve hatta zamandan bile önce vardı.

“Allah Samed’dir.” (İhlas: 112/2) Yani O hiçbir şeye muhtaç değildir, herşey O’na muhtaçtır.   

e) Muhalefetun li’l-Havadis: Allah Teala kainattan ve mahlukattan hiçbir şeye benzemez.

“Onun benzeri hiçbir şey yoktur. O pek işiten ve görendir.” (Şura: 42/11)

Ebu Hanife “El-Fıkhu’l-Ekber” adlı eserinde der ki: “O (Allah) mahlukatından da hiçbir şeye benzemez. Bütün sıfatları mahlukatınkine zıttır. (O’ndan başkadır) Bilir fakat bizim bilmemiz gibi değil. Her şeye gücü yetendir. Ancak bizim gibi değil. Görür fakat bizim görmemiz gibi değil.”

Allah’ın bütün sıfatları umumidir, kapsamlıdır. Mahlukatın sıfatları ise kapsayıcı değildir.

“En yüce sıfatlar ise Allah’a aittir. O her şeyden üstün ve hikmet sahibidir.” (Nahl: 16/60)

3) Sıfatu’l-Meâni: Bu sıfatlara subuti sıfatlar da denir. Bunlar Allah Teala’nın zatıyla kaim olan sıfatlardır. Yedi tanedirler:

a) Kudret: Allah her şeyi bununla yapar ve yok eder ve şekillendirir. Allah herşeye kadirdir. Hiçbir şey O’nu aciz bırakamaz. Yeri, gökleri, gece ve gündüzü ve bütün evreni düşünerek bu sıfat idrak edilebilir.

“Mutlak hükümdarlık elinde olan Allah yüceler yücesidir ve O’nun her şeye gücü yeter. O öyle yüce Allah ki hanginizin daha güzel davranacağını sınamak için ölümü ve hayatı yaratmıştır. O mutlak galiptir, çok bağışlayandır.” (Mülk: 67/1-2)

“Ne göklerde ne de yerde Allah’ı aciz bırakacak bir güç yoktur. O, bilir ve güçlüdür.” (Fatır: 35/44)

“Göklerin ve yerin mülkü Allah’ındır. Dilediğini yaratır, dilediğine kız çocukları, dilediğine de erkek çocukları bahşeder. Yahut onları hem erkek hem kız olmak üzere çift verir. Dilediğini de kısır bırakır. O her şeyi bütünüyle bilendir. Her şeye gücü yetendir.” (Şura: 42/49-50)

b) İrade: Allah Teala bu sıfatla mümkinatı varlık, yokluk ve şekille tahsis eder. Yani dilerse var eder, yok eder, kısa eder, uzun eder, âlim eder, cahil eder. Burada da yapar başka bir yerde de. Kainatta dilediği gibi hareket edebilme yalnızca Allah’a aittir.

“Bir şeyin olmasını istediğimiz zaman ona sözümüz sadece ‘ol’ dememizdir. Hemen oluverir.” (Nahl: 16/40)

“Allah bir topluma kötülük diledi mi artık onun için geri çevrilme diye bir şey yoktur. Onların Allah’tan başka yardımcıları da yoktur.” (Râd: 13/11)

c) İlim: Bu sıfatla Allah her şeyi bilir ve bilgisiyle kaplar. Allah her şeyi bilendir. Geçmiş, şimdiki zaman, gelecek kısaca her şey O’nun malumu olur. Allah’ın bilgisi tamdır ve mekana bağlı değildir. Kainatın düzeni, sağlamlılığı da bunun bariz delilidir.

“Hiç yaratan bilmez mi? O en ince işleri görüp bilendir. Ve herşeyden haberdardır.” (Mülk: 67/14)

“O’nun ilmi her şeyi kuşatmıştır.” (Taha: 20/98)

“O öyle bir Allah’tır ki O’ndan başka ilah yoktur. Görülmeyeni ve görüleni bilendir. O esirgeyen bağışlayandır.” (Haşr: 59/22)

“Allah kalplerinizde olanı bilir. Allah hakkıyla bilen, cezada acele etmeyendir.” (Ahzab: 33/51)

“Göklerde ve yerde olanları Allah’ın bildiğini görmüyor musun? Üç kişinin gizli konuştuğu yerde dördüncüsü mutlaka O’dur. Beş kişinin gizli konuştuğu yerde altıncısı mutlaka O’dur. Bunlardan az veya çok olsunlar ve nerde bulunursa bulunsunlar mutlaka O, onlarla beraberdir. Sonra kıyamet günü onlara yaptıklarını haber verecektir. Doğrusu Allah her şeyi bilendir.” (Mücadele: 58/7) 

d) Semi: Dinlenen-işitilen bütün varlıklarla ilgilidir. Ne hayalden ne de evhamdan kaynaklanır. Allah her şeyi işitendir. O, karanlık gecede sonsuz çölde bile siyah karıncanın yürümesini işitir.

“Allah’a tevekkül et. Çünkü O çok iyi işiten ve pek iyi bilendir.” (Enfal: 8/61)

“Allah adaletle hükmeder. Onu bırakıp taptıkları ise hiçbir şeyle hükmedemezler. Şüphesiz Allah hakkıyla işiten ve görendir.” (Mü’min: 40/20)

e) Basar: Görünen varlıklara tealluk eder. Hayal ve evhamdan kaynaklanmaz. Duyu organlarının etkisiyle de oluşmaz.

“Şüphesiz ki O her şeyi hakkıyla görendir.” (Mülk: 67/19)

“Böyle iken kiminiz kâfir, kiminiz mü’mindir. Allah yaptıklarınızı görendir.” (Teğabun: 64/2)

f) Kelam: Allah Teala bu sıfatıyla emreder, nehyeder.

El-Akidetu’t-Tahaviyye adlı eserde şöyle denmektedir: “Kur’an Allah kelamıdır. Söz biçimi olmaksızın Allah’dan sadır olmuştur. Allah onu vahiy ile peygamberine indirmiş, mü’minler de onu hak olarak tasdik etmiş ve onun Allah kelamı olduğuna kesin iman etmişlerdir. İnsanların sözleri gibi mahluk (yaratılmış) değildir. Kim onu dinler ve beşer kelamı olduğunu iddia ederse şüphesiz kâfir olur.”

“Ve Allah Musa ile de gerçekten konuştu.” (Nisa: 4/164)

“De ki: Rabbimizin sözleri için denizler mürekkep olsa ve bir o kadar da ilave getirsek dahi , Rabbimin sözleri bitmeden önce deniz tükenir.” (Kehf: 18/109)

“Şayet yeryüzündeki ağaçlar kalem deniz de mürekkep olsa ve hatta buna yedi deniz daha eklense yine Allah’ın sözleri yazmakla tükenmez.” (Lokman: 31/27)

g) Hayat: Önceki sıfatların varlığı bu sıfatla hasıl olabilir.

“Allah kendisinden başka hiçbir ilah bulunmayan Allah’dır. O hayy ve kayyum’dur.” (Bakara: 2/255)

“O daima diridir. O’ndan başka hiçbir ilah yoktur.” (Mü’min: 40/65)

4) Sıfat-ı Maneviyye: Bu sıfatlar mana sıfatlarının sonuçları durumundadır. O sıfatlardan kaynaklanır. Mana sıfatlarına paralel olarak yedi tanedirler. Allah’ın; Kadir, Mürid, Alim, Semi, Basar, Mütekellim ve Hayy olmasıdır. Bu sıfatlara sahip olmak, mana sıfatlarına sahip olmanın gereği olduğundan bunlara da manevi sıfatlar denmiştir. Zira kudret sıfatına sahip omayana kadir; irade sıfatına sahip bulunmayana da mürid denemez. [41]

 

HAYAT

 

İLİM

 

SEMİ'

 

BASAR

 

İRADE

 

KUDRET

 

KELÂM

 

TEKVİN       

 

ARŞ

 

Tavan, çatı, dam, çardak. Bir eve nisbetle tavanı; tavanına nisbetle üstündeki çatısı, kubbesi, tepesindeki köşkü. Çadır ve çardak gibi yükselen, gölge veren her şeye arş denir. İfade ettiği kelimelerden anlaşıldığı gibi ulviyyet, yükseklik manasını içerir. Bu münasebetle hükümdarların üzerine oturdukları "taht" manasında da kullanılmıştır. Hükümdarların tahtı, mülk ve saltanatın remzi olduğundan arş kelimesi, kinayeli olarak mülk ve saltanat manasını da taşır. Ayrıca, bir işi ayakta tutan şey; bir şeyin temeli; bir cemaatin reisi; tabut, kuyunun dibinden adam boyu kadar taşla örüldükten sonra ağzına kadar yukarısına yapılan ahşap bölme; ayağın parmak tarafına doğru yüzündeki yumruca tümsek; kuşun yuvası gibi manâlar da arş kelimesi ile ifade edilmiştir. Bazıları Âyetü'l-kürsî'de geçen Kürsî ile Arş'ın (ikisini de taht manasında kullanarak) aynı şey olduğunu sanmışlarsa da Arş, Kürsî'nin üzerindedir. Bu suretle Kürsî taht manasında düşünülürse Arş, onu kuşatan saray ve sarayın tavanı olarak kabul edilir. Bir rivayette Kürsî, Arşın ayağının konulduğu yerdir.

Bu iki mana itibarıyla Arş, İslâm'a göre, bütün alemi kuşatan, sınırlandırılması ve takdir edilmesi beşer aklının dışında kalan ve gerçeğini Allah'ın bildiği yüce bir makamdır. Yedi kat gök, Cennet, Sidre, Kürsî Arş'ın altında tasavvur edilir. Arş'ın sınırı, alemi tasavvurun son sınırıdır. Arş'tan evvelki Sidre-i Müntehâ geçilmeden Allah'ın cemâli = (Cemâlullah) müşahede edilemez. Rasulullah (s.a.s.) Mirac gecesinde[42] Sidre-i Müntehâ'yı geçerek Arş'a ulaşmıştı. Yukarda da belirtildiği gibi Arş'a taht ve tahttan kinaye olarak mülk ve saltanat manası verilmişti. Ayette: "...Sonra Arş üzerine istiva buyurdu..." (Araf: 7/54) denilmektedir.

Bilinen manasıyla taht, bir hükümdarın hükûmet işlerini yürütürken üzerine kurulduğu bir cisimdir. Fakat "tahta çıktı" denilince, "hükûmet işlerini yani saltanatı eline aldı" manası anlaşılır. Yedi kat sema'nın üstünde ve bütün âlemi içine alan Arş'ın, bilinen taht manasıyla sınırlanamayacağı şüphesizdir. Binaenaleyh bahse konu olan "el-Arş" kelimesi mecazî ve kinayi bir mânâ ifade eder. O halde Arş'ın cisim olduğu iddia edilemez. Arş'ı bütün bir cisim tasavvur etsek bile, cihet ve cismaniyyetin hepsi Arş'ın sınırında sona erdiğinden, bunun üstünde bir cisim, mekan ve cihet tasavvuru tezat olur. Allah'ın Arş'a istivası da yine mecazî manadadır. Allah'ın Arş'a istivasının keyfiyetini soran birine İmam Malik İbn Enes: "İstiva malûm, keyfiyeti akılla idrak edilemez, buna iman vacip ve bu konuda soru sormak bid'attır." diye cevap verir.

Râgıp el-İsfahânî, "İstiva" kelimesine: Müsâvî olmak; kendi kendine itidal manasını vermiştir. Arapça olan bu kelime "alâ" takısı ile "istilâ", "ilâ" takısı ile "nihayete erme" manasında kullanılır. Bu suretle istiva lügatte: İstikrar etmek, karar kılmak, kararını bulmak ulüvv-i isti'lâ; yükselmek, yüksek olmak, üstün olmak müsâvî veya mümâsil veya denk olmak; dosdoğru varmak, veya kastetmek, istilâ etmek manalarına gelir. Bu lügat anlamlarına göre, âyette geçen "Sonra Allah Arş'a istiva etti." cümlesinin manası:

a) Arş'a mülkiyet ve saltanat manası verilmesi halinde: "Allah bütün mahlûkatı üzerinde düzenli ve sırayla işleri düzene koydu, hükümlerini muntazam bir şekilde yerine getirdi, hiçbir engel olmaksızın kudretini tesir ve mahlûkâtı üzerinde "meşîetini" (dilemesini) cereyan ettirdi."

b) "Mahlûkâtı yarattıktan sonra da başından sonuna kadar hepsini kudret ve galebesi velâyet ve hâkimiyeti altında tuttu." Bu ifadede istiva, istilâ manasında kullanılmıştır.

c) Arş'a mülk ve memleket, istivaya da istila manası verilmesi halinde "Sonra Allah mülkünü hâkimiyeti altında tuttu."

d) İstivaya "müsavî" manası verilmesi halinde de: "Allah Arş üzerine öyle bir istîlâ ile istiva etmiştir ki Sema ve Semada bulunanlar O'na daha yakın, arz ve arzda bulunanlar daha uzak bir mevki ve mesâfede değil, hepsi müsâvî bir nisbettedirler." demektir. Bu cümlede geçen mevki ve müsâvîlik maddî mânada değil, mecazî manadadır.

"...O gün Rabb'ının tahtını, bunların da üstünde sekiz (melek) taşımaktadır." (el-Hakka: 69/17) Arş'la ilgili olan bu ayetin tefsirinde İbn İshak Hz. Peygamber'in: "Onlar, yani Hamele-i Arş (Arş'ı taşıyanlar) bugün dörttür. Kıyamet günü olduğunda Allah onları diğer bir dört ile te'yid edecek sekiz olacaklar." buyurduğunu söylüyor. Bir başka izaha göre Hamele-i Arş olan bu sekizden maksat, Allah'ın hayat, ilim, kudret, irade, kelâm, semî, basar ve tekvin sıfatlarıdır.[43]

İmrân İbn Husayn Peygamberimiz'in şöyle buyurduğunu rivayet eder: "(Ezelde)Allah vardı ve Allah'tan başka bir şey yoktu. Ve Allah'ın Arş'ı su üzerinde bulunuyordu. Sonra Allah (levh'de) kâinatın tamamını takdir ve tesbit etti. Ve göklerle yeri yarattı..." Arş'ın ıtlak olunduğu pek çok şeylerin hepsinde yücelik ve yükseklik mânâları vardır. Padişahların oturduğu tahta Arş denilmesi de bu yükseklik münasebetiyledir. Allah'ın ilk yarattığı ve yükseklik ifade eden mevcuda da Arş, ve Allah'a nisbet edilerek Arşullah denilmiştir ki, Allah'ın kudretinin tecellî ettiği ilk mahlûktur. Kelam âlimleri ile eski düşünürler Arş'ı, kâinatı her yönden kuşatan yuvarlak bir felektir, diye tarif ederler. Dokuzuncu felek ve felek-i atlas da derler. Rivayet âlimleri bu tahtın ayakları bulunduğunu da kabul etmişlerdir. Fakat meseleyi tahkik eden âlimlere göre, şerîat örfünde vârid olan arşın hakikatini tahdit ve takdir, beşerin aklı ve idraki haricindedir. Bu konuda vârid olan haberlerde arşın mahiyeti değil, diğer varlıklara nisbetle büyüklüğü bildirilmiştir. Meselâ Peygamberimiz bir kere Ebu Zerr-i Gıfârî'ye: "Ya Ebâ Zer, yedi kat gök ile yedi kat yerin kürsî yanında büyüklükleri, ancak bir çölün ortasına atılmış bir kapı veya yüzük halkası gibidir. Arş'ın da kürsîye göre büyüklüğü, o çölün o halkaya nazaran büyüklüğü derecesindedir" buyurmuştur."[44]

Arş hakkında İmam Gazalî'nin İhya’sında geçen bir hadis-i şerif "Abdullah b. Amr b. el-Âs'a, ölen müminlerin ruhları nerededir, diye sorulduğunda: "Arş'ın gölgesinde, beyaz kuşların kursağında; kâfirlerin ruhları da yedi kat yerin dibindedir." dedi. "[45]

Arş ve Kürsi Allah Teâlâ'nın yönetim makamını sembolize eden ad­lar olarak Kur'ân-ı Kerim'de geçmektedir. Bu iki şeyin gerçekte ne olduk­larını anlamamız mümkün değildir. Ama var olduklarından asla kuşku yoktur.

Tâhâ Sûresi'nin 5'inci Âyet-i Kerime'si ile A'râf Sûresi'nin 54'üncü Âyet-i Kerime'sinde “Allah Teâlâ'nın, Arş üzerinde istivâ buyurduğu” an­latılmaktadır.

Sapık topluluklardan Mücessime, Müşebbihe ve Haşviye gibi kamplara bağlı olanlar, çok eskiden beri Allah Teâlâ'yı (Haşa!) yaratıkların niteliğinde hatta insan şeklinde düşündükleri ve böyle inandıkları için îstivâ kelimesini lügatteki fizik anlamıyla Allah'a isnad etme cüretinde bulunmuşlar­dır.[46]    

“İstivâ” kelimesi arap sözlüğünde her ne kadar bir şeyin üzerinde yer­leşmek ve kurulmak demek ise de bunu, yaratık hakkında olduğu gibi Allah Teâlâ hakkında da aynen düşünmek mümkün değildir. Çünkü Yüce Rabb'imiz, zamanın kuşatımına girmekten münezzeh ol­duğu gibi herhangi bir yer işgal etmekten de münezzehtir.

Bu nedenle İslam Ümmeti'nin ilk uluları, “istivâ” muammâsının yo­rumunda gâyet temkinli davranmışlardır.

Bunlardan örneğin İmam Malik Hazretleri'nin, kendisine “istivâ”'nın ne ol­duğu hakkında yöneltilen soruya şu cevabı verdiği nakledilmektedir: “İstivâ (nın sözlük anlamı) bilinmektedir; Niceliği ise meçhuldür; Buna iman etmek vaciptir; Bu konuda soru sormak ise bid'attir.” [47]

 

KÜRSÎ

 

Taht. Kök anlamıyla üst üste katlanmayı, bir araya toplanmayı belirtir. Belli parçaların bir araya toplanmasından, üst üste eklenmesinden oluştukları için sandalye, koltuk, taht gibi üzerine oturulacak eşyaya kürsi denilmiştir. Mecâzî olarak da ilim, güç, egemenlik, sultan gibi anlamları dile getirir. Kur'an'da Allah'ın da bir kürsisi olduğu, bu kürsinin gökleri ve yeri içine aldığı belirtilir.[48] Sözkonusu âyet bu özelliği nedeniyle Kürsi Âyeti (Âyetü'l-Kürsi ) olarak adlandırılır.

Allah'ın kürsisinin mahiyeti hakkında Kur'an'da bilgi verilmez. Hz. Peygamber (s.a.s)'den gelen rivayetlerde de bu konuda bir açıklama yoktur. Taberî'nin kaydettiği bir hadise göre yedi gök kürsi içinde bir kalkan içine atılmış yedi dirhem gibi kalır. Ebu Zer'in rivayet ettiği bir hadis de Kürsi'nin arş karşısındaki durumunu belirler: "Arş içinde Kürsi, yeryüzünde bir çölün içine atılmış demir bir halka (yüzük) kadardır."[49]

Ayetü'l-Kürsi'de sözkonusu edilen Allah'ın Kürsisi'ne müfessirlerce getirilen yorumlar başlıca dört görüş çevresinde toplanır. Râzi'nin özetlediği[50] görüşlerden birincisine göre Kürsi, gökleri ve yeri kaplayan büyük bir cisimdir. Bu görüştekilerden Hasan el-Basri ayrıca Kürsi'nin Arş ile aynı şey olduğunu söyler. Ona göre üzerine oturulması nedeniyle tahta bazen arş, bazen de kürsi denmektedir. Bazı bilginler Hasan el-Basri'ye karşı çıkarak kürsi ile arşın ayrı şeyler olduğunu savunurlar. Bunlardan bazıları Kürsî'nin Arş'ın altında, yedinci semanın üstünde olduğunu söylerken, İmam Süddî'nin de içinde olduğu diğerleri yerin altında bulunduğu görüşünü öne sürerler. Said İbn Cübeyr'in rivayet ettiğine göre ibn Abbâs Kürsî'nin Allah'ın ayakların koyduğu yer olduğunu söylemiştir.

İkinci görüş Kürsi'yi Allah'ın hükümranlığı, kudreti ve mülkü olarak yorumlar. Kürsi'nin cisimliğini redde yönelik bu görüşe göre ulûhiyyet (tanrılık) ancak kudretle olur ve oturulan yere kürsî dendiği gibi bazan üzerine oturana da kürsi adı verilir. Bu nedenle Allah'ın Kürsi'si O'nun hükümranlığına, dolayısıyla kendisine işarettir.

Üçüncü görüşe göre: Kürsi Allah'ın ilmidir. İlim, âlimin dayandığı şey olması bakımından kürsi olarak adlandırılır. Kendisine güvenilen, dayanılan âlimlere de kürsiler (kerasi) denilir. Bu nedenle âyetteki Kürsi Allah'ın ilmini ifade etmektedir.

Kürsi'nin Allah'ın büyüklüğünü, ululuğunu dile getirdiği yolundaki yorum dördüncü görüşü oluşturur. Keffâl'in diğerlerine yeğlediği bu görüşe göre Allah, büyüklüğünü anlatmak için insanların kolayca anlayabileceği benzetmeler yapar. Allah'ın evi (Beytullah, Kâbe), Allah'ın eli (Yed'ullah, Hacerü'l-Esved) gibi deyimler de aynı amaçla kullanılır. Bunları maddi anlamlarıyla anlamak doğru değildir ve kişiyi tecsim (Allah'ı cisim gibi düşünme) ve teşbih (Allah'ı insana benzetme) yanlışına götürür.

Müfessirlere göre Kürsi konusunda nassa dayalı bir delil olmadıkça te'vile gitmek doğru değildir. Bu nedenle Kürsi'ye ilişkin âyetin açık anlamına uygun ilk görüşün doğru kabul edilmesi gerekir. Ancak bu görüşten yola çıkarak Allah'ın cisim olduğu, insanlara benzediği gibi bir sonuca varmaktan da sakınmak gerekir.[51]

 

LEVH-İ MAHFUZ

 

Arapça'da korunmuş levha demektir. İslâm'da olmuş ve olacak her şeyin yazılmış olduğu manevî levhayı dile getirir. Olmuş ve olacak şeyler Allah'ın bilgisine bağlı olduğundan Levh-i Mahfuz doğrudan Allah'ın ilim sıfatı ile ilgilidir. Korunmuş (mahfuz) olarak nitelenmesinin nedeni, burada yazılı olan şeylerin herhangi bir müdahale ile değiştirilmekten, bozulmaktan uzak olmasıdır. Kur'an'da Ümmü'l-Kitap (Kitapların Anası, Ana Kitap), Kitabun Hafîz (Koruyan Kitap), Kitabun Mübin (Apaçık Kitap), Kitabın Meknun (Saklanmış Kitap), İmamun Mubin (Apaçık İnen Kitap) ve sadece kitap olarak da anılır. İnsanların başlarına gelecek şeyleri de ihtiva ettiği için Kitabul-Kader (Kader Kitabı) da denir.

Levh-i Mahfuz adı Kur'an'da yalnız bir ayette geçer. Bu ayette Kur'an'ın Levh-i Mahfuz'da bulunduğu bildirilir[52], ancak hiçbir tanım getirilmez. Buna karşılık birçok ayette nitelikleri belirtilerek tanımlanır. Buna göre Levh-i Mahfuz içinde hiçbir şeyin eksik bırakılmadığı[53], olacak şeylere ait bilgileri saklayan[54], yeryüzüne ve insanlara gelecek tüm belaların yazılı bulunduğu[55] her şeyin sayılıp tesbit edildiği[56], gökte ve yerdeki tüm gizliliklerin açıkça belirtildiği[57], temiz yaratılan meleklerden başka kimsenin dokunamayacağı apaçık, korunmuş, koruyan, saklanmış ve ana kitap'tır.

Bazı zayıf hadislerde Levh-i Mahfuz'un yaratılışına ilişkin bilgiler vardır. İbn Abbas'tan rivayet edildiğine göre Allah Levh-i Mahfuz'u beyaz inciden, kenarlarını da kırmızı yakuttan yarattı, kalemi de, yazısı da nurdur. Aynı konuda Enes bin Mâlik'ten yapılan bir rivayete göre de Levh-i Mahfuz'un bir yüzü yakut bir yüzü yeşil zümrüt ve kalemi de nurdur. Allah buraya yaratacağı, rızıklandıracağı, yaşatacağı, öldüreceği, izzetlendireceği ve dilediği şeylerden yapacağı herşeyi o nurdan kalemle yazdırmıştır. Bu yazma işlemi her gün ve gece sürmektedir. İbn Abbas'tan gelen zayıf bir rivayete göre Allah Levh-i Mahfuz'a ilk olarak şu sözü yazdırmıştır:

"Muhakkak ki ben Allahım. Benden başka ilah yoktur. Rahmetim gazabımı geçmiştir. Kim ki Allah'tan başka ilâh olmadığına ve Muhammedin O'nun kulu ve rasulü olduğuna şehadet ederse, ona cennet vardır" Yine İbn Abbas'tan gelen diğer bir rivayete göre ise Levh-i Mahfuz'a ilk olarak "Bismillahirrahmanirrahim, kazâma teslim olan ve hükmüme ram olan ve belâma da sabredeni kıyamet gününde sıddıklarla birlikte diriltirim" sözü yazılmıştır.[58]

 

İSTİVÂ

  

NÜZÛL

 

 

Tevhid üç kısımda anlaşılmaktadır:

1) Zat’ta Tevhid: Allah’ın zatı yönünden tek olması, bir benzerden, ortaktan (şerikten) münezzeh (uzak) olması demektir. Allah aynı zamanda insanların bildiği gibi bir cisim, bir cevher (görünen bir varlık), bir şeylerin birleşimi de değildir. Kur’an farklı şekillerde sürekli olarak Allah’ın bir olduğunu, eşinin ve benzerinin olmadığını vurguluyor. Kur’an Allah’ın varlığına ait ne kadar delil getiriyorsa, bir o kadar da bir olduğuna delil getiriyor.

Kur’an, Allah’ın birliğini şu yollardan biriyle anlatıyor:

1) Ehad ve vahid kelimeleriyle:

“De ki: “O Allah birdir.” (İhlas: 112/1)

“Gerçek sizin ilahınız hakikaten birdir.” (Saffat: 37/4) 

Ehad ve vahid kelimeleri aynı manada olup yalnız ve tek olmak, bir olmak demektir. Sayı olarak vahid bir demektir. Ancak ikisi arasında kullanılış yönünden incelikler vardır. Sayı saymaya vahid-bir ile başlanır, ehad ile başlanmaz. Evde, bir değil iki kişi var, derken vahid kullanılır. Kur’an’da Allah hakkında bir ayette ehad, yirmiiki ayette ise vahid kelimesi kullanılıyor.

2) Olumsuzluk ifadesiyle: “Allah’tan başka ilah yoktur.” (Al-i İmran: 3/62)

3) Yasaklama ifadesiyle: “Allah ile beraber başka bir ilah edinmeyin.” (Nahl: 16/51)

4) Tevhid kelimesini kullanarak: “Allahu la ilahe illa hu: Allah, O’ndan başka ilah olmayandır...” (Bakara: 2/255)

“Şüphe yok ki Ben, Ben Allah’ım... Benden başka ilah yoktur; şu halde bana ibadet et...” (Taha: 20/14)

5) Birliğin soru şeklinde vurgulanmasıyla: “Size gökten ve yerden rızık verecek Allah’tan başka yaratıcı mı var?” (Fatır: 35/3)

6) Hristiyanların teslisini (üçlü ilah inancını) reddederek:  “Allah, ancak bir tek ilahtır. O, çocuk sahibi olmaktan yücedir.” (Nisa: 4/171)    

7) İnsanın yaratılışı da bir Allah inancını kabul etmeye uygundur. Örneğin, insan kurtulma ümidinin kaybolduğu, kimsenin yardımcı olamayacağı bir sıkıntı anında Allah’a yalvarır. “Size denizde bir sıkıntı dokunduğu zaman , O’nun dışında dua ettikleriniz kaybolur-gider; fakat karaya sizi kurtarınca sırt çevirirsiniz. İnsan pek nankördür.” (İsra: 17/67)

8) İnsanın aklını kullanmasını sağlayarak: “Eğer her ikisinde Allah’ın dışında ilahlar olsaydı, elbette ikisi de bozulup gitmişti. Arş’ın sahibi olan Allah onların nitelendiregeldikleri şeylerden yücedir.” (Enbiya: 21/22)

9) Hayretle karışık soru şeklinde: “Allah ile başka ilahlar var mı?” (Neml: 27/60-63)

2) Sıfat’ta Tevhid: Allah sıfatlarında da tektir, hiç bir varlık O’na sıfatlarında ortak (şerik) veya denk değildir. Allah’ın sıfatları denildiği zaman, Allah’ı bize bildiren ilahi özellikleri akla gelir. Allah’ın sıfatları O’na aittir ve kendisi gibi ezelidir, başlangıcı yoktur. Allah’ın bazı sıfatları O’ndan başka hiç bir yaratıkta olamaz. Mesela: “Beka: Sonu olmamak” sıfatı gibi. Allah’ın sonu yoktur. O, ölümsüzdür, varlığı asla sona erici değildir. Allah bazı sıfatlarından varlıklara da vermiştir. Mesela: “Hayat: Diri ve canlı olma” sıfatı gibi. Canlılar da hayat sahibidir ama, günün birinde onların hayatı sona erer. Hayvanlar ve insanlar ‘Görme’ sıfatına sahiptirler ama onların görmeleri sınırlıdır, bazı araçlarla olmaktadır. Allah’ın görmesi ise tıpkı diğer sıfatları gibi mutlaktır, bir aracıya muhtaç değildir.

3) Fiilde Tevhid: Allah’ın yaratmasına, bir şeyi yokluktan varlığa çıkarmasına O’nun fiili denir. Yaratma yalnızca Allah’a aittir. Çevremizde ve evrende gördüğümüz bütün olaylar ve oluşumlar, Allah’ın yarattığı sebeplere bağlı olarak meydana gelmektedir. Asıl yaratıcı Allah’tır. Alemi, alemin içindeki her şeyi, insanı ve insanla ilgili her şeyi yaratan O’dur. O’nun bu yaratmasında bir ortağı, bir yardımcısı veya bunlara benzer bir şeyi yoktur. Var eden de O’dur, öldüren de O’dur, varlığın devamını yaratn da O’dur.

Fiilde Tevhid, Allah’ın tek yaratıcı olmasına inanmadır, yaratma ve var etme sıfatını başka ilahlara vermemektir. O’nun yaratmada bir yardımcısı olmadığı gibi, alete, araca, zamana da ihtiyacı yoktur. “Bir şeyi dilediği zaman, O’nun emri, ona yalnızca ‘ol’ demesidir; o da hemen oluverir.” (Yasin: 36/82)

Tevhid, Allah’ı uluhiyyette-ilahlıkta ve rububiyyette-rablikte tek ve bir bilmenin ifadesidir. Allah hem yaratıcı olarak tek ilahtır, hem de evreni ve içindekileri yaratan, düzenleyen, idare eden ve insanlar için hükümler koyan bir Rabdir. Kimileri Allah vardır ve yücedir, derler ama, O’na bir takım şeyleri eş tutarlar. Bazı şeyleri Allah gibi düşünürler. Veya Allah’a ait sıfatları onlara verirler. Onların tıpkı Allah gibi saygı duyulacak, emirlerine itaat edilecek, önlerinde boyun eğilecek yüce varlıklar olduğunu düşünürler. Ya da Allah büyüktür dedikleri halde hayatlarına ilişkin temel hükümleri bir başka makamdan alırlar. Allah’ın koyduğu helal ve haram hükümlerini kabul etmezler, onların yerine tağutların hükümlerini benimserler.

Bu gibi kimseler Tevhid’e iman etmemiş sayılır. Çünkü Allah hem eşi ve benzeri olmayan tek ilahtır, hem de tek Rabb’dir. Tek Rabb olmanın anlamı, yaratan, şekil verip terbiye eden, yöneten, tek sahib ve hüküm koyucu demektir. İlahlığı Allah’a yakıştırıp da Rabbliği başkalarına tanıyanlar Tevhid’i bilmeyenlerdir. Böyle yapanlar şirk koşup  müşrik olanlardır. Kur’an’ın ifadesi açık olmasına rağmen Allah’ın hükümlerine zıt olacak şekilde, onları beğenmeyerek, ‘Bana göre, bize göre, bizim sistemimize göre, çağımıza göre, falanca ilkelere göre, falanca ilim adamına ve efendiye göre, gibi ölçüler Tevhid’e uymaz. Böyle bir inanca sahip olanlar, Allah’ın Rabliğini tanımayanlardır. “Dikkat edin, hükmün tamamı O’nundur...” (En’am: 6/62) 

Burada söz konusu edilen nokta, Allah’ın ölçülerine rağmen, sırf onların yerine geçmesi için hüküm koymak ve Allah’ın dininin yerine başka dinler uydurmak mantığıdır. Bu Tevhid’e aykırıdır. Tevbe suresinin otuzbirinci ayetini ve bu ayetle ilgili Rasulullah’ın Adiyy b. Hatem’e cevabını hatırlayalım: Ayet, bazılarının din adamlarını, hahamlarını ve İsa’yı Rabb edindiklerini, yani onlara kulluk yaptıklarını söylüyor. Adiyy b. Hatem, onların bu gibilere kulluk yapmadıklarını söyleyince, Rasulullah işin mantığını çarpıcı bir şekilde izah etti: halk, onların helal ve haram ölçülerini kabul ediyorsa, bunun anlamı onları Rabb haline getirmektir. (nak. Muh. İbni Kesir, 2/317. Tirmizi, nak. Elmalı, 4/317)

Öyleyse Tevhide inanan bütün mü’minler, bu inanmanın gereğine uymak zorundadırlar. Allah’ı hem ilahlıkta tek ve bir, hem de Rabb olmada tek ve bir bilecekler. O’nun emrinin, O’nun hükmünün, O’nun büyüklüğünün üzerine hiç bir şey koymayacaklar. O’nu zatında, sıfatlarında, fiillerinde ehad-tek olarak tanıyacaklar.

Bazılarının yaptığı gibi gökleri Allah’a, yeryüzünü de insanlara bırakmak Tevhid değildir. Yani onlara göre Allah, yer ve gökleri yarattı ve yönetmektedir. Tamam bu doğrudur, ‘O Allah, gökleri yönetmeye devam etsin, canlıların rızkını  versin, sıkışanların da yardımına koşsun, ama yeryüzüne karışmasın. Toplumlara ve insanlara ait hükümleri biz O’ndan daha iyi biliriz’ şeklinde düşünürler ve inanırlar.

İşte bu mantık şirk mantığıdır, tağutluktur. Dikkat edilirse, İslam gelmeden önce cahiliyye insanları ‘Allah yoktur’ demiyorlardı. Allah’ın var olduğuna inanıyorlardı ama O’na putları ortak koşuyorlardı ve O’nun insanlar hakkında koyduğu hükümleri tanımıyorlardı, ya da O’nun adına kendileri hüküm koyuyorlardı.[59] 

Allah’tan Başka İlah Yoktur İfadesinin Anlamı: Tevhid kelimesinde bir incelik daha var. Orada Allah vardır ifadesi değil, Allah’tan başka ilah yoktur ifadesi yer almaktadır. Allah elbette vardır. İnsanlar zaten ilahsız olamazlar ki. Herkesin mutlaka bir ilahı veya bir çok ilahı vardır. İnsan ilah inancından uzak olamaz. Önemli olan bu ilah inancı değil, yanlış ilah inançlarını terkedip, alemlerin Rabbi Allah’a inanmaktır. İşte bu Tevhid’dir. Tevhid aynı zamanda İslam’ın dünya görüşüdür. Evet, İslam Tevhidi bir dünya görüşüne sahiptir. Hayat anlayışı, evreni izah edişi, ölüm gerçeğine bakışı, hükümler konusundaki tavrı, geçmişe ve geleceğe bakışı tamamen bir Allah inancına dayanır.

İslam’ın getirdiği bütün çözümler, önerdiği yaşama tarzı, bu hayatı devam ettirecek ilkeler ve prensipler, insanlara ve toplumlara, bilgiye ve bilginin kaynaklarına bakışı, tarihi değerlendirişi hep bir Allah inancından, yani Tevhid’ten kaynaklanmaktadır. En ufak, hatta göze görünmeyen varlıktan en büyük varlıklara kadar, galaksi ve nebulalara varıncaya kadar her şey, her varlık Allah’ın birliğinin isbatıdır, Tevhid’in görüntüsüdür.[60]

Tevhidin Pratik Görüntüleri: Bu muazzam görüntüyü ve Allah’ın vahiy ile öğrettiği Tevhid’i, beş maddede daha açık görebiliriz.

1) Kainattaki Tevhid: Kainattaki her varlık bu inancı bize haber veriyor. Kur’an’da sık sık bu duruma dikkat çekilmekte, Allah’ın sonsuz kudretinin eserine bakmamız tavsiye edilmektedir. Kainattaki her varlık kendine ait bir özelliğe sahiptir ve her biri kendi görevini yerine getirmektedir. Bu durum tevhidin göstergesidir.

“Yeryüzünde kesin bir bilgiyle inanacak olanlar için ayetler vardır. Ve kendi nefislerinizde de. Yine de görmüyor musunuz?” (Zariyat: 51/20-21)

“Şüphesiz göklerin ve yerin yaratılışında, gece ile gündüzün ardarda gelişinde temiz akıl sahipleri için gerçekten ayetler vardır.” (Al-i İmran: 3/190)  

2) Siyasette Tevhid: Siyaset, idare etme, yönlendirmedir. Alemlerin Rabbi Allah, alemleri yaratan ve idare edendir. O’nun hükmü hem kainatta hem de insan hayatında geçerlidir.

“O gökte de ilahtır, yerde de ilahtır.” (Zuhruf: 43/84)

Allah’ı dünya ve toplum işlerine karıştırmak istemeyen mantık Tevhid’e aykırıdır ve tağutluktur.

3) Toplumda Tevhid: İslam Ümmeti, Tevhid Dinine inanmakla tek bir ümmet, tek bir topluluk olmaktadır. “Gerçekten, sizin bu ümmetiniz tek bir ümmettir. Ben de sizin Rabbinizim, öyleyse bana ibadet ediniz.” (Enbiya: 21/92)

Öyleyse mü’minler, hayatlarına Tevhid ilkelerini hakim kılarak birliklerini koruyacaklar, Allah’ın ipine sımsıkı sarılarak ayrılıp-parçalanmayacaklar ve vahdet olacaklar. Mü’minleri, ancak Tevhid ilkelerine topluca sarılma birleştirir, bir araya getirir. Mü’minler, kendilerine Allah’ın ayetleri geldikten sonra parçalananlar, bölük pörçük olanlar gibi olmazlar.

“Kendilerine apaçık belgeler geldikten sonra, parçalanıp ayrılan ve anlaşmazlığa düşenler gibi olmayın. İşte onlar için büyük bir azab vardır.” (Al-i İmran: 3/105)

4) Kişide Tevhid: İman edenler, İslam’ın kendilerinden istediği muvahhid tipli insan olmak, hayatlarının her anında Tevhid inancını göstermek, kulluğu tek bir Rabb’e yapmak durumundadırlar. Muvahhid, bütün benliği ve duygularıyla Tevhid ilkelerine inanır, mücadelesini bu uğurda yapar.

5) Yürekte ve Dilde Tevhid: Mü’minler, Tevhid Dininin özeti olan Tevhid kelimesini yürekten kabul ederler, inanırlar, dilleriyle de inandıklarını ortaya koyarlar. Sonra da bu inançlarını fikirde, düşüncede, ahlakta, ibadette, sosyal hayatta ve her konuda gösterirler. Tevhid’in ilkelerini hayata hakim kılarlar. Lailahe illallah dedikten sonra başka ilahların peşine gitmezler, şirk olabilecek fikirleri kabul etmezler, ilah zannedilenlerin ve tağutların hükümlerine itibar etmezler. Allah’a rağmen insanlara hükmetmeye kalkışanlara yüz vermezler. İbadetlerini yalnızca Allah’a yaparlar. İmanlarında asla taviz vermezler.

“Allah’a dayan, vekil olarak Allah yeter. Allah bir adamın göğsünde iki kalp yaratmadı...” (Ahzab: 33/3-4)

 İşte bu makamda kim Kelime-i Tevhid’i (veya şehadeti) kabul ederse, kim hayatını bu inanç doğrultusunda yaşarsa, kimin son sözü Lailahe illallah Muhammedun Rasulullah olursa, onun cennete gideceği umulur.[61]

İnsanlık tarihi baştanbaşa bir Tevhid mücadelesi tarihidir. Kimileri şirk dinine girip saptıkça, azdıkça, kısaca yoldan çıktıkça Allah’ın rasulleri onları Tevhid’e davet ettiler, kurtulmalarını sağlamaya çalıştılar. İnsanlar Rablerine isyan etmeye, Allah da onlara elçi ve elçilerle beraber kurtuluş davetini göndermeye devam etti. Bugün de Allah’ın son vahyi olan İslam ve O’nun kitabı Kur’an, Muhammed’in (s.a.v.) mesajı bütün insanlığı Tevhid’e davet ediyor. Çünkü gerçek kurtuluş Tevhid’e uygun yaşamaktır. Kur’an’ın deyişiyle:

“Ey zindan arkadaşlarım, birbirinden ayrı Rabler mi daha hayırlıdır, yoksa kahhar olan bir tek Allah mı?” (Yusuf: 12/39)[62]

Tevhid Akidesinden Doğan Neticeler:

Şüphesiz ki Allah’a iman etmenin, tevhid inancının gerek fertlere nisbetle ve gerekse toplumlara nisbetle bir çok önemli sonuçlar doğurur. Bu sonuçlardan bazıları şunlardır:

1) Nefsi başkalarının tahakkümünden ve korkusundan kurtarmak.

“Allah’ı bırakıp da sana fayda veya zarar veremeyecek şeylere tapma. Eğer bunu yaparsan o takdirde sen mutlaka zalimlerden olursun. Eğer Allah sana bir zarar dokundurursa, onu yine O’ndan başka giderecek yoktur. Eğer sana bir hayır dilerse O’nun keremini geri çevirecek yoktur. O hayrını kullarından dilediğine eriştirir. Çünkü O çok bağışlayan, pek esirgeyendir.” (Yunus: 10/106-107)

2) Nefsi hayat korkusundan kurtarmak.

Zira mü’min kesin olarak inanır ki ölüm de hayat da Allah’ın elindedir. Ne zaman olursa olsun hiçbir yaratık ömrünü kısaltamaz, uzatamaz.

“Hiçbir kimse yok ki ölümü Allah’ın iznine bağlı olmasın. Belli bir süreye göre yazılmıştır.” (Âl-i imran: 3/145)

“Nerede olursanız olun ölüm size ulaşır. Sarp ve sağlam kalelerde olsanız bile.” (Nisa: 4/78)

Bu inanç insanın kalbinde cesaret ve şecaat ruhu uyandırır. Çünkü mü’min inanır ki ömür sınırlıdır. Eğer savaşa gider de şehid düşerse o zaman da cennettedir.

3) Nefsi rızık korkusundan kurtarmak:

Mü’minin inanması gerekir ki; rızık veren Allah’dır. Hiç kimsenin hırsı teşvik edemeyeceği gibi istemeyenin de istememesi O’nu rızık vermekten alıkoymaz.

“Allah kullarından dilediğine rızkı bol verir, dilediğine de kısar. Şüphesiz Allah her şeyi hakkıyla bilendir.” (Ankebut: 29/61)

“Yeryüzünde yürüyen her canlının rızkı yalnızca Allah’ın üzerindedir. Allah o canlının durduğu yeri ve sonunda bırakılacağı mekanı bilir. Çünkü hepsi açık bir kitapta (Levh-i mahfuz’da)dır.” (Hud: 11/6)

4) İnsanı sınıflaşma ve makam korkusundan kurtarmak.

“De ki: mülkün gerçek sahibi olan Allah’ım! Sen mülkü dilediğine verirsin ve mülkü dilediğinden geri alırsın. Dilediğini yüceltir, dilediğini de alçaltırsın. Her türlü iyilik senin elindedir. Gerçekten sen her şeye kadirsin.” (Âl-i imran: 3/26)

5) Güven vermek ve ümitsizliği gidermek:

“Onlar Allah’a iman ederler ve gönülleri Allah’ı anmakla sükunete erenlerdir. Bilesiniz ki kalpler ancak Allah’ı anmakla sükunet bulur.” (Râd: 13/28)

“İmanlarına iman katsınlar diye mü’minlerin kalplerine güven indiren O’dur.” (Fetih: 48/4)

6) İstikamet üzere olmayı sağlamak:

Yaşamında hiçbir şeyin kendisine gizli kalmadığı, alemlerin Rabbi olan Allah’ın istediği şekilde, ilahi metod üzere hareket etmek.

“Emrolunduğun gibi dosdoğru ol.” (Şura: 42/15)

7) Dünyada hoş bir hayat sağlamak, imkanlar tanımak ve bereket kapılarını açmak.

“Erkek veya kadın kim mü’min olarak iyi amel işlerse, onu mutlaka güzel bir hayatla yaşatırız. Ve onların mükafatlarını yapmakta olduklarının en güzeli ile veririz.” (Nahl: 16/97)

8) Mü’mini düşmanlarından korumak, müdafaa etmek ve onlara karşı onu desteklemek.

“Bu yüzden koruyucu olarak Allah en hayırlı olandır. O acıyanların en merhametlisidir.” (Yusuf: 12/64)

“Şüphesiz peygamberlerimize ve iman edenlere, hem dünya hayatında hem şahitlerin (şahitlik) edecekleri günde yardım ederiz.” (Mü’min: 40/51)

9) İnsanı, mal, şan, şeref, neseb, makam gibi sosyal değerlere tapmaktan korumak.

“Muhakkak ki Allah yanında en değerli ve en üstün olanınız, O’ndan en çok korkanınızdır.” (Hucurat: 49/13)

“Ve ilave ettiler; biz malca ve evlatça daha çoğuz, biz azaba uğratılacak da değiliz. De ki: Rabbim dilediğine bol rızık verir ve (dilediğinden) kısar; fakat insanların çoğu bilmezler. Hiç birinizin malları ve evlatları, huzurumuzda size bir yakınlık sağlamaz. İman edip iyi amellerde bulunanlar müstesna. Ancak onlara yaptıklarının kat kat fazlası vardır. Onlar odalarında güven içindedirler.” (Sebe: 34/35-37)

10) İnsanı, dünya lezzetlerinden ve şehevi arzularından emin kılar:

“Kadınlardan, oğullardan, yığın yığın biriktirilmiş altın ve gümüşten, salma atlardan, sağmal hayvanlardan ve ekinlerden gelen zevklere düşkünlük ve bağlılık insanlar için bezenip süslendi. Bunlar dünya hayatının metaıdır. Nihayet varılacak güzel yer, Allah’ın huzurudur. De ki: “Size bunlardan daha iyisini bildireyim mi? Takva sahipleri için Rableri yanında içinde ırmaklar akan ebediyyen kalacakları, tertemiz eşler ve Allah’ın hoşnutluğu vardır. Allah kullarını çok iyi görür.” (Al-i imran: 3/14-15)

11) Ahirette cennete girmek:

“İman edip iyi davranışlarda bulunanlara gelince, onlar için konak olarak Firdevs cennetleri vardır. Orada ebedi kalacaklar. Oradan hiç ayrılmak istemezler.” (Kehf: 18/107-108)[63]   

 

Tevhidin Faziletleri:

 

Tevhid kelimesinin Allah katında çok büyük değeri vardır. Tevhid, şirk dışında bütün günahların bağışlanmasına vesile olur. Yalnızca Allah’a ibadet edip O’na hiçbir şeyi şirk koşmayan kimseler ahiret gününde her türlü tehlikeden emin olacaklar, cennet nimetleri içerisinde mutlu bir şekilde ebedi olarak yaşayacaklardır.

“İman edip imanlarına zulüm karıştırmayanlar, işte güvenlik onlar içindir ve onlar hidayete ermişlerdir.” (En’am: 6/82)

Allah’tan başka ibadete layık ilah olmadığına, O’nun eşi, ortağı, dengi ve benzeri olmadığına, Muhammed’in Allah’ın kulu ve rasulü olduğuna inanan ve bu inanca göre haraket eden kimse şirk işlemediği müddetçe eninde sonunda cennete gidecektir.

Ubade b. Samit’ten Rasulullah (s.a.v.) şöyle buyurdu: “Kim Lailahe illallah’a şehadet edip, Allah’ın tek olduğuna ve ibadette hiç bir ortağı bulunmadığına, Muhammed’in O’nun kulu ve rasulü olduğuna, İsa’nın O’nun kulu, rasulü ve O’nun katından bir ruh olduğuna, ‘ol’ kelimesinin Meryem’e yöneltildiğine, cennet ve cehennemin hak olduğuna şehadet ederse, ne yaparsa yapsın Allah onu cennet koyar.”[64]

İhlaslı olarak kalbiyle Allah’a yönelip, Allah’ın rızasını hedef kabul ederek, laihe illallah diyen ve şirkin her çeşidini terkeden kimse, günah işlemiş olsa bile ebedi olarak cehennemde kalmayacaktır. Allah’ın dilemesi sonucu ya hiç azap görmeyecek ya da günahları oranında cehennemin Derk-i A’la denilen en üst tabakasında yandıktan sonra cennete girecektir.

Utban b. Malik’ten Rasulullah (s.a.v.) şöyle buyurdu: “Allah, kendisinin rızasını isteyerek Lailahe illallah diyen kimseye cehennemi haram kıldı.”[65]

Lailahe illallah’ın faziletlerini rasuller bile tam olarak anlayamamışlardır. Bu konuda yeterince bilgiye sahip değillerdir. Musa’nın (a.s.) uyarıldığı gibi uyarılmaya muhtaçtırlar. Lailahe illallah sözü, tartıda bütün mahlukat karşısında ağır bastığı halde, onu söyleyenlerden çoğunun mizanı hafif gelecektir. Çünkü bunlar Lailahe illallah’ı sadece dilleriyle söylüyor, amellerinde ise buna ters düşecek hareketlerde bulunuyorlar.

Ebu Said Hudri’den Rasulullah (s.a.v.) şöyle buyurdu: “Musa Allah’a şöyle yalvardı: “Ya Rabbi! Bana, Seni hatırlayıp dua edebileceğim bir şey öğret.” Allah şöyle buyurdu: “Ey Musa Lailahe illallah de” Musa dedi ki: “Ya Rabbi bunu zaten bütün kulların söylüyorlar.” Allah şöyle buyurdu: “Ey Musa yedi gökler, yedi yerler ve bunların içinde bulunanlar bir kefeye konsa Lailahe illallah da bir kefeye konsa Lailahe illallah daha ağır gelir.”[66]

Bu hadisten Allah’ın Musa ile konuştuğu bildirilmiştir. Bu ise, Eş’ariler’in iddia ettiklerinin aksine Allah’ın ‘Kelam’ sıfatına sahip olduğunu göstermektedir.

Allah, şirk koşmadan ölen kimseyi, dünya dolusu günahı olsa bile, ‘Lailahe illallah’ kelimesinin fazileti sebebiyle -ister günahlarının cezasını çektirdikten sonra ister günahlarının cezasını çektirmeden- affedecektir.

Enes b. Malik’ten Rasulullah (s.a.v.) şöyle buyurdu: “Allah-u Teala buyurdu ki: Ey Ademoğlu! Yeryüzünü dolduracak kadar günahla gelsen ve bana hiçbir şeyi şirk koşmadığın halde kavuşsan, ben seni yeryüzünü dolduracak kadar mağfiretle karşılarım.”[67]

 

 

La İlahe İllallah Muhammedun Rasulullah’ın Manası:

La İlahe İllallah’a Davet Etmek:

 

La İlahe İllallah’ın Şartları:

 

İslam’ın özünü oluşturduğunu belirttiğimiz bu iki temel kuralın ifadesi Kelime-i Tevhid’dir. Bu yüce kelime Lailahe illallah’tır. Bu kelime ile şehadette bulunmayanın İslam’a girmesi asla mümkün olmaz. Yine, nasıl ki dişsiz bir anahtarın kapıyı açması mümkün değilse, bu anahtar kelimenin şartları gerçekleşmeden de İslam’ın kapısını açmak mümkün değildir. Onun neleri öngördüğünü şöyle bir hatırlayalım:

 

1) İlim: Manasını bilmek. Lailahe illallah’ın manasını, redle ortadan kaldırdığının ve isbatla ortaya koyduğunun ne olduğunu, kavrayacak şekilde bilmektir. Böylece dille söylenen kalp ile de bilinmiş olur. Ki onun, manasını ve içeriğini bilmeden söyleyene faydası yoktur. Çünkü o kimse, kelimenin gösterip işaret ettiği doğrultuda bir inanca sahip değildir. Onun durumu anlamadığı bir dilde konuşan kimseye benzer.

Allah teala şöyle buyuruyor:

“Bil ki Allah’tan başka ilah yoktur.” (Muhammed: 47/19)

“... Ancak bilerek hak için şehadette bulunanlar müstesnadır.” (Zuhruf: 43/86)

Bundan kasıt, dilleriyle söyledikleri Lailahe illalah’ın manasını kalpleriyle bilenlerdir.

Rasulullah (s.a.v.) şöyle buyuruyor:

“Her kim Allah’tan başka gerçek ilah olmadığını ve yalnız O’nun ilah olduğunu bilerek ölürse Cennete girer.”[68] 

Gerçekten ibadet edilmeyi hak eden yalnız ve yalnız Allah’tır. İbadet ise, Allah’ın sevip razı olduğu, gizli ve açık her türlü söz ve ameldir.

2) Yakîn: Şeksiz-şüphesiz inanmak. Lailahe illallah kelimesi hakkında şek ve şüpheye yer vermeyen tam bir biliş ve kavrayış sahibi olmak.

Lailahe illallah kelimesini söyleyenin, onun manasını bilmesinden sonra, bu kelimenin delalet ettiği şey hakkındaki inancının şek ve şüpheye yer vermeyen, derinden bir kavrayışın ve kesin bir bilişin eseri olmasıdır. Çünkü yakinen bilinmeyen bir şey hakkında iman sahibi olunmaz.

Allah Teala şöyle buyuruyor:

“Mü’minler ancak Allah’a, Rasul’üne iman edip, sonra da şüpheye düşmeden malları ve canları ile Allah yolunda cihad edenlerdir. İşte sadıklar olardır.” (Hucurat: 49/15)

Rasulullah (s.a.v.) şöyle buyuruyor:

“Şehadet ederim ki, Allah’tan başka ilah yoktur ve ben Allah’ın Rasulü’yüm. Allah’ın huzuruna bu ikisinde şek şüphe etmeden çıkan kimse cennete girer.”[69] 

3) İhlas: İhlaslı olmak. Şirke yer vermeyen bir ihlasa sahip olmaktır. Bu, amelin her türlü şirk şaibesinden arınmış, yalnız Allah’a yönelmiş halis bir niyetle yapılmasıdır ki o, “Lailahe illallah” kelimesinin ortaya koyduğudur.     

Allah Teala şöyle buyuruyor:

“İyi bilin ki halis din yalnızca Allah’ındır.” (Zümer: 39/3)

“Onlar ancak Allah için dini halis kılarak ibadet etmekten başka bir şeyle emrolunmadılar.” (Beyyine: 98/5)

Rasulullah (s.a.v.) şöyle buyuruyor:

“Kıyamet günü insanlar arasında benim şefaatime erecek olan en mutlu kişi, kalbinden halis ve ihlaslı bir şekilde Lailahe illallah diyendir.”[70]

4) Sevmek: Gerek bu kelimeyi, gerekse içerdiği, taşıdığı, gösterdiği her şeyi sevmek ve bunlarla sevinç duymak.

Allah Teala şöyle buyuruyor:

“İnsanlar arasında Allah’ı bırakıp O’na koştukları eşleri ilah olarak benimseyenler ve onları, Allah’ı severcesine sevenler vardır. Mü’minlerin Alah’ı sevmesi ise hepsinden kuvvetlidir.” (Bakara: 2/165)

Allah Teala bu ayette mü’min kullarının kendisine olan kuvvetli sevgisini bildirmiştir. Çünkü onlar Allah’tan başka ilahlar edinmediler. Kulun, Rabbini sevmesinin alameti ise, nefsinin hoşuna gitmese bile O’nun emrini herşeyin üstünde tutmasıdır. Sevgisi ve nefreti yalnız Allah için olur. O’nun Rasulü’ne itaat eder ve O peygamberin (s.a.v.) sünnetine sıkı sıkı bağlanır.

Rasulullah (s.a.v.) şöyle buyuruyor:

“Her kimde şu üç haslet varsa imanın tadını almıştır. Allah ve Rasulü’nü herkesten daha çok sevmek; birini ancak Allah için sevmek, Allah kendisini küfürden kurtardıktan sonra tekrar küfre dönmeyi ateşe atılmayı kerih gördüğü gbi kötü bulmak.”[71]

5) Sıdk: Yalan ve nifakın yeşerme ortamı bulamayacağı gerçek bir doğruluk. Kişinin bu kelimeyi kalpten gelen bir doğrulukla yani dilinin söylediğini kalbi de tasdik ederek söylemesidir.

Allah Teala şöyle buyuruyor:

“And olsun, biz kendilerinden öncekileri de denemişken, insanlar “inandık” deyince, denenmeden bırakılacaklarını mı sandılar? Allah elbette doğru olanları da yalancıları da ortaya çıkaracaktır.” (Ankebut: 29/3)

“Gerçeği getiren ve onu doğrulayanlar, işte onlar, Allah’a karşı gelmekten sakınmış olanlardır.” (Zümer: 39/33)

Rasulullah (s.a.v.) şöyle buyuruyor:

“Her kim Allah’tan başka ilah olmadığını ve Muhammed’in (s.a.v.) Allah’ın Rasulü olduğunu bütün kalbi ile tasdik ederek ölürse, cennete girer.”[72]

6) Lailahe illallah hukukuna riayet etmek: Bu yalnız Allah rızası gözetilerek yapılan ve terkine en ufak bir meyil olmaksızın eda edilen farzlardır, vacip amellerin tümüdür.

Allah Teala şöyle buyuruyor:

“Rabbinize yönelin. Azap size gelmeden önce O’na teslim olun; sonra yardım görmezsiniz.” (Zümer: 39/54)

“İhsanla kendisini Allah’a veren kimse, şüphesiz en sağlam kulba sarılmış olur.” (Lokman: 31/22)

Yani kişi Lailahe illallah sözüyle en sağlam kulba sarılmış olacaktır ki, bu da kişinin, Allah’a karşı sorumluluklarını yerine getirmesi sonucudur.  

Rasulullah (s.a.v.) şöyle buyuruyor:

“Ben, sizlerden birine; evladından, babasından ve de tüm insanlardan daha sevgili olmadıkça iman etmiş olmaz.”[73]

İşte bu, Rasulullah’a (s.a.v.) gerçek bir sevgi ve de gerçek bir itaattir.

7) Kabul: Öyle ki inkâra asla yer verilmesin. Lailahe illallah dediği halde bu kelimeye ve bu kelimenin hukukunu eda etmeye çağrıldığında kibir ve taassubu nedeniyle red ve inkara kalkanlar da vardır. Bundan kaçınmak kesinlikle şarttır.

Allah Teala, bunu cehennem ehlinin vasıflarını bildirirken şöyle beyan etmiştir:

“Onlara Lailahe illallah denilince büyükleniyorlardı.” (Saffat: 37/35)

Buraya kadar olanlar Lailahe illallah ile birlikte olması gerekenler idi. Bunların Kelime-i Tevhid’in ayrılmaz şartları olduğunu hatırladık.

 

Lailahe illallah’ı Bozan Şeyler:

 

1) Allah’a kullukta O’na ortak koşmak:

Allah Teala şöyle buyuruyor:

“Allah kendisine ortak koşmayı elbette bağışlamaz, bundan başkasını dilediğine bağışlar. Allah’a ortak koşan kimse, şüphesiz büyük bir günahla iftira etmiş olur.” (Nisa: 4/48)

“Her kim Allah’a şirk koşarsa, Allah ona cenneti haram kılar ve varacağı yer de ateş olur. Zalimler için yardımcı yoktur.” (Maide: 5/72)

2) Kişinin Allah ile arasında vasıtalar edinmesi. Dualarında Allah’tan istediği gibi bu vasıtalardan da bir şeyler medet edip onlara tevekkülde bulunmak insanı icmaen kâfir yapar. Çünkü şeriatların tebliği dışında hiçbir hususta Allah ile mahluk arasında vasıta olmaz.

3) Müşrikleri tekfir etmeyip onların küfre düştüklerinde şüphe etmek veya onların yollarını doğru bulmak. Bu kimse İslam’ın tanımadığı için icmayla küfre düşmüş olur.

4) Başka birinin yol ve hükmünü, Rasulullah’ın (s.a.v.) yolundan daha güzel bulmak, bir başkasının hükmünün O’nun hükmünden daha iyi olduğunu söylemek. Tağutların hükmünü O’nun hükmünden üstün gören, yine Kur’an ve Sünnet’e aykırı kanunları daha üstün kabul eden kimse gibi.

Yine her kim Allah’ın indirdiği hükümden başka bir hükmü helal görürse, Allah’ın hükmünün daha iyi olduğunu söylese bile kâfir olur.

Allah Teala şöyle buyuruyor:

“Allah’ın indirdikleriyle hükmetmeyenler kâfirlerin ta kendileridir.” (Maide: 5/44)

“Hayır! Rabbine andolsun ki, aralarında çekiştikleri şeylerde seni hakem tayin edip verdiğin hükme içlerinde bir sıkıntı duymadan tamamen teslim olmadıkça iman etmiş olmazlar.” (Nisa: 4/65)

5) Allah Rasulü’nün (s.a.v.) getirmiş olduğu bir şeye onunla amel etse bile buğzeden kâfir olur. Çünkü bu sahibinin cehennemin en alt tabakasında bulunacağı itikadi nifak (münafıklık)tandır.

6) Dinden olan bir şeyle, onun sevabı veya günahıyla alay etmek küfürdür.

Allah Teala şöyle buyuruyor:  

“Onlara soracak olursan, “Biz and olsun ki, eğlenip oynuyorduk” diyecekler. De ki: “Allah’la, ayetleriyle, rasulüyle mi alay ediyordunuz? Özür beyan etmeyin, inandıktan sonra inkâr ettiniz.” (Tevbe: 9/65-66)

7) Sihir yapmak. Kim sihir yapar veya sihir yapılmasına razı olursa kâfir olur.

Allah Teala şöyle buyuruyor:

“... Bu ikisi “Biz sadece imtihan ediyoruz, sakın küfre düşme” demedikçe kimseye bir şey öğretmezlerdi.” (Bakara: 2/102)

8) Müslümanların aleyhine olup müşriklere arka çıkmak.

Allah Teala şöyle buyuruyor:

“Sizden kim onlara dost olursa o da onlardandır. Allah zulmeden kimseleri doğru yola eriştirmez.” (Maide: 5/51)

9) Hızır’ın (a.s.) Musa’nın (a.s.) şeriatına uymadığı vs. iddiasıyla; bazılarının Rasulullah’ın (s.a.v.) şeriatına uymamasının mümkün olduğunu söyleyen kâfir olur.

Allah Teala şöyle buyuruyor:

“Her kim İslam’dan başka bir din ararsa kendisinden asla kabul edilmeyecektir. O kimse ahirette de hüsrana uğrayanlardan olacaktır.” (Al-i imran: 3/85)

10) Allah’ın dininden yüz çevirmek. Dinini öğrenmemek ve onunla amel etmemek.

Allah Teala şöyle buyuruyor:

“Kendisine Rabbinin ayetleri hatırlatıldıktan sonra O’ndan yüz çevirenden daha zalim kim olabilir? Elbette ki biz, suçlulardan intikam alıcıyız.” (Secde: 32/22)

Burada yüz çevirmekten, kişinin kendisiyle müslüman olacağı bilgiyi almaması kasdedilmiştir.

Kişinin İslam’ını gideren bu hususlarda; şaka edenle, ciddi davranan arasında hiçbir fark yoktur, hepsi aynı ölçüde bunlara muhataptırlar. Ancak can tehlikesi sözkonusu olduğunda, zorla (ikrahen) bunlardan birine düşen kimse müstesnadır.

Zikri geçen bu on madde çok tehlikeli ve tehlikesine rağmen çokça karşılaşılması üzüntü veren durumlardandır. Bununla beraber, bu derece çokça karşılaşılması da Allah’ın, Din’in ve Peygamber’in doğru tanınıp tanınmadığına ait bir göstergedir. 

 

İMAN

 

Sözlükte iman tasdik etmek demektir. Şeriatta ise kalb ile itikat etmek, dil ile söylemek, azalar ile amel etmektir.

“İman yetmiş küsür şu’bedir.” ifadesindeki “küsür (el-bid’)” üçten dokuza kadar olan sayıyı ifade eder. “Şu’be” ise bir şeyin bir parçası demektir. Rahatsızlık veren şeyleri, gidip gelenleri, rahatsız eden taş, diken, çöp, hoş kokmayan vb. her bir şeyin yoldan kaldırılması da imanın en alt mertebesidir. Hayâ, utanma halinde meydana gelen tepkisel bir nitelik olup kişiyi insanlığa aykırı işleri yapmaktan alıkoyar.

Akidenin kendisi olan imanın esasları altı tanedir. Bunlar da Cibril hadisi diye bilinen meşhur hadiste Rasulullah’a (s.a.v.) imana dair soru sorduğu vakit söz konusu ettiği şu hususlardır: “İman, Allah’a, meleklerine, kitaplarına, peygamberlerine ve ahiret gününe iman edip, hayrı ile şerri ile kadere iman etmendir.” Bu hadisi Buhari ve Müslim rivayet etmişlerdir. 

Amellerin türlerini ve cinslerini kapsayan iman ise yetmiş küsür şubedir. İşte bundan dolayı yüce Allah “Allah imanınızı boşa çıkaracak değildir.” (Bakara: 2/143) buyruğunda namaz’dan iman diye söz etmektedir. Müfessirlerin açıklamalarına göre kasıt sizin Beytü’l-Makdis’e yönelerek kıldığınız namazlardır, şeklindedir. Çünkü Ashab-ı Kiram, Kabe’ye dönmekle emrolunmadan önce Beytü’l-Makdis’e doğru namazlarını kılıyorlardı.[74]

 

MÜ'MİN

 

Allah'tan gelen her şeyi mutlak anlamda tasdik eden, doğrulayan kimseler için kullanılan Kur'ânî bir terim.

Arapça "doğruladı, tasdik etti" anlamındaki "â.me.ne" fiilinin ism-i failidir.

Kur'an-ı Kerim'de, tekil, çoğul ve müennes siğalarında olmak üzere, iki yüz yirmi dokuz kere geçmektedir.

Mü'min, Allah Teâlâ'nın tek olduğunu, ibadette hiç bir ortağı olamayacağını, O'nun dışında ibadete layık olan ve O'na denk olabilecek hiç bir ilâhın bulunmadığını, ibadetin yalnızca O'na hasredileceğini kalben ikrar ve zâhiren açığa vuran kimsedir. İman kalpte; Allah sevgisi, O'na boyun eğme, korkma, ümid etme; varlığı karşısında ürperme, tevbe etme, tevekkül, sığınma, güvenme ve buna benzer şekillerde tecelli eder. Dışa yansıyan yönü ise; Allah'ın şerîatiyle hükmetmek, O'na ve Rasûlüne tam anlamıyla itaat etmek, bunun yanında namazı kılıp, oruç tutmak, zekât vermek ve güç yetirebilenler için haccetmek ve farz kılınan diğer şeyleri yerine getirmektir.

Buna, Allah Teâlâ'nın yasaklayıp haram kıldığı şeyler de girmektedir. Allah Teâlâ'nın haram kıldıklarından kaçınmak da mü'minin temel vasıtlarındandır. Bu haramların başında, Allah Teâlâ'ya şirk koşmak, rububiyyetinde, uluhiyyetinde veya isim ve sıfatlarında O'na ortaklar izafe etmek gelir. Mü'min, şirkten, şirk ve küfür ehlinden şiddetle sakınır. İçki, zina, yalan, hile, emanete hıyanet, komşusuna eziyet vb. haramlara kesinlikle yanaşmaz.

Allah Teâlâ'nın emrettiklerinin hepsine uyan ve haram kıldıklarından sakınan kimse, azap görmeden Cennette girmeye hak kazanır ve mutlak anlamdaki mü'min ismiyle isimlendirilir.

Bu emir ve yasaklara uyma hususunda eksiklik gösterenler, mutlak anlamdaki mü'min ismiyle anılma hakkını kaybederler. Allah Teâlâ, Kur'an-ı Kerim'de şöyle buyurmaktadır:

"Mü'minler ancak o kimselerdir ki; Allah zikredildiği zaman kalpleri ürperir. Allah'ın âyetleri onlara okunduğu zaman imanlarını kat kat artırır ve sadece Rablerine güvenirler. Onlar namazlarını dosdoğru kılarlar ve kendilerine verdiğimiz rızıklardan Allah yolunda harcarlar. İşte gerçek mü'minler onlardır. Onlar için Rableri nezdinde dereceler, mağfiret ve güzel rızık vardır." (el-Enfâl: 8/2-4)

"Allah'a imanında şüpheye düşmeyen, Allah yolunda mallarıyla, canlarıyla cihad eden kimseler ancak, hakkıyla iman edenlerdir. Samimi olanlar da işte bunlardır." (el-Hucurat: 49/15)

Rasûlüllah (s.a.s.) de bunu, şu şekilde dile getirmiştir:

"Zina eden kişi zina ettiği zaman, mü'min olarak zina etmez. İçki içen kişi de, içki içtiği zaman mü'min olarak içmez. Hırsız da çaldığı vakit mü'min olarak çalmaz. Başkasına âit bir malı insanların gözleri önünde zorla alan kişi de bunu alenen gasbettiği zaman mü'min olarak bu suçu işlemez."

"Hiç biriniz kendiniz için arzuladığınızı, mü'min kardeşi için de arzulamadıkça iman etmiş olmaz."[75] Bunlar gibi diğer bir takım âyet ve hadislerde de, bazı emirleri terk eden veya bazı haramları işleyenlerin, mutlak anlamdaki iman sıfatından tecrid edildikleri görülmektedir.

Ancak, mü'min ismiyle isimlendirilmeyi hak etmeyen kimse, kâfir olarak isimlendirilebilir mi? Şerîatın bazı hükümlerine muhalefette bulunmak, bazı emirleri terk etmek ve Allah'a şirk koşmak, ölülerden fayda beklemek, yardım dileyip onlara sığınmak, Allah'ın indirdiklerinin dışında başka bir şeyle hükmederek, O'na ortak koşmak, Allah'ın, kullarından birine hulûl ettiğini söylemek, Vahdeti vücûd iddiasında bulunmak, müşrikleri dostlar edinmek, onları mü'minlere karşı desteklemek ve "Allah zatıyla her yerdedir" demek gibi birtakım haramları işlemek, insanın küfrüne sebep olur.

Şirkin dışında, helâl olduğunu iddia etmeden, yani haramiyetine inandığı halde; içki, zina, hırsızlık, vb. bir takım ma'siyetleri işleyenler kâfir olmazlar. Bu tip kimseler, mutlak anlamdaki mü'min ismiyle anılma hakkını kaybederler. Onlar, imanlarıyla beraber İslâm dairesinin içinde bulunurlar.

İman sıfatı tek başına ele alındığı zaman konu, bu şekilde incelenebilir. Ancak, iman olayına İslâm'la birlikte yaklaşıldığı zaman iman; kalbin tasdik edip, amel etmesidir. İslâm ise, bu imanın dil ile ikrar edilip, erkânıyla amel edilmesidir.

Bu konu Cibrîl Hadisi'yle, eksiksiz olarak ortaya konulmaktadır. Cebrail (a.s), Rasulullah (s.a.s)'e gelip onu, "Bana İslâm'dan haber ver" dediği zaman o; "İslâm, Allah'tan başka ilâh olmadığına, Muhammed'in de Allah'ın Rasûlü olduğuna şehadet etmen, namazı dosdoğru kılman, zekâtı vermen, Ramazan orucunu tutman ve güç yetirebilirsen Beyt'i haccetmendir" buyurmuş ve imandan sorulduğunda ise; "Allah'a, meleklerine, kitaplarına, peygamberlerine, âhiret gününe ve kadere; hayrına ve şerrine inanmandır." demişti.[76]

Rasûlüllah (s.a.s)'in, "Allah'tan başka ilâh olmadığına şehadet etmen" sözü, ubudiyyet ve ulûhiyyetin tek olan Allah Teâlâ'ya ait olduğunu kabul ve bu kabulün zorunlu kıldığı ibadetleri ifa etmeyi ifade etmekte idi. Bazılarının zannettiği gibi, mücerred ikrar isteniyor değildir. Bunun gibi, "Allah'a iman etmen" sözünün anlamı da, Allah'ın hak olduğunu -farz kılınan amel ve davranışları üzerine bina etmeden- tasdik edip, ikrar etmek değildir.

Allah ve Rasûlünün hak üzere olduğunu kalben bilmek, hiç bir şey ifade etmez. Allah Teâlâ, Yahudilerin Peygamber (s.a.s)'e karşı takındıkları tavrın yanlışlığını ortaya koyarken şöyle buyurmaktadır:

"Kendilerine kitap verdiğimiz kimseler, Peygamberi, kendi çocuklarını tanıdıkları gibi tanırlar, yine de onlardan bir cemaat, bile bile gerçeği gizlerler." (el-Bakara: 2/146)

"Vicdanları doğruluğuna kanaat getirdiği halde, sırf zulümleri ve büyüklenmeleri yüzünden, o mucizeleri inkâr ettiler." (en-Neml: 27/14)

Bu âyetler onların, Allah Rasûlünü bâtınen yalanlamadıklarını açıklamaktadır.

Kalpleri tasdik ettiği halde, yeryüzünde büyüklük taslamaları onları bu tasdiğe boyun eğmekten kendilerini alıkoymuştu. Bu da imanın; ibadeti tek olan Allah Teâlâ'ya hasretmek; şirki ve hiç bir gücü olmayan batıl ilahları reddetmek olduğu gerçeğini ortaya koymaktadır.

Mü'min, emirlere uyup kötülüklerden sakınır. İşlediği bu amelleri, âhirette bir cezalandırma ve mükâfaatlandırma olduğunun bilincinde olarak işlemesi gerekir. Dünyada ise, imanın zahire varan tarafıyla muamele görür. Çünkü hiç kimse, onun, iç dünyasında imanına halel getirecek olan şirk hali üzere olup olmadığını bilemez. Bu, namaz, oruç, zekât vb. imanın alâmetleri olan amellerde de böyledir: Bir câriye Peygamber (s.a.s)'e getirildiğinde, ona; "Allah nerededir?" diye sormuş, cariye de; "göktedir" cevabını vermişti. "Ben kimim?" diye sorduğunda da cariye; "Sen Allah'ın Resûlüsün" cevabını verince, Rasûlüllah, cariyenin sahibine; "Onu azad et. Çünkü o, bir mü'minedir." demişti.[77] Bu olay, dünyada insanın dışa vurduğu imanın durumuna göre muamele göreceğini açıkça ortaya koymaktadır. İnsanın içinde saklayıp, hiç bir dış yansıması olmayan inancı, onun ahirette saadete erişen kullardan olmasını temin etmez.

İmam Şafiî Hz. Ömer (r.a)'ın rivayet ettiği; "Ameller niyetlere göredir."[78] hadisini delil getirerek, namazın niyetsiz sahih olmayacağını belirttikten sonra, Sahabe, Tabiin ve onlara yetişenlerin; "İmanın, söz, amel ve niyetten ibaret olduğu ve bu üç şeyden biri olmadığı zaman hiç birinin caiz olmadığı" şeklindeki görüş üzerinde icma ettiklerini eklemektedir.

Selef-i Salihîn, fasık bir kimse için, imandan İslam'a çıktı denileceği, ancak, onda imandan hiç bir şey kalmadı demenin caiz olmadığı görüşünde idiler. Fakat bu, amelin imanın bir parçası olduğunu kabul etmeyenler için farklılık arzetmektedir. Ehl-i Sünnetin fasıkların ahiretteki durumları hakkındaki görüşü, onların Cehennemden ancak şefâatle çıkabilecekleri yolundadır.[79]

 

İmanın Şartları:

 

İmanın şartları altı tanedir: 1) Allah’a iman 2) Meleklere iman 3) Kitaplara iman 4) Peygamberlere iman 5) Ahiret gününe iman 6) Kadere iman.

Bu konuda bir çok şer’i deliller vardır:

a) Kur’an-ı Kerim’den deliller:

Allah Teala şöyle buyuruyor:

“Gönderilen peygamber Rabbi tarafından gönderilene iman etti, mü’minler de iman ettiler. Onlardan her biri, Allah’a, O’nun meleklerine, kitaplarına, peygamberlerine iman ettiler. (Biz de onun için) Allah’ın peygamberlerinden hiçbirini ayırmayız (hepsine inanırız). Onlar: “işittik, itaat ettik. Ey Rabbimiz mağfiretini niyaz ederiz. Dönüş yalnızca sanadır.” dediler.” (Bakara: 2/285)

“Gerçek iyilik; yüzlerinizi doğu ve batı tarafına çevirmeniz değildir. Asıl iyilik o kimsenin iyiliğidir ki; Allah’a, ahiret gününe, meleklere, kitaplara, peygamberlere inanır. Allah rızası için yakınlara, yetimlere, yoksullara, yolda kalmışlara, dilencilere ve boyunduruk altında bulunan köle ve esirlere sevdiği maldan harcar, namaz kılar, zekât verir. Andlaşma yaptığı zaman sözlerini yerine getirirler. Sıkıntı, hastalık ve savaş zamanlarında sabreder. İşte doğru olanlar bu vasıfları taşıyanlardır. Muttakiler ancak onlardır.” (Bakara: 2/177)

“Ey iman edenler! Allah’a, peygamberine, indirdiği kitab’a iman (da sebat) ediniz. Kim Allah’ı, meleklerini, kitaplarını, peygamberlerini ve kıyamet gününü inkâr ederse tam manasıyla sapıtmıştır.” (Nisa: 4/136)

b) Sünnetten deliller:

Ömer b. Hattab’tan (r.a.) şöyle rivayet edildi: “Bir gün Rasulullah’ın (s.a.v.) yanında otururken aniden yanımıza, elbisesi bembeyaz, saçı simsiyah bir zat çıka geldi. Üzerinde hiçbir yolculuk eseri bulunmuyor; bizden de hiç kimse kendisini tanımıyordu. Doğru peygamberin yanına oturdu; ve dizlerini onun dizlerine dayadı. Ellerini de uylukları üzerine koydu. Ve:

“Ey Muhammed! Bana İslam’ın ne olduğunu haber ver.” dedi. Rasulullah (s.a.v.):

“İslam: Allah’dan başka ilah olmadığına, Muhammed’in (s.a.v.) de Allah’ın Rasulü olduğuna şehadet etmen, namazı dosdoğru kılman, zekâtı vermen, Ramazan orucunu tutman ve yol (külfetleri) cihetine gücün yeterse beyti haccetmendir.” buyurdu o zat:

“Doğru söyledin.” dedi. Babam dedi ki: “Biz buna hayret ettik. Hem soruyor, hem de tasdik ediyordu.” O zat:

“Bana imandan haber ver.” dedi. Rasulullah (s.a.v.):

“Allah’a, Allah’ın meleklerine, kitaplarına, peygamberlerine ve ahiret gününe inanman, bir de hayrıyla şerriyle kadere inanmandır.” buyurdular. O zat yine:

“Doğru söyledin.” dedi. Bu sefer:

“Bana ihsandan haber ver.” dedi. Rasulullah (s.a.v.):

“Allah’a, O’nu görüyormuş gibi ibadet etmendir. Çünkü her ne kadar sen O’nu görmüyorsan da O seni muhakkak görür.” buyurudu. O zat:

“Bana kıyametten haber ver.” dedi. Rasulullah (s.a.v.):

“Bu konuda sorulan sorandan daha bilgili değildir.” buyurdu. O zat:

“O halde bana bari onun alametlerinden haber ver.” dedi. Rasulullah (s.a.v.):

“Cariyenin kendi sahibesini doğurması ve yalın ayak çıplak, yoksul koyun çobanlarının bina yapmakta birbirleriyle yarış ettiklerini görmendir.” buyurdular.  

Bundan sonra o zat gitti. Ben hayli bir müddet (bekledim) durdum. Nihayet Rasulullah (s.a.v.): “Ey Ömer o soru soran zatın kim olduğunu biliyor musun?” buyurdular.

“Allah ve Rasulü daha iyi bilirim.” dedim.

“Gerçekten o Cibril’dir. Size dinizi öğretmeye gelmiş.” buyurdular.

Mezkur hadis, İslam’ın şu hadiste belirtilen beş rüknünü de içine almıştır:

“İslam beş (temel) üzerine kurulmuştur: Allah’tan başka ilah olmadığına ve Muhammed’in (s.a.v) O’nun rasulü olduğuna şehadet etmek, namaz kılmak, zekât vermek, Ramazan orucunu tutmak, yol bakımından imkânı olanlar için hacca gitmek.”

İşte bir mü’minin imanın rükünlerinin hepsine birden inanması gerekir. Bunlardan birini inkâr eden kâfir olur.

İslam’ın ve imanın rükunlarını zikrettikten sonra, dinin emareleri (alâmetleri) konusunda kayda değer bir beyt vardır.

Dinin alametleri (dörttür): Samimi niyet, sözünde durmak, yasağı terketmek (yapmamak) ve sağlam inançlı olmak. [80]     

 

ALLAH’A İMAN

 

Allah’a İmanın Manası: Kesin olarak; Allah’ın varlığına, tek olup, ortağı olmadığına, her şeyin yaratıcısı olduğuna, bütün kemâl sıfatlarına sahip olduğuna ve bütün noksan sıfatlardan münezzeh olduğuna ve tek ibadet olunanın O olduğuna inanmaktır.

Allah teala şöyle buyuruyor.

“De ki: O Allah birdir. Allah sameddir. Doğurmamış ve doğrulmamıştır. Hiçbir şey O’na denk değildir.” (İhlas: 112/14)

“Allah, kendisinden başka hiçbir ilah bulunmayan Allah’dır. O, Hayy ve Kayyum’dur. Kendisini ne uyku yakalar ne de uyuklama. Göklerde ve yerde bulunanların hepsi O’nundur. İzni olmadan katında kimse şefaat edemez. O, kullarının yapmakta olduklarını ve önceden yaptıklarını bilir. O’nun dilemesi hariç insanlar O’nun ilminden hiçbir şeyi tam olarak bilemezler. O’nun kürsüsü gökleri ve yeri içine alır, onları koruyup gözetmek kendisine ağır gelmez. O yücedir, büyüktür.” (Bakara: 2/255)

“O, ilktir, sondur, zahirdir, batındır. O her şeyi bilendir.” (Fussilet: 41/54)

“O’nun vechinden başka her şey helak olacaktır. Hüküm O’nundur. Ve siz ancak O’na döndürüleceksiniz.” (Kasas: 28/88)

“O her şeyin yaratıcısıdır.” (En’am: 6/102, Râd: 13/16, Zümer: 39/62)

“Bilesiniz ki yaratmak da emretmek de O’na mahsustur.” (A’raf: 7/54)

“O’nun benzeri hiçbir şey yoktur.” (Şura: 42/11)

“O’nun işi bir şeyi yaratmak istediği zaman sadece ol demektir. Ve o şey derhal oluverir. Ve siz elbette sadece O’na döndürüleceksiniz.” (Yasin: 36/82-83)

“Kullarım sana beni sorduğu vakit de ki: “Ben her halde yakınım. Dua edenin duasını bana dua ettiği anda işitir, ona karşılık veririm. O halde kullarım da benim davetime uysunlar ve bana inansınlar, umulur ki doğru yolu bulurlar.” (Bakara: 2/186)

“Göklerde ve yerde bulunanlar ister istemez secde ederler.” (Râd: 13/15)

“Ey insanlar” Sizi ve sizden öncekileri yaratan Rabbinize ibadet ediniz, umulur ki böylece korunmuş olursunuz. O Rab ki yeri sizin için bir zemin, göğü de tavan yaptı. Gökten size bir su indirdi. O su sebebiyle türlü meyvelerden size bir rızık çıkardı. Bunları bilerek sakın Allah’a ortaklaş koşmayın.” (Bakara: 2/21-22) 

İşte bu ayetler İslam’da tevhid inancının genel prensiplerine değiniyor. Bu inançlar da Allah’ın irade edip kullarına emrettiği katıksız tevhid inancıdır. Ayetler iki varlığa işaret ediyor: Birinci varlık her şeyi yaratan, evveli ahiri olmayan, her şeyi bilen, benzeri olmayan Allah Teala’nın varlığıdır. Diğer varlık ise, Allah’ın yarattığı ve yine Allaha’a dönecek olan yaratıkların varlığıdır.

Bu düşüncenin insanın iç alemine yerleşmesi, şahsiyetinin oluşmasında rol oynayan ve yaşamını biçimlendiren bir çok neticeler doğuracaktır.[81]  

Allah’a iman dört hususu kapsar:

1) Allah’ın varlığına iman: Yüce Allah’ın varlığına fıtrat, akıl, şeriat ve duyular delil teşkil etmektedir.

a) Fıtratın Allah’ın varlığına delil olması: Şüphesiz ki her bir yaratık daha önce bu hususta herhangi bir düşünme ya da öğretme sözkonusu olmaksızın, yaratıcısına iman etmek fıtratına sahip olarak yaratılmıştır. Bu fıtrattan uzaklaşmak ancak kalbini bu fıtrattan uzaklaştıran ve sonradan ortaya çıkan etkenlerle karşı karşıya kalmak halinde söz konusu olur.[82]

Allah’ın varlığını fark eden, insanın içinde kök salan bu his fıtri bir duygudur. Allah insanları bu fıtrat üzere yaratmıştır. Din duygusu diye ifade edilen de budur.

Allah Teala şöyle buyuruyor:

“Sen yüzünü hanif olarak dine, Allah insanları hangi fıtrat üzere yaratmışsa o fıtrata çevir. Allah’ın yaratışında değişme yoktur. İşte dosdoğru din budur; fakat insanların çoğu bilmezler. Hepiniz O’na yönelerek O’na karşı gelmekten sakının, namazı kılın; müşriklerden olmayın.” (Rum: 30/30-31)

Ebu Hureyre’den (r.a.) Rasulullah (s.a.v.) şöyle buyuruyor: “Doğan herkes mutlaka fıtrat üzere doğar. Ancak anne babası onu Yahudi, Hristiyan ya da Mecusi yaparlar. Nasılki her hayvanın yavrusu bütün azaları tam olarak doğar. Hiç o yavrusunun burnunda, kulağında eksik, kesik bir şey görülür mü?” Sonra Ebu Hureyre diyor ki: Dilerseniz şu ayeti okuyun: “Allah insanları hangi fıtrat üzere yaratmışsa o fıtrata çevir. Allah’ın yaratışında değişme yoktur. İşte dosdoğru din budur; fakat insanların çoğu bilmezler.”[83]

Hadis-i şerifin anlamı şudur: Her doğan hakkı benimsemekten ibaret olan İslam fıtratı üzerine doğar. Fakat daha sonra çevre ona engel olur. Bu şuur bazı sebeplerle unutulur. Ama yine de onu rahat bırakmayan acılar ve sıkıntılarla uyandırır. Şu ayeti kerimeler de buna işaret etmektedir:

“İnsana bir sıkıntı dokunduğu zaman, yan yatarak, oturarak veya ayakta durarak bize dua eder. Fakat biz onların sıkıntısını kaldırınca, sanki kendisine dokunan bir sıkıntıdan ötürü bize dua etmemiş gibi geçip gider.” (Yunus: 10/12)

“İnsanlar bir darlığa uğrayınca, Rablerine yönelerek O’na yalvarırlar.” (Rum: 30/33)

“Dağlar gibi dalgalar onları kuşattığı zaman dini tamamen Allah’a has kılarak O’na yalvarırlar.” (Lokman: 31/32)[84]   

b) Aklın Allah’ın varlığına delil olması: Öncesiyle, sonrasıyla bütün bu yaratıkların var edici bir yaratıcısının olması kaçınılmaz bir şeydir. Zira bu varlıkların kendi kendilerini var etmeleri imkansız olduğu gibi, tesadüfen var olmalarına da imkân yoktur.

Kendi kendilerini var etmeleri imkansızdır. Çünkü hiçbir şey kendi kendisini yaratamaz. Zira o şey var olmadan önce yoktu, nasıl kendisinin yaratıcısı olabilir?

Bu varlıklar tesadüfen de var olmuş olamazlar. Çünkü sonradan gelen her bir şeyin mutlaka bir meydana getiricisi vardır. Diğer taraftan bu harikulade nizam, bu son derece dengeli uyum ve sebeplerle sonuçlar arasında bu kopmaz ilişki ile kainatın birbirleriyle olan ilişkisi kesinlikle bunların tesadüfen var olmuş olmalarına ihtimal bırakmamaktadır. Zira tesadüfen var olan bir şeyin, var oluşu esnasında herhangi bir düzen söz konusu olamaz. Peki ya kalıcılığı ve tekâmülü halinde onun son derece düzenli ve muntazam olması nasıl mümkün olabilir?

Yaratıkların kendi kendilerini var etmeleri imkânsız olduğuna göre, tesadüfen de var olmadıklarına göre mutlaka onları var eden birisi vardır. İşte o da âlemlerin rabbi Allah’tır.

Yüce Allah bu akli delili ve bu kat’i burhanı et-Tûr suresinde sözkonusu ederek şöyle buyurmaktadır:

“Yoksa onlar bir şeysiz (yaratıcısız) mı yaratıldılar? Yoksa yaratanlar onlar mıdır?” (Tûr: 52/35)

Yani onlar herhangi bir yaratıcı olmaksızın yaratılmış değillerdir. Kendilerini yaratanlar da kendileri değildir. O halde onların yaratıcılarının Allah Tebareke ve Teala olduğu kaçınılmaz bir gerçektir. Bundan dolayı Cübeyr b. Mut’im (r.a.) Rasulullah’ın (s.a.v.) et-Tûr suresini okuduğunu dinlemiş ve Rasulullah (s.a.v.) “Yoksa onlar bir şeysiz (yaratıcısız) mi yaratıldılar? Yoksa yaratanlar onlar mıdır? Yoksa göklerle yeri onlar mı yarattılar? Hayır, onlar yakîn sahibi değildirler. Yoksa Rabbinin hazineleri onların yanında mıdır? Yoksa egemen olanlar onlar mıdır?” (Tûr: 52/35-37) buyruklarına geldiğinde –ki o sırada Cübeyr müşrik idi- şöyle demişti: “Kalbim neredeyse uçacaktı. İmanın kalbime ilk yer ettiği zaman o zamndır.” Bu hadisi Buhari değişik yerlerde kısım kısım rivayet etmiştir.

Şimdi bunu açıklayacak örnek verelim: Bir kimse bize oldukça yüksek, etrafı bahçelerle çevrilmiş, bahçelerin arasında ırmakların aktığı, içi yataklarla, sedirlerle dopdolu, gerek temel, gerek tamamlayıcı çeşitli zinetlerle süslenmiş bir köşkün varlığından söz ederek: Bu koskoca köşk ve içindeki bütün mükemmelliklerin hepsi kendi kendisini var etmiştir, ya da var eden kimse bulunmaksızın tesadüfen var olmuştur diyecek olsa, elbetteki böyle diyen kimsenin yalancı olduğunu kabul etmekte gecikmez ve onun bu sözlerini beyinsizce harcanmış sözler olarak değerlendiririz. Durum böyle olduğuna göre göğüyle, semasıyla, yörüngelerinde hareket eden gezegen ve yıldızlarıyla, çeşitli halleriyle, göz kamaştırıcı harikulade düzeniyle bu uçsuz bucaksız kâinatın kendi kendisini var etmiş olması yahut ta var eden birisi olmaksızın tesadüfen meydana getirilmiş olması düşünülebilir mi? [85]

İslam’ın, aklı uyarmak ve onu düşünmeye sevketmek konusunda en büyük gayesi; insanı hayat kanunlarına, kainat düzenine ve eşyaların hakikatlerine ulaştırmak ve bunları anlamaya çağırmaktır. Çünkü insan bu yolla evrenin yaratıcısını düşünür ve neticede onu tanır. İşte bu Kur’an-ı Kerim’in, Allah’ın varlığını kanıtlarken izlediği metodlardan biridir. O aklı uyarır ve önüne tabiat kitabını açar ki; böylece O’nun kemal ve büyüklük sıfatlarını, azametini, kudsiyetinin delillerini, ilminin genişliğini, kudretinin geçerliliğini ve tek yaratıcı ve icad edicinin O olduğunu anlasın ve bilsin.

Allah Teala insana, gökler ve yer saltanatına ve içinde geçen olaylara bakmasını emretmiştir. Şüphe yok ki, birbirine bağlı olarak “her sonradan olan” bir “var eden”e muhtaçtır. Zaruri olarak anlaşılıyor ki, bu kainatın ibadet edilmeye ve kulu olunmaya layık bir yaratıcısı vardır.

Şimdi akli yollarla Allah’ın varlığını isbat eden ayetlere bir göz atalım:

“Göklerin ve yerin yaratılışında, gece ile gündüzün birbiri ardınca gelip gidişinde aklı selim sahipleri için gerçekten açık ibretler vardır. Ayakta dururken, otururken, yanları üzerine yatarken Allah’ı anarlar (şöyle dua ederler): “Rabbimiz sen bunu boşuna yaratmadın. Seni tesbih ederiz. Bizi cehennem azabından koru.” (Al-i imran: 3/90-91) 

“De ki: Göklerde ve yerde neler var. Bakın (da ibret alın.)” (Yunus: 10/101)

“Şüphesiz göklerde ve yerde inananlar için bir çok ayetler vardır.” (Casiye: 45/3)

“De ki: Hamdolsun Allah’a, selam olsun seçkin kıldığı kullarına. Allah mı hayırlı yoksa O’na koştukları ortakları mı? (Onlar mı hayırlı) yoksa gökleri ve yeri yaratan, gökten size su indiren mi? Çünkü biz onunla bir ağacını bile bitirmeye gücünüzün yetmediği güzel güzel bahçeler bitirmişizdir. Allah’la beraber başka bir ilah mı var? Doğrusu onlar sapıklıkta devam eden bir kavimdir. (Onlar mı hayırlı) yoksa yeryüzünü oturmaya elverişli kılan, aralarından nehirler akıtan, onun için sabit dağlar yaratan, iki deniz arasına engel koyan mı? Allah’ın yanında başka ilahlar var öyle mi? Doğrusu onların çoğu (hakikatleri) bilmiyorlar. (Onlar mı hayırlı) yoksa kendisine yalvardığı zaman bunalmışa karşılık veren ve başındaki sıkıntıyı gideren, sizi yeryüzünün hakimleri yapan mı? Allah’ın yanında başka bir ilah mı var? Ne kıt düşünüyorsunuz? (Onlar mı hayırlı) yoksa karanın ve denizin karanlıkları içinde size yolu bulduran, rahmetinin (yağmurunun) önünde rüzgârları müjdeci olarak gönderen mi? Allah’ın yanında başka bir tanrı var öyle mi? Allah onların koştukları ortaklardan çok yücedir, münezzehtir. (Onlar mı hayırlı) yoksa önce yaratan; sonra yaratmayı tekrar eden ve sizi hem gökten hem de yerden rızıklandıran mı? Allah ile beraber başka bir ilah mı var? De ki: “Eğer doğru söylüyorsanız, kesin delilinizi getirin haydi.” (Neml: 27/59-64)

“Şüphesiz göklerin ve yerin yaratılmasında, gece ile gündüzün birbiri peşinden gelmesinde, insanların faydasına olan şeyleri denizde taşıyarak yüzüp giden gemilerde, Allah’ın gökten indirdiği bir su ile ölmüş olan toprağı diriltmesinde, yeryüzünde her çeşit canlıyı yaymasında rüzgarları ve yer ile gök arasında emre amade bekleyen bulutları döndürmesinde, elbette düşünen bir topluluk için bir çok deliller vardır.” (Bakara: 2/164)

“Kesin olarak inananlar için yeryüzünde işaretler vardır. Kendi nefislerinde de ibretler vardır. Görmüyor musunuz?” (Zariyat: 51/20-21) 

“Ondan sonra yerküreyi (geord şeklinde) yuvarlattı.” (Naziat: 79/30)

“Kendisine hayat verdiğimiz ölü toprak hakikatte bir ibret ayetidir. Çünkü biz onu yağmurla dirilttik de ondan pek çok tarım ürünleri çıkardık. İşte onlar bundan yerler. Biz yeryüzünde nice nice hurma bahçeleri, üzüm bağları yarattık ve oralarda birçok pınarlar kaynattık. Onların meyvelerinden ve elleriyle bunlardan imal ettiklerinden yemeleri için (Bu nimetleri verdik). Hal böyle iken onlar şükretmezler mi? Yerin bitirdiklerinden, insanoğlunun kendi varlığından ve henüz mahiyetini bilmedikleri şeylerden bütün çiftleri yaratan Allah’ı tesbih ederim. Gece de onlar için bir ibret ayetidir. Biz ondan gündüzü sıyırıp çekeriz de, onlar karanlıklara gömülürler. Güneş kendine mahsus yörüngesinde akıp gitmektedir. İşte bu aziz ve alim olan Allah’ın takdiridir. Ay için bir takım menziller tayin ettik. Nihayet o, eğri hurma dalı gibi olur da geri döner. Ne güneş aya yetişebilir ne de gece gündüzü geçebilir. Bunlardan her biri belli bir yörüngede yüzmeye devam ederler.” (Yasin: 36/33-40)

“Gökte burçları var eden, onların içinde bir kandil ve aydınlatıcı bir ay vareden Allah yüceler yücesidir.” (Furkan: 25/61)

“Biz yakın göğü, bir süslü yıldızlarla süsledik.” (Saffat: 37/6)

Hayır! Yıldızların yerlerine yemin ederim ki, bilirseniz gerçekten bu büyük bir yemindir.” (Vakıa: 56/75-76)

“Şüphesiz Allah tohum ve çekirdeği yaran, ölüden diri, diriden ölü çıkarandır. İşte size vasıfları anlatılan o zat Allah’tır. O halde (ona imandan) nasıl çevriliyorsunuz?” (En’am: 6/95)

“O gökten suyu indirendir. İşte biz, bitip gelişen her bitkiyi onunla yetiştirdik. O bitkiden bir yeşillik çıkardık ki ondan birbiri üzerine binmiş taneler çıkarttık. Hurmanın tomurcuğundan sarkan salkımlar, üzüm bağları, bir kısmı birbirine benzeyen, bir kısmı da benzemeyen zeytin ve nar bahçeleri çıkardık. Meyve verirken ve olgunlaştığı zaman her birinin meyvesine bakın! Kuşkusuz bütün bunlarda inanan bir toplum için ibretler vardır.” (En’am: 6/99)

“Yeryüzüne bir bakmadılar mı ki orada her güzel çiftten nice bitkiler yetiştirmişiz. Şüphesiz bunlarda birer nişane vardır; ama çoğu iman etmezler.” (Şuara: 26/7-8)

“Allah her canlı şeyi sudan yarattı. İşte bunlardan kimi karnı üstünde sürünür, kimi iki ayağı üzerinde yürür, kimi dört ayağı üzerinde yürür. Allah dilediğini yapar. Çünkü Allah her şey kadirdir.” (Nur: 24/45)

“Üstlerinde kanatlarını açıp kapatarak uçan kuşları görmediler mi? Onları Rahman olan Allah’dan başkası tutmuyor. Şüphesiz O her şeyi görmektedir.” (Mülk: 67/19)

“Rabbin bal arısına vahyetti: Dağlardan, ağaçlardan ve insanların yaptıkları çardaklardan kendine evler edin. Sonra meyvelerin her birinden ye ve Rabbinin sana kolaylaştırdığı yaylanın yollarına git. Onların karınlarından renkleri çeşitli bir şerbet çıkar. Orada insanlar için bir şifa vardır. Elbette bunda düşünen bir kavim için büyük bir ibret vardır.” (Nahl: 16/68-69)

“Kendi nefislerinde de ibretler vardır. Görmüyor musunuz? Rızkınızda, size vadedilen şeylerde semadadır. Göğün ve yerin Rabbine andolsun ki bu vaad sizin konuşmanız gibi kesin ve gerektir.” (Zariyat: 51/21-23)

“Andolsun ki biz insanı çamurdan (süzülüp çıkarılmış) bir özden yarattık. Sonra onu emin ve sağlam karargâhta nutfe haline getirdik. Sonra nutfeyi bir kan pıhtısı haline soktuk; bu bir lokmacık eti kemiklere çevirdik. Bu kemikleri etle kapladık. Sonunda onu bambaşka bir yaratık olarak teşekkül ettirdik. -Yapıp- Yaratanların en güzeli olan Allah pek yücedir.” (Mü’minun: 23/12-14)

“İnsan kendisinin kemiklerini bir araya toplayamayacağımızı sanar öyle mi?  Evet, bizim onun parmak uçlarını bile aynen eski haline getirmeye gücümüz yeter.” (Kıyamet: 75/3-4)

“Rahimlerde sizi dilediği gibi şekillendiren O’dur. O’ndan başka ilah yoktur. O mutlak güç ve hikmet sahibidir.” (Âl-i imran: 3/6)

Mezkur ayetleri serdettikten sonra görülüyor ki Allah teala insan aklını “Büyük hakikat”e çeviriyor ki O da Allah’ın varlığıdır. Zaten bu O Allah’ın yarattığı tabiatın kâinatın nişanelerinden bellidir. Kâinattaki her şey O’na muhtaçtır ve dolayısıyla Allah’ın varlığına şahittirler... Feza alemi ve içinde bulunan güneş ,ay ve yıldızlar, gezeenler, yeryüzü ve içinde bulunan insanlar, hayvanlar, bitkiler ve cansız varlıklar...

Bu alemi biraraya getiren ve iyice sağlamlaştıran bu sapasağlam bağlantı ve ipincecik düzen...

İşte bunların hepsi sadece yegâne bir gerçeği ortaya koyar. Allah vardır ve bunları yaratan, yoktan var eden yalnız ve yalnızca O’dur. Nasıl ki hiçbir sanat eseri sanatçısı olmadan meydana gelmiyorsa, en değerli sanatsal değere sahip olan bu alem de elbetteki sanatkarsız olmaz.

Eğer akıl, yapıcısı olmayan bir uçağın göklerde uçmasını, üreteni olmayan bir denizaltının da denizin derinliklerine dalmasını imkansız görüyorsa, bu demektir ki; o akıl, kesin olarak bu benzersiz âlemin ve güzel tabiatın da bir yaratanın varlığına inanıyor. Böylece bu âhenk ve düzen bozulmuyor.[86]   

c) Şeriatın Allah’ın varlığına delil olması: Semavi kitapların hepsi bu gerçeği dile getirmektedir. Bu semavi kitaplarda bulunan ve insanların maslahatlarını ihtiva eden bu hükümler bu kitapların hikmeti sonsuz ve yarattıklarının maslahatlarını çok iyi bilen bir rab tarafından gönderilmiş olduklarının delilidir.Vâkıa’nın doğruluğuna tanıklak ettiği bu kitapların bildirdiği kevni haberler de bu kitapların haber verdiği her şeyi var etmeye kadir bir rab tarafından indirilmiş olduğuna da delildir.[87]

Kur’an-ı Kerim Allah’ın varlığını kanıtlayan delillerin en hayırlısıdır. Çünkü alemlere önder, yol gösterici olmak üzere Rasulü Muhammed’e (s.a.v.) indirdiği kitap o kitaptır. Ayetleri; pek hikmetli ve herşeyden haberdar olan Allah tarafından ifade edilmiştir. O bir mucizedir. Onu korumayı Allah Teala kendi üzerine almıştır.

Allah Teala şöyle buyuruyor:

“Kur’an’ı kesinlikle biz indirdik; elbette onu yine biz koruyacağız.” (Hicr: 15/9)

Malumdur ki kendisine Kitap indirilen Rasulullah (s.a.v.) okuma-yazma bilmeyen bir yüce zattır. Buna rağmen Kur’an-ı Kerim Araplara meydan okumuş ve onları Kur’an’ın bir benzerini veya bir suresinin bir benzerini meydana getirmeye çağırmıştır. Fakat onlar bunu başaramamış, aciz kalmışlardır. Sebebi de Kur’an’ın, yaratıcı olan Allah tarafından vahyedilmiş olmasıdır.

“De ki: Andolsun ki; Kur’an’ın bir benzerini ortaya koymak üzere insanlar ve cinler bir araya gelseler, birbirlerine destek de olsalar, onun benzerini ortaya getiremezler.” (İsra: 17/88)

“Eğer kulumuza indirdiklerimizden herhangi bir şüpheye düşüyorsanız, haydi onun benzeri bir sure getirin eğer iddianızda doğru iseniz. Allah’dan gayri şahitlerinizi de çağırınız. Bunu yapamazsanız –ki elbette yapamayacaksınız- yakıtı insan ve taş olan ateşten sakının. Çünkü (o ateş) kâfirler için hazırlanmıştır.” (Bakara: 2/23-24)

Nitekim Kur’an-ı Kerim’in ince sağlam düzeni de onun Allah tarafından indirilen bir kitap olduğunu ispatlar.

“Hâlâ Kur’an üzerinde gereği gibi düşünmeyecekler mi? Eğer o, Allah’tan başkası tarafından gelmiş olsaydı, onda bir çok tutarsızlıklar bulurlardı.” (Nisa: 4/82)

İşte bu Kur’an-ı Kerim, Âlemlerin Rabbi olan Allah’ın kelamıdır. Bu söz insanların, dinlemeğe, okumağa alışageldikleri türden bir şey değildir. Hiçbir kelam, söz, ibare ona benzeyemez. Hiç kimsenin yapamayacağı mucizevi bir eserdir. Bu da Allah’ın varlığının delilidir. O Allah ki Kur’an’ı, Rasulü Muhammed’e (s.a.v.) alemlere uyarıcı olsun diye indirdi.

“Alemlere uyarıcı olsun diye kulu Muhammed’e furkanı indiren Allah, yüceler yücesidir.” (Furkan: 25/1)

Hz. Ali (r.a.) bir hutbesinde şöyle buyuruyor: “O kur’an’da her şeyin izahı vardır. Cenab-ı Hak buyuruyor ki: “Biz o kitapta hiçbir şeyi eksik bırakmadık.” (En’am: 6/38)

Bu ayetler birbirini tasdik eder ve aralarında kesinlikle çelişki yoktur.

Allah Teala şöyle buyuruyor:

“Eğer o, Allah’tan başkası tarafından gelmiş olsaydı onda bir çok tutarsızlık bulunurdu.” (Nisa: 4/82)

Zahiri çok hoş, batını da çok derindir. Güzellikleri bitmez, hoşlukları tükenmez. Karanlıklar ancak onunla aydınlanır.”

İmam Suyuti der ki: “Kur’an, ilimlerin menbaı ve ilimler güneşinin doğma yeridir. Allah her şeyin bilgisini ona bırakmış, sapıklığın da hidayetin de ayrımını onda yapmıştır. Görürsün ki her bilim ondan yardım bekler ve ona dayanır. Fakih, hükümleri ondan çıkarır. Haram helâlı ondan elde eder. Nahivci de irab kaidelerini onun üzerine kurar. Yanlış ve doğruyu anlamak için ona müracaat eder. Beyan ilmiyle uğraşan da onun sayesinde güzel ifadeler kullanabilir. Belağat metodlarını ona göre düzenler ve kalıp döker. Onda, basiret sahipleri için birçok kıssalar ve haberler, fikir ve ibret sahipleri için de bir çok vaazlar ve örnekler vardır. Bunların dışında sayısız bilim dalları vardır ki, onlar da Kur’an-ı Kerim’den istifade ederler. Buna rağmen akılları kahredecek ve kalpleri sıkıştıracak kadar fasih ve beliğdir ve gaybları bilen Allah’tan başka kimsenin kadir olamayacağı mucizevi bir sisteme sahiptir.”[88]   

d) Duyuların Allah’ın varlığına delil olması: Bu da iki yolladır:

Birinci yol: Bizler dua edenlerin, dualarının kabul edilmesi, sıkıntıda olanların imdadına koşulmasına dair duyup tanık olduğumuz hususlar kat’i olarak yüce Allah’ın varlığını göstermektedir.

Allah Teala şöyle buyuruyor:

“Nuh’u da an. Hani o daha önce bize dua etmişti de, onun duasını kabul etmiştik.” (Enbiya: 21/76)

“Hani siz Rabbinizden imdat istiyordunuz. O da duanızı kabul buyurmuştu.” (Enfal: 8/9) 

Sahih-i Buhari’de, Enes b. Malik’ten (r.a.) rivayete göre Bedevi bir Arap bir cuma günü Rasulullah (s.a.v.) hutbe irad ederken mescide girmiş ve şöyle demiş: “Ey Allah’ın Rasulü! Malımız telef oldu. Çoluk çocuğumuz aç kaldı. Bizim için Allah’a dua et.” Bunun üzerine Rasulullah (s.a.v.) ellerini kaldırıp dua etti. Bulutlar dağlar gibi ortaya çıkıverdi. Daha minberinden inmeden yağmur tanelerinin sakalından düşmekte olduğunu gördüm. İkinci Cuma yine o Bedevi Arap yahut bir başkası kalkıp şöyle dedi: “Ey Allah’ın Rasulü, binalarımız yıkıldı, mallarımız sular altında kaldı. Bizim için Allah’a dua et.” Bunun üzerine ellerini kaldırıp Allah’a şöyle dua etti: “Allah’ım etrafımıza, üzerimize değil.” Hangi tarafa işaret etti ise, mutlaka orada bulut açıldı.” 

Şanı yüce Allah’a samimi olarak sığınan ve duanın kabul edilme şartlarını yerine getiren kimselerin dualarının kabul edilmesi günümüze kadar görülüp tanık olunagelen bir husustur.

İkinci yol: Mucize diye adlandırılan insanların gördükleri yahut ta duydukları peygamberlerin belgeleri de, onları peygamber olarak gönderenin varlığına dair kesin bir delildir. Onları gönderen ise yüce Allah’tır, çünkü bunlar beşeriyet güç ve takati dışında olan hususlardır. Yüce Allah bu olağanüstü olayları peygamberlerini desteklemek ve onlara yardım etmek için meydana getirir.

Musa’nın (a.s.) ortaya koyduğu belge (mucize) buna örnektir. Yüce Allah kendisine asasıyla denize vurmasını emredince, o da denize vurdu. Deniz kupkuru on iki ayrı yola ayrılıverdi. Bu yollar arasında sular ise dağları andırıyordu.

Allah Teala şöyle buyuruyor:

“Biz de Musa’ya: Asa’nla denize vur diye vahyettik. Ardından deniz ayrılıp her bir tarafı büyük bir dağ gibi oldu.” (Şuara: 26/63) 

İkinci bir örnek İsa’nın (a.s.) gösterdiği mucizedir. O Allah’ın izniyle ölüleri diriltir ve kabirlerinden çıkartırdı.

Allah Teala şöyle buyuruyor:

“Ve Allah’ın izniyle ölüleri diriltirim.” (Al-i imran: 3/49)

“Ve yine benim iznimle ölüleri çıkartıyordun.” (Maide: 5/110)

Üçüncü bir örnek de Muhammed’e ait bir örnektir. Kureyş ondan bir mucize göstermesini isteyince, o da aya işaret etmiş ve ay iki parçaya ayrılmış, herkes de onu böylece görmüştü.

Allah Teala şöyle buyuruyor:

“O saat (kıyamet) yaklaştı ve ay yarıldı. Eğer bir ayet (mucize) görseler, yüz çevirirler ve: “Devam edip gelen bir büyüdür.” derler.” (Kamer: 54/1-2)

Yüce Allah’ın Rasullerini desteklemek ve onlara yardım etmek üzere meydana getirdiği bu tanık olunan apaçık deliller, O’nun varlığının kesin delilleridir. [89]

2) Allah’ın Rububiyyetine iman:

3) Allah’ın Uluhiyyetine iman:

4) Allah’ın isim ve sıfatlarına iman:[90]

 

MELEKLERE İMAN

 

“el-Melaike” kelimesi “melek” veya “melak” kelimesinin çoğuludur. Aslı ise elçilik anlamına gelen “ülüke” kelimesinden türeyen “melek”dir.

Melekler mahlukatın bir çeşididir. Allah onları göklere yerleştirmiş, mahlukatıyla ilgili görevleri onlara yüklemiştir. Onlar Allah’a isyan etmez ve emrolundukları şeyleri hemen yerine getirirler. Gece gündüz Allah’ı tenzih ederler ve kesinlikle Allah’a isyan etmezler. Bu sebeple bizim onlar hakkında Kitap ve Sünnette varid olan haberlere inanıp bunun dışındaki bilgilerden kaçınmamız gerekir. Bu konular bizim bilebileceğimiz konular değil. Bunları Allah ve Rasulünün bildirmesiyle biliriz.[91]

Meleklere iman da imanın rükunlarından biridir. Bu Kitap ve sünnetin kesin delilleriyle sabittir.

Kitaptan delili: “Rasul, Rabbi tarafından kendisine gönderilene iman etti, mü’minler de iman ettiler. Onlardan her biri Allah’a, meleklerine, kitaplarına, peygamberlerine iman ettiler.” (Bakara: 2/285)

Sünnetten delili: Cibril’in “iman nedir?” diye sorduğu meşhur hadiste meleklere iman da belirtilmiştir.[92]

Yaratılışı ve Özellikleri: Allah Teala melekleri Adem’den önce yaratmıştır.

Melekler alemi bir gayb alemidir. Melekler Allah tarafından yaratılmış ve Allah’a ibadet eden varlıklardır. Uluhiyyet ve rububiyyet özelliklerinden hiçbirini taşımazlar. Allah onları nurdan yaratmış ve onlara emirlerini tam anlamıyla uyma imkanı ile bu emirlerini yerine getirme gücünü vermiştir.

Allah Teala şöyle buyuruyor:

“O’nun yanında olanlar ise O’na ibadete karşı büyüklenmezler ve usanmazlar. Gece ve gündüz aralıksız (O’nu) tesbih ederler.” (Enbiya: 21/19-20) [93]

Sayıları: Meleklerin sayısı pek çoktur, sayılarını Allah’tan başka hiçbir kimse bilemez. Buhari ile Müslim’de yer alan Enes (r.a.) yoluyla gelen ve Miracı anlatan hadis-i şerifte bildirildiğine göre Rasulullah’a (s.a.v.) semadaki el-Beytü’l-Ma’mur gösterilmiş ve orada her gün yetmiş bin meleğin namaz kıldığı, oradan çıkanlara ise bir daha ebediyyen oraya girmek için sıra gelmediği bildirilmektedir. [94]

Reisleri: Meleklerin reisleri üçtür. Cebrail, Mikail, İsrafil. Hayat görevleri bunlara verilmiştir. Vahiy Cibril’e; su ve yağmur işleri Mikail’e; Sûr’a üfürme görevi de İsrafil’e verilmiştir.

Cebrail ve Mikail Kur’an-ı Kerim’de anılmışlardır.

Allah Teala şöyle buyuruyor:

“Cebrail’e kim düşman ise şunu iyi bilsin ki Allah’ın izniyle Kur’an’ı senin kalbine bir hidayet rehberi, önce gelen kitapları doğrulayıcı ve mü’minler için de müjdeci olarak o indirmiştir. Zira kim Allah’a düşman olursa bilsin ki Allah da inkârcı kâfirlerin düşmanıdır.” (Bakara: 2/97-98)

Kur’an-ı Kerim’de adı geçen meleklerden biri de cehennem bekçisi olan Malik’dir.

Allah Teala şöyle buyuruyor:

“Ey Malik! Rabbin bizim işimizi bitirsin, diye seslendiler.” (Zuhruf: 43/77)

Bazı meleklerin adları da sahih hadislerde zikredilmiştir.[95]

Kapsamı: Meleklere iman şu dört hususu kapsar:

1) Onların varlıklarına iman etmek.

2) Cebrâil gibi isimlerini bildiğimiz meleklere ismen, isimlerini bilmediklerimize de icmalen iman etmek.

3) Cebrâil gibi sıfatlarını bildiğimiz meleklerin o sıfatlarına da iman etmek. Mesela Rasulullah (s.a.v.) Cebrail’i (a.s.) yaratılmış olduğu surette altı yüz kanadı ile ufuğu kapatmış haliyle gördüğünü bize haber vermiş bulunmaktadır.

Melek bazen yüce Allah’ın emriyle adam suretine de girebilir. Nitekim Cebrail’i (a.s.) yüce Allah Meryem’e (a.s.) gönderdiği sırada tam bir beşer suretinde görünmüştü. Aynı şekilde Rasulullah (s.a.v.) de ashabı ile birlikte otururken son derece beyaz elbiseli, oldukça siyah saçlı, üzerinde yolculuğun izlerini taşımayan ve ashab-ı kiram’dan hiçbir kimsenin tanıyamadığı surette geldiği de bilinen bir husustur. Cebrail, Rasulullah’ın (s.a.v.) önünde oturmuş, dizlerini dizlerine dayamış, ellerini de dizleri üzerine koyup Rasulullah’a islam, iman, ihsan, kıyamet ve kıyametin alametlerine dair soru sormuştur. Rasulullah (s.a.v.) sorularına cevap verdikten sonra, ayrılıp gitmiştir. Daha sonra da Rasulullah (s.a.v.): “Bu Cebrâil’dir, size dininizi öğretmek üzere gelmiştir.” diye buyurmuştur. Bu hadisi Müslim rivayet etmiştir.

Aynı şekilde yüce Allah’ın İbrahim ve Lut’a (ikisine de selam olsun) göndermiş olduğu melekler de adam suretine bürünmüşlerdi.

4) Yüce Allah’ın emri ile yerine getirdiklerini bildiğimiz amellerine iman etmek. Meleklerin yüce Allah’ı tesbih etmeleri, gece-gündüz usanmadan ve yorulmadan O’na ibadet etmeleri gibi.

Kimi meleklerin özel bir takım işleri de bulunabilir.

Mesela Cebrail yüce Allah’ın vahyinin eminidir. Allah vahiy ile onu nebi ve rasullere göndermiştir.

Mikâil yağmur ve bitki ile görevlidir.

İsrâfil, kıyametin kopacağı ve insanların diriltilecekleri vakit Sûr’a üflemekle görevlidir.

Ölüm meleği ölüm esnasında ruhları almakla görevlidir.

Cehennem ateşi ile görevli olan melek de cehennemin bekçisidir.

İnsanın annesinin karnında dört ayı tamamlaması halinde rahimlerdeki ceninlerle görevli melekler de vardır. Bu duruma gelmiş olan cenine yüce Allah bir melek gönderir ve ona, o ceninin rızkını, ecelini, amelini, mutlu mu yoksa bedbaht mı olacağını yazar.

Her bir kişi için ayrı ayrı olmak üzere Âdemoğullarının amellerini tesbit edip yazmakla görevli ikişer melek vardır. Bunlardan biri sağda, diğeri de solda bulunur.

Ölü kabre konulduğu vakit ona soru sormakla görevli olan melekler de vardır. Kabre konulan ölüye eke melek gelir ve rabbi, dini ve peygamberi hakkında ona soru sorarlar. [96]

Meleklere İmanın Faydaları:

Meleklere imanın çok önemli faydaları vardır. Bunların bazıları şunlardır:

1) Yüce Allah’ın azameti, gücü ve uçsuz bucaksız egemenliği bilinmiş olur. Çünkü yaratılanın azameti, yaratıcının azametinin bir tecellisidir.

2) Âdemoğullarına gösterdiği inayet dolayısıyla yüce Allah’a şükretmek. Çünkü o bu melekler arasından Âdemoğullarını korumak, amellerini yazmak ve buna benzer onların çeşitli işlerini yerine getirmek üzere melekler görevlendirmiştir.

3) Yüce Allah’a ibadetleri dolayısıyla melekleri sevmek. [97]

Melekleri İnkâr Etmenin Hükmü: Sapkın bir takım kimseler meleklerin kendilerine has bir cisimlerinin olduğunu kabul etmeyerek onların mahlukatta gizli bulunan hayır güçlerden ibaret olduklarını söylemişlerdir. Bu ise yüce Allah’ın Kitabını ve Rasulünün sünneti ile müslümanların icmaını yalanlamak demektir.

Allah Teala şöyle buyuruyor:

“Hamd göklerle yeri yoktan var eden, melekleri ikişer, üçer ve dörder kanatlı elçiler kılan Allah’a mahsustur.” (Fatır: 35/1)

“Meleklerin o kâfirlerin yüzlerine ve arkalarına vura vura ve: ‘O yakıcı azabı tadın’ diye diye canlarını alırken bir görseydin.” (Enfal: 8/50)

“Sen zalimleri ölümün sıkıntıları içinde meleklerin ellerini uzatarak: ‘Ruhlarınızı çıkarın...’ derken bir görsen..” (En’am: 6/93)

“Nihayet kalplerinden krku giderilince: ‘Rabbiniz ne buyurdu?’ diyecekler, onlar: ‘Hak (buyurdu)’ diyeceklerdir. O, çok yüce, çok büyüktür.” (Sebe: 34/23)

“Melekler de her kapıdan onların yanına girip: ‘Sabrettiğiniz şeylere karşılık selam sizlere (dünya) yurdun (un) ne güzel sonucudur bu!’ derler.” (Rad: 13/23-24)

Ebu Hureyre’den (r.a.) Rasulullah (s.a.v.) şöyle buyurdu:

“Allah bir kulu sevdi mi Cebrail’e: Şüphesiz Allah filan kişiyi sever, sen de onu sev, diye nida eder. Cebrail de onu sever. Sonra Cebrail de semadakiler arasında şöyle seslenir: Muhakkak Allah filan kişiyi sever, siz de onu seviniz. Bu sefer semadakiler de onu sever, daha sonra da o kimse için yeryüzünde (hüsn-ü) kabul konulur.”[98]

Ebu Hureyre’den (r.a.) Rasulullah (s.a.v.) şöyle buyurdu:

“Cuma günü oldu mu mescidin her bir kapısı üzerinde melekler durur ve sırasıyla önce gelenleri yazarlar. İmam (hutbe okumak üzere minbere) oturdu mu onlar da sahifeleri dürerler ve gelip zikri (hutbeyi) dinlerler.”[99]

İşte bu naslar meleklerin sapkın kimselerin söyledikleri gibi; manevi güçler olmayıp kerdilerine has bir cisimlerinin bulunduğu noktasında apaçıktır. Bu nassların gereğini de müslümanlar icma ile kabul etmiş bulunmaktadırlar. [100]

 

KİTAPLARA İMAN

 

Kitaplar (el-kütüb) kitabın çoğulu olup yazılmış şey (mektûb) anlamındadır. Burada kitaplardan kasıt yüce Allah’ın insanlara bir merhamet olarak onları hidayete iletmek üzere rasullerine indirmiş olduğu kitaplardır. Böylelikle insanlar bu kitaplar sayesinde dünya ve ahirette kendilerini mutlu kılacak şeylerle uğraşırlar.

Kitaplara iman etmek şu dört hususu ihtiva etmektedir:

1- Bu kitapların gerçekten Allah’tan indirilmiş olduklarına iman etmek.

2- İsmen bildiklerimize, ismen iman etmek. Muhammed’e –sallallahu aleyhi ve sellem- indirilmiş Kur’an, Musa’ya –aleyhi’s-selam- indirilmiş Tevrat, İsa’ya –aleyhi’s-selam- indirilmiş İncil, Davud’a –aleyhi’s-selam- indirilmiş Zebur gibi. Adını bilmediğimiz kitaplara da icmalen iman ederiz.    

3- Bu kitapların sahih olarak nakledilen haberlerini tasdik etmek. Kur’an’ın haberleri ile önceki kitaplardan değiştirilmeyen ya da tahrif edilmeyen haberler gibi.

4- Nesh olunmamış hükümleriyle amel edip hikmetini ister kavramamış olalım, ister kavramamış olalım bunlara da rıza ve teslimiyet göstermek.

Daha önce indirilmiş bütün kitaplar ise Kur’an-ı Azimu’ş-Şan ile neshedilmiştir.

Nitekim Yüce Allah şöyle buyurmaktadır:

“Biz sana da Kitabı hak ile kendinden önce indirilen kitapları doğrulayıcı ve onlar üzerinde bir hakim olmak üzere indirdik.” (Maide: 5/48) 

Buna göre Kur’an-ı Kerim’in benimseyip, sahih olanlar dışında önceki kitapların hükümlerinden herhangi birisiyle amel etmek caiz değildir. [101]

 

Kitaplara İmanın Faydaları:

 

Kitaplara imanın oldukça önemli bir takım etkileri vardır. Bunların bazıları şunlardır:

1- Her bir kavme kendilerini hidayete erdirmek üzere bir kitap indirmiş olduğu için yüce Allah’ın kullarına gösterdiği inâyeti bilmek.

2- Yüce Allah’ın şeriatındaki hikmetleri bilmek. Çünkü yüce Allah her bir kavme durumlarına uygun düşecek şekilde şeriatler göndermiştir. Nitekim Yüce Allah şöyle buyurmaktadır:

“Sizden her biriniz için bir şeriat ve bir yol tayin ettik.” (el-Maide: 5/48)

3- Bu hususta Yüce Allah’ın nimetine şükretmek. [102]

 

PEYGAMBERLERE İMAN

 

“Rusul: Peygamberler” kelimesi “rasul”ün çoğulu olup, “mürsel” demektir. Bu da bir şeyi tebliğ etmek üzere gönderilen kişi anlamına gelir. Burada kasıt ise yüce Allah’ın insanlar arasından kendisine bir şeriat vahyedip, o şeriatı tebliğ etmesini emrettiği kimsedir.

Rasullerin ilki Nuh, sonuncusu da Muhammed’dir (s.a.v.) Yüce Allah şöyle buyurmaktadır:

“Nuh’a ve ondan sonraki rasullere vahyettiğimiz gibi muhakkak biz sana da vahyettik.” (Nisa: 4/163)

Sahih-i Buhari’de, Enes b. Malik’ten (r.a.) rivayet edilen şefaat hadisinde belirtildiğine göre Rasulullah (s.a.v.) insanların Adem’e (a.s.) başvurarak kendilerine şefaat etmesini isteyeceklerini, onun da özür belirterek onlara: “Nuh’a gidiniz, o Allah’ın gönderdiği ilk rasuldür” diyeceğini belirtmekte ve hadisin tamamını zikretmektedir. Yüce Allah da Muhammed (s.a.v.) hakkında şöyle buyurmaktadır: “Muhammed sizin adamlarınızdan kimsenin babası değildir; fakat o Allah’ın Rasulü ve peygamberlerin sonuncusudur.” (Ahzab: 33/40)

Yüce Allah’ın kavmine bağımsız bir şeriat ile bir rasul göndermediği yahut ta kendisinden önceki peygamberin şeriatını yenilemek üzere vahiy ettiği bir peygamber (nebi) göndermediği hiçbir ümmet yoktur. Nitekim Yüce Allah şöyle buyurmaktadır:

“Andolsun ki biz her ümmet arasında: “Allah’a ibadet edin ve tağuttan kaçının diye bir peygamber göndermişizdir.” (Nahl: 16/36)

“Arasında bir uyarıcının gelip geçmediği hiçbir ümmet de yoktur.” (Fatır: 35/24)

“Şüphesiz Tevrat’ı biz indirdik ki onda bir hidayet ve bir nur vardır. Allah’a teslim olmuş olan peygamberler, rabbaniler ve bilginler de... onunla Yahudilere hükmederlerdi.” (Maide: 5/44)

Rasuller de yaratılmış insanlardır. Rububiyyet ve uluhiyyet özelliklerinin hiçbirisine sahip değildirler. Yüce Allah rasullerin efendisi, Allah nezdinde en yüksek mertebeye sahip peygamberi Muhammed (s.a.v.) hakkında şöyle buyurmaktadır:

“De ki: Ben kendim için –Allah’ın dilediğinden başka- ne bir fayda sağlayabilirim, ne de bir zarar. Eğer gaybı bilseydim, elbette daha çok hayır yapardım ve bana hiçbir fenalık dokunmazdı. Ben ancak bir uyarıcı ve iman eden bir topluluğu müjdeleyenim.” (A’raf: 7/188)

“De ki: Gerçek şu ki beni (evet) beni Allah’tan asla kimse kurtaramaz ve ben O’ndan başka sığınacak kimse de asla bulamam.” (Cin: 72/22) 

Hastalık, ölüm, yemeğe ve içeceğe ihtiyaç duymak ve buna benzer beşeri özellikler onlar hakkında da söz konusudur. Yüce Allah İbrahim’in (a.s.) Rabbini nitelendirirken şunları söylediğini bize nakletmektedir:

“Beni yediren ve içiren O’dur. Hastalandığımda bana şifa veren O’dur. Beni öldüren sonra diriltecek olan O’dur.” (Şuara: 26/79-81) 

Rasulullah (s.a.v.) şöyle buyuruyor:

“Ben ancak sizin gibi bir insanım. Unuttuğunuz gibi unuturum. Bu sebeple ben unutacak olursam, siz bana hatırlatın.”

Yüce Allah en üstün mevkilerinden söz ederken ve onlardan övgü sadedinde kendisine kul olmakla (ubudiyetle) onları nitelendirmiş bulunmaktadır. Mesela Nuh (a.s.) hakkında: “Şüphesiz o çok şükreden bir kuldu.” (İsra: 17/4) diye buyurmaktadır. Muhammed (s.a.v.) hakkında da: “Hak ile batılı ayıranı, âlemlere uyarıcı olsun diye kuluna (Muhammed’e) indiren (Allah) ne yüce, ne mübarektir.” (Furkan: 25/1) diye buyurmaktadır. 

İbrahim, İshak ve Yakub (a.s.) hakkında da şöyle buyurmaktadır:

“Güçlü ve basiretli kullarımız İbrahim, İshak ve Yakub’u da an. Çünkü biz onları bir hasletle ihlaslı kıldık ki bu da (ahiret) yurdu(nu) anmaktır. Muhakkak onlar yanımızda seçkinlerden ve hayırlılardan idiler.” (Sad: 38/45-47)

“Meryem oğlu İsa hakkında da şöyle buyurmaktadır:

“O ancak kendisine nimet verdiğimiz bir kuldur ve biz onu İsrailoğullarına bir misal kıldık.” (Zuhruf: 43/59)

Peygamberlere iman şu dört hususu ihtiva etmektedir:

1) Onların yüce Allah tarafından hak ile, elçi olarak gönderildiklerine iman etmek. Onlardan herhangi birisinin risaletini inkar eden bir kimse, hepsini inkar etmiş demektir. Nitekim yüce Allah şöyle buyurmaktadır:

“Nuh kavmi rasulleri yalanladılar.” (Şuara: 26/105)

Yüce Allah böylelikle onları rasulleri yalanlamış olmakla nitelendirmektedir. Halbuki onu yalanladıklarında Nuh’dan başka rasul yoktu. Buna göre Muhammed’i (s.a.v.) yalanlayan ve ona tabi olmayan Hristiyanlar aynı zamanda Meryem oğlu Mesih’i yalanlamakta ve ona tabi olmamaktadırlar. Özellikle de İsa (a.s.) onlara Muhammed’in (s.a.v.) gönderileceğini de müjdelemişti. Onlara geleceğini müjdelemesinin, onun kendilerine gönderilmiş ve Allah’ın kendisi vasıtasıyla kendilerini sapıklıktan kurtarıp dosdoğru yola ileteceği bir rasul olmasından başka hiçbir anlamı yoktur.

2) Peygamberlerden ismini bildiğimiz kimselere ismiyle iman etmek gerekir. Muhammed, İbrahim, Musa, İsa ve Nuh (a.s.) gibi. Adı anılan bu beş peygamber, rasuller arasından Ulu’l-Azm diye bilinirler. Yüce Allah onları Kur’an-ı Kerim’de iki yerde zikretmiş bulunmaktadır:

“Hani biz peygamberlerden, senden, Nuh’tan, İbrahim’den, Musa’dan ve Meryem oğlu İsa’dan ahidlerini almıştık.” (Ahzab: 33/7)

“O: ‘Dinidosdoğru tutun, onda ayrılığa düşmeyin’ diye dinden Nuh’a tavsiye ettiğini, sana vahyettiğimizi, İbrahim, Musa ve İsa’ya tavsiye ettiğimizi size de şeriat yaptık.” (Şura: 42/13)

İsimlerini bilmediğimiz peygamberlere de icmalen iman ederiz. Yüce Allah şöyle buyurmaktadır:

“Andolsun biz senden önce de peygamberler gönderdik. Onlardan kiminin kıssalarını sana anlattık. Kiminin kıssalarını da anlatmadık.” (Mü’min: 40/78)

3) Onlardan bize sahih olarak nakledilen haberlerini tasdik etmek.

4) Onlardan bize gönderilmiş rasulün şeriatı gereğince amel etmek. Bu rasul de sonuncuları olan Muhammed’dir (s.a.v.) o bütün insanlara da peygamber olarak gönderilmiştir. Nitekim yüce Allah şöyle buyurmaktadır:

“Hayır! Rabbine andolsun ki, aralarında çıkan anlaşmazlıklarda seni hakem yapıp sonra da verdiğin hükümden dolayı içlerinde hiçbir sıkıntı duymadan tam bir teslimiyetle teslim olmadıkça iman etmiş olmazlar.” (Nisa: 4/65)[103]

 

Peygamberlere İmanın Faydaları:

 

Peygamberlere imanın oldukça önemli etkileri vardır. Bunlardan bazıları:

1) Yüce Allah’ın kullarına olan rahmet ve inayetini bilmek. Çünkü onları Allah yoluna iletme, Allah’a nasıl ibadet edeceklerini kendilerine anlatmak üzere peygamberler göndermiştir. Zira insan aklı tek başına bunları bilemez.

2) Bu büyük nimeti dolayısıyla yüce Allah’a şükretmek.

3) Yüce Allah’ın gönderdiği peygamberleri sevmek, onları ta’zim etmek ve onlara yakışır şekilde övgüyle söz etmek. Çünkü onlar Allah’ın rasulleridir, onlar Allah’a gerçekten ibadet etmiş, risaletini tebliğ etmiş ve O’nun kullarına samimi olarak öğüt vermişlerdir.

İnatçı kimseler peygamberlerini, Allah’ın rasulleri insanlar arasından olmazlar iddiasıyla yalanlamaya kalkışmışlardır. Yüce Allah onların bu iddialarını şu buyruğuyla söz konusu etmiş ve çürütmüş bulunmaktadır:

“Kendilerine hidayet geldiği zaman insanları iman etmekten alıkoyan tek şey onların: “Allah bir insanı mı peygamber olarak gönderdi?” demeleri olmuştur. De ki: “Şayet yeryüzünde yerleşmiş yürüyen melekler olsaydı biz onlara gökten melek bir peygamber gönderirdik.” (İsra: 17/94-95)  

Yüce Allah bu iddiayı gönderilen rasulün de mutlaka bir insan olmasının kaçınılmaz olduğunu belirterek çürütmektedir. Çünkü bu rasul yeryüzünde yaşayanlara gönderilmiştir, onlar da insandırlar. Şayet yeryüzünde yaşayanlar melek olsalardı, yüce Allah da onlara semadan elçi bir melek gönderirdi. Böylelikle o da onlar gibi olsun. İşte yüce Allah peygamberleri yalanlayanlar hakkında bize şunları söylemektedir:

“Dediler ki: “Siz de ancak bizim gibi bir insansınız. Atalarımızın taptıklarından bizi alıkoymak istiyorsunuz, o halde bize apaçık bir delil getirin.” Peygamberleri onlara şöyle demişti: “Biz ancak sizin gibi bir insanız. Ancak Allah (peygamberlik nimetini) kulları arasından dilediği kimselere lutfeder. Allah’ın izni olmadıkça bizim size apaçık bir delil getirmemize imkan yoktur.” (İbrahim: 14/10-11) [104]

 

AHİRET GÜNÜNE İMAN

 

Ahiret günü yüce Allah’ın insanları hesap ve ceza (amellerin karşılıklarının verilmesi) için dirilteceği kıyamet günüdür. Ona bu ismin veriliş sebebi, ondan sonra gün olmayacağından dolayıdır. Çünkü artık cennetlikler konaklarına, cehennemlikler de yerlerine yerleşmiş olacaklardır.

Ahiret gününe iman üç hususu kapsar:

1) Öldükten sonra dirilişe iman etmek: Öldükten sonra dirilişi (el-Ba’s) Sur’a ikinci defa üfürüleceği vakit ölülerin diriltilmesidir. O zaman insanlar âlemlerin Rabbinin huzuruna çıplak ayaklı, üzerlerinde elbise olmaksızın ve sünnet edilmemiş halleriyle kalkacaklardır. Nitekim yüce Allah şöyle buyurmaktadır:

“İlk yaratmaya başladığımız gibi onu tekrar iade ederiz. Üzerimize bir vaad olarak bunu mutlaka yapacağız.” (Enbiya: 21/104)

Ba’s (öldükten sonra diriliş) sabit değişmez bir hakikattir. Kitap, sünnet ve müslümanların icmaı buna delil teşkil etmektedir. Yüce Allah şöyle buyurmaktadır:

“Bundan sonra şüphesiz siz öleceksiniz. Sonra da şüphesiz ki sizler kıyamet gününde elbette diriltileceksiniz.” (Mü’minin: 23/15-16) 

Rasulullah (s.a.v.) de şöyle buyurmuştur:

“İnsanlar kıyamet gününde çıplak ayaklı ve sünnet edilmemiş halleriyle haşredileceklerdir.” Hadisi Buhari ve Müslim rivayet etmiştir.

Müslümanlar da öldükten sonra dirilişin sabit olduğunu icma ile kabul etmişlerdir. Ayrıca hikmetin gereği de budur. Çünkü Yüce Allah’ın yaratmış olduğu bu varlıkları tekrar diriltmelerini ve peygamberleri vasıtasıyla kendilerini yükümlü kıldığı hususlar dolayısıyla onlara amellerinin karşılığının verilmesini gerektirmektedir. İşte yüce Allah şöyle buyurmaktadır:

“Acaba siz, bizim sizi boşuna yarattığımızı ve sizin bize gerçekten döndürülmeyeceğinizi mi zannettiniz?” (Mü’minun: 23/115)

Yüce Allah peygamberine hitaben de: “Sana Kur’an’ı farz kılan Allah, elbette seni bir dönüş yerine geri çevirecektir.” (Kasas: 28/85) diye buyurmaktadır.

2) Hesab ve cezaya iman etmek. Kul amelleri dolayısıyla hesaba çekilecek ve yaptıklarının karşılığı ona verilecektir. Buna da Kitap, sünnet ve müslümanların icmaı delil teşkil etmektedir. Yüce Allah şöyle buyurmaktadır:

“Şüphe yok ki dönüşleri yalnız bizedir, sonra da hesaplarını görmek de şüphesiz yalnız bize aittir.” (Ğaşiye: 88/24-25)

“İyilikle gelene bunun on misli vardır. Bir günah ile gelen de ancak onun misliyle cezalandırılır, onlara zulmedilmez.” (En’am: 6/160)

“Kıyamet gününe has adalet terazilerini koyarız. Kimseye en ufak bir zulüm yapılmaz. (İyliği) bir hardal tanesi ağırlığınca olsa bile biz onu getiririz. Hesaba çekenler olarak biz yeteriz.” (Enbiya: 21/47)

İbni Ömer’den (r.a.) riveyete göre Rasulullah (s.a.v.) şöyle buyurmuştur: “Allah mü’mini yaklaştırır, onun üzerine örtüsünü koyar ve onu örter. Ona der ki: Şu günahı(nı) biliyor musun? Kul da: “Evet ey Rabbim” der. Bütün günahlarını tek tek ona söyletir. Kul artık kendisinin helak olacağı kanaatine sahip olduğu sırada yüce Allah ona şöyle diyecek: Dünyada iken ben senin bu günahlarını sakladım, bugün de bu günahlarını sana bağışlıyorum. Sonra da ona yaptığı iyiliklerin yazılı olduğu kitabı verilir. Kâfirlerle münafıklara gelince, bütün insanların işiteceği bir şekilde onlara şöyle seslenilir: İşte bunlar Rablerine karşı yalan söyleyen kimselerdir. Şunu bilin ki Allah’ın laneti zalemlerin üzerinedir.” Hadisi Buhari ve Müslim rivayet etmiştir. 

 

Ahiret Gününe İmanın Faydaları:

 

KADERE İMAN

 

Kadere İmanın Faydaları:

 

 

 

İLAH

 

“De ki: “Ey Kâfirler! Ben sizin ibadet ettiklerinize ibadet etmem. Siz de benim ibadet ettiklerime ibadet etmezsiniz. Ben sizin ibadet ettiklerinize ibadet edecek değilim. Siz de benim ibadet ettiklerime ibadet edecek değilsiniz. O halde sizin dininiz size, benim dinim bana!” (Kâfirun: 109/1-6)

 

RAB

 

Rab; Anlam ve Mâhiyeti:

“Rabb” kelimesi, terbiye eden ve yetki sahibi anlamında Arapça bir isimdir. Bu kelime aynı zamanda, ıslah etmek, üzerinde tasarrufta bulunmak, kemâle erdirmek, efendi olmak, sorumluluğunu yüklenmek, başkanlık yapmak, mâlik ve sahip olmak, sözü dinlenmek, itaat edilmek, üstünlüğü ve otoritesi kabul edilmek gibi anlamlara da gelir.

Kur’ânî bir terim olarak Rab; varlıklar âlemini yaratan, terbiye ederek geliştiren, onları maddî ve mânevî olgunluğa götüren, terbiyenin bütün gereklerine mâlik ve her şeye sahip olan Allah anlamına gelmektedir. Allah'ın umumi isimlerindendir. Kur'an'da Allah lafzından sonra en çok kullanılan isimdir; 968 defa geçer. Nüzul sıralamasında ilk âyette kullanılan isim/sıfat, Rab ismi olduğu gibi, Kur'an'ı açtığımızda bizi ilk karşılayan Fâtiha'nın başlangıcında da yine O'nun onlarca ismi arasından seçilerek başa alınan Rab ismidir.

 Rab, sadece terbiye eden (mürebbî) anlamında olmayıp, yardım etmek, yol göstermek, tasarruf etmek, korumak, her şeye hâkim olmak, emretmek ve yasaklamak, sakındırmak gibi terbiyenin bütün gereklerine sahip olabilmeyi de ifade etmektedir. Bunun için rab denilince, sadece terbiye ve mâlik olma durumları değil; her şeye sahip olan ebedi ve sonsuz kudret sahibi Allah anlaşılmalıdır. Bu özelliğinden dolayı rab kelimesi, Allah'tan başka varlıklar için, bir şeye izâfe edilmeden tek olarak kullanılamaz.

Kur'an'da Rab ismi, sonsuz kudreti ile her şeyi idaresi altına alan, yöneten, terbiye eden ve bunları yapabilecek kudrete mâlik olan Allah anlamına gelmektedir. Ayrıca, Rab ismi, her şeyi idare eden, koruyup gözeten, hâkimiyeti altında bulunduran ve gerçek rab olan Allah'a, O'nun rubûbiyet bağına, mutlak tevhid ve tam bir kulluk şuuru ile bağlanmayı da ifade etmektedir. Allah'tan başkasının hükmünü hüküm edinmemek, O'nun dinini her şeyden üstün tutmak, bütün mahlûkatı O'nun mutlak hâkimiyetine teslim olmuş bilmek, Allah'ı gerçek rab olarak tanımak demektir.

Allah, kendi katında tek geçerli din olan İslâm'ı, insanları, kullara ve diğer varlıklara ibâdet etmekten kurtarıp, Allah'a kulluk etmeleri için göndermiştir. İslâm, insanları kulların zulmünden, Allah'ın adaletine götürür. Tevhid gerçeğinin birinci şartı, Rubûbiyette tevhiddir. Yani gerçek Rab ve Hâkim olanın tek bir Allah olduğuna inanmaktır. İkinci şartı da, kullukta tevhiddir; bu da Allah'tan başkasına kulluk etmemektir. İnsan, Rabbine ibadet etmekle yükümlüdür. Müslüman, yalnızca Allah'a ibâdet eden kimsedir. Sadece Allah'a ibâdet ise, Allah'tan başkasını rab edinmemek, O'na hiçbir varlığı ortak koşmamak demektir.

İslâm, insanları, birbirlerine kul olmaktan kurtaran hürriyet dinidir. Sadece İslâm dinidir ki, insanları bir olan Rabb'a ibâdet etmeye çağırmış ve onları çeşitli bâtıl inançların yanlış sonuçlarından koruyarak, böylece onları Allah'ın dışındaki varlıklara kul olmaktan kurtarmıştır.

Kur'an'da Rab Kavramı:

“Rab” kelimesi, Kur’ân-ı Kerim’de tam 970 yerde geçer. Rab kelimesinin çoğulu olan “erbâb” 4 yerde (3/64, 80, 9/31, 12/39) ve bu kelimeden türemiş olan din ilimlerinde rusuh sahibi, bilginler anlamındaki “rabbâniyyûn” 2 (5/44, 63), "Rabbanîyn” bir (3/79), “ribbiyyûn” ise bir yerde kullanılır (3/146). Ayrıca bir adamın hanımının başka kocadan olan üvey kızı anlamındaki “Rabaib” kelimesi de bir yerde geçmektedir (4/23). Toplam olarak “rab” kelimesi ve türevleri Kur’an’da 979 yerde tekrar edilir.

Kur’an-ı Kerim, besmeleden sonra “Hamd, âlemlerin Rabbı Allah’a aittir” cümlesiyle başlamaktadır. Bu giriş oldukça ilginçtir. Vahy kitabı olan Kur’an söze Allah’a ait en önemli özelliği vurguluyarak, insanlara bu önemli gerçeği hatırlatarak başlıyor: Allah’ın Rablığı. Her türlü övgü, her türlü saygı ve itaat ifadesi, her türlü şükran duygusu ve bağlılık; bütün âlemlerin, âlem diye nitelediğimiz bütün varlıkların asıl sahibi, mâliki, yöneteni, bakıp gözeteni, koruyup ihtiyaçlarını gidereni, onlara dilediği gibi yön veren yüce güç sahibi Allah’a aittir. Kur’an, O’nun sözüdür ve O yaratıp şekil verdiği insanları müdeliyor, korkutuyor doğru yola dâvet ediyor. Çünkü O, âlemlerin Rabbı Allah’tır.

Rab ismi, Kur'an'da Allah lafzından sonra en çok kullanılan isimdir. İlginçtir ki, ilk nâzil olan 30 sûrede "Rab" ismi 80 kez geçtiği halde, "Allah" ismi sadece 20 kez geçer. Buna göre Rab lafzı, Allah lafzının dört katı olmuş oluyor. Elbet bu gerçek, tesadüfle açıklanamaz.

Kur'an, ilk mü'minlerin gönlünde sahih bir Allah inancını oluşturmayı hedeflemişti. Çünkü sorun insanları Allah'ın varlığına inandırma sorunu değildi. Câhiliye insanı Allah'ın varlığına zaten inanıyordu. Ama bu insanlar sahih Allah inancını kaybettikleri, Allah'ın olanı başkalarıyla paylaştırdıkları için sapıtmışlardı. Bu nedenle Allah, ilk indirdiği âyetlerinde insanların zihinlerinde kendi rablığını silinmez bir biçimde yazmayı murad ediyordu. Bundan dolayıdır ki, yaratıcının en büyük ismi olan "Allah"ın dört katı olarak "Rab" ismi kullanılmıştı. Rablığı kabul edilmemiş bir Allah'a müşrikler zaten öteden beri inanıyorlardı. 

İşte Kur'an, Allah'ın rab oluşunu ilk mü'minlerin kalbine ve kafasına silinmez harflerle yazdıktan sonradır ki, taşın gediğine konduğunun delili olarak, tam sekiz ayrı yerde şu hitapta bulunuyordu: "Zâlikumullahu Rabbukum: İşte bu Allah'tır sizin Rabbınız" (Mü'min: 40/62, 64) Yani, ancak Allah olan, rabbınız olabilir, deniliyor. "Rabbımız Allah'tır deyip sonra da dosdoğru olanlar" (Fussılet: 41/30) ebedî saâdetle müjdeleniyordu.

Kur'an'da rablığın belirgin özellikleri açık olarak bildirilmiştir. Bunların başında, insanlardan mutlak itaat ve kulluk istemek, insanlık hayatını ve  varlıklar âlemini düzenleyen ilâhî nizamlar koymak, mutlak değer ölçüleri belirtmek gibi özellikler gelir. Bunlardan birini kendine tahsis eden insan, rablık iddiasında bulunmuş olur. Allah, Kur'ân-ı Kerim’de, ibâdet edilecek tek rab olduğunu açık bir şekilde bildirmiş ve kendisine bu konuda şirk/ortak koşulmamasını istemiştir. Buna rağmen, insanların yine de Allah'tan başka varlıkları rab edindikleri görülmektedir. Bir kısım insanlar çıkıyor, rabba ait olan özellikleri kendilerine mal etmeye kalkışıyorlar. Sonra da insanları gerçek Rabb'ın emir ve yasakları dışında kendi koydukları kurallara, ilkelere, değer ölçülerine ve kendi düşüncelerine kayıtsız şartsız uymaya çağırıyorlar. Oysa bu durum, rablık iddia etmenin ta kendisidir. Bazı insanlar her ne kadar onlar için secdeye varmasalar da Allah'ın koyduğu hükümleri  bırakıp, onların gayr-ı meşrû emirlerini benimseyerek dinlemek suretiyle onlara kul olma derekesine düşerler. Onların bu durumu Allah'tan başkalarını rab edinmeleri demektir. Kur'an'daki rabla ilgili âyetler bu konuyu açıkça ortaya koymaktadır.[105]

Kur’ân-ı Kerim, sık sık, insanların ve bütün evrenin Rabbının Allah olduğunu vurgulamaktadır. O, kendi irâdesiyle evreni ve içindekileri yaratıp şekil vermiş, biçimlendirmiştir. Yarattığı her şeyin tek sahibi ve maliki O’dur. O aynı zamanda yarattığı evreni ve içindekileri yönetmektedir, her şeye tasarruf etmektedir. Bu tasarruf etmenin içerisinde elbette yaratılmışların ihtiyacı olan şeyleri onlara karşılıksız vermek de vardır.

Kur’an’da Rabb’ın Manaları: Kur’an-ı Kerim, Rab kelimesini bir kaç manada kullanmaktadır:

1) Özel İsim Olarak: Birçok yerde Rab kavramı, Allah’ın özel ismi olarak geçmektedir (26/77-80; 73/9;  6/164).

2) Kendisine Yönelinen: Bazı âyetlerde, etrafında toplanılan, kendisine dönülen en yüce varlık anlamında kullanılmaktadır. Bu anlam ile Allah’ın özel ismi Rab arasında bağlantı vardır. (Sebe’: 34/26)

3) Karşı Gelinemeyen Otorite: Emrine uyulan, kendisinden daha üstün kimsenin olmadığı, koyduğu ilkelere uyulan ve karşı gelinmeyen otorite anlamında da kullanılır: “Onlar Allah’ı bırakıp hahamlarını, papazlarını ve Meryem oğlu İsa’yı (Mesih’i) rab olarak kabul ettiler. Halbuki bir tek ilâhtan başkasına kulluk etmemekle emrolunmuşlardı. O’ndan başka ilâh yoktur. Allah, onların ortak koştukları şeylerden münezzehtir (uzaktır).” (Tevbe: 9/31) (Ayrıca bkz. Âl-i İmrân: 3/64). Âyette geçen “erbâb” rab kelimesinin çoğuludur.

Birtakım insanlar, Allah’ı bırakıp O’nun dışındaki bazı şeyleri rab haline getirirler, onları rabb kabul ederler. Onların emirlerini, sözlerini ve koydukları hükümleri mutlak ölçü olarak alırlar. Allah’ın kanun ve ölçülerini bırakıp, bu yücelttikleri ölçüleri en doğru ilke kabul ederler. Allah, onların rab haline getirdiği şeylerin aslında rab olmayıp, güçsüz varlıklar olduğunu vurgulamaktadır.

4) Efendi-Yönetici Anlamında: Yûsuf sûresi âyet 50’de rab kelimesi sahip, efendi veya yönetici anlamındadır.

5) Mâlik/Sahip Manasında: Bazı âyetlerde rab kelimesi, mâlik/sahip anlamındadır. “Yedi göğün Rabbı, yüce Arşın da Rabbı kimdir?” (Mü’minûn: 23/86) “Eğer yerde ve gökte birden fazla ilahlar olsaydı, şüphesiz her ikisinin de düzeni bozulurdu. Demek ki Arş’ın Rabbı olan Allah, onların yakıştırdıkları sıfatlardan münezzehtir/uzaktır.” (Enbiyâ: 21/22)

6) Allah’ın Sıfatı Olarak Rab: Görüldüğü gibi Rab olmak, Allah’ın sıfatlarından biridir. İlâhlığının bir gereğidir. Rab ismi geniş anlamlı bir sıfattır. Allah’ın yaratıcılığını, evrene sahip ve hâkim oluşunu, insana ait her şeyi yaratıp şekil verdiğini, evrende olan her şeye yüce kudretiyle tasarruf ettiğini, insanlar hakkında hükümler/yasalar koyduğunu ve bu hükümlere itaat etmenin gerekliliğini, mutlak anlamda itaatın ancak Allah’a yapılması gerektiğini, ıslah edenin, şekil verenin, her şeyi elinde tutanın yalnızca Allah olduğunu ifade eder.[106]

Rab Konusunda Bâzı Âyetler:

"Âlemlerin Rabb'ı (terbiye edip yetiştiricisi) Allah'a hamd olsun."  (1/Fâtiha, 1)          

"O Rab ki, yeri sizin için döşek, göğü de bina yaptı. Gökten su indirdi, onunla size rızık olarak çeşitli ürünler çıkardı. Öyleyse siz de bile bile Allah'a eşler koşmayın."  (2/Bakara, 22)

"Rabbı ona 'İslâm ol'  demişti.  'Âlemlerin rabbına teslim oldum'  dedi."  (2/Bakara, 131)

"De ki, Allah herşeyin rabbı iken ben O'ndan başka rab mı arayayım? Herkesin kazandığı yalnız kendisine aittir. Kendi (günah) yükünü taşıyan hiç kimse, bir başkasının (günah) yükünü taşımaz. Sonra dönüşünüz Rabbınızadır. (O) ayrılığa düştüğünüz gerçeği size haber verecektir."  (6/En'âm, 164)

"De ki: Sizi gökten ve yerden kim rızıklandırıyor? Ya da o kulaklara ve gözlere kim sahiptir (onları yaratıp yöneten kimdir)? Ölüden diriyi, diriden ölüyü kim çıkarıyor? (Yaratma) işini kim düzenleyip yönetiyor? "Allah" diyecekler. O halde O'nun azâbından korunmuyor musunuz? İşte gerçek rabbınız Allah budur. Haktan sonra sapıklıktan başka ne var? Öyleyse nasıl (haktan sapıklığa) çevriliyorsunuz?"  (10/Yûnus, 31-32)

"Size ulaşan her nimet Allah'tandır. Sonra size bir sıkıntı dokunduğu zaman da yalnız O'na yalvarırsınız. Sonra, sizden o sıkıntıyı açıp kaldırdığı zaman, içinizden bir grup derhal rablarına ortak koşarlar." (16/Nahl, 53-54)

"Onlar benim düşmanımdır. Yalnız âlemlerin rabbı (benim  dostumdur). Beni yaratan ve bana yol gösteren O'dur. Hastalandığım zaman bana şifa  veren O'dur. Beni öldürecek, sonra diriltecek O'dur. Ceza günü hatamı bağışlayacağını umduğum da O'dur. Rabbım, bana hüküm (yüksek bilgi, olgun hareket) ver ve beni salihler (zümresin)e kat."  (26/Şuarâ, 77-83)

"Ey insanlar, sizi ve sizden öncekileri yaratan rabbınıza kulluk edin ki, Allah'ın azâbından korunasınız." (2/Bakara, 21)

"De ki: Ey kitap ehli, Bizim ve sizin aranızda eşit olan bir kelimeye gelin: Yalnız Allah'a tapalım (O'nun emrine itaat edelim.) O'na hiçbir şeyi ortak koşmayalım; birimiz,  diğerini Allah'tan başka rablar edinmesin. Eğer yüz çevirirlerse: Şahit olun, biz müslümanlarız deyin."  (3/Âl-i İmrân, 64)                                                       

"Rabbın yalnız kendisine tapmanızı ve ana babaya iyilik etmenizi emretti." (17/İsrâ, 23)

"De ki: Ben de sizin gibi bir insanım. İlâhınızın tek bir ilâh olduğu bana vahyolunuyor. Kim rabbına kavuşmayı arzu ediyorsa, iyi iş yapsın ve Rabbına yaptığı ibadete hiç kimseyi ortak etmesin." (18/Kehf, 110)

"Hahamlarını ve râhiplerini Allah'tan ayrı rablar edindiler. Meryem oğlu Mesih'i de. Oysa kendilerine yalnız tek ilâh olan Allah'a ibadet etmeleri emredilmişti. O'ndan başka ilâh yoktur. O, onların ortak koştukları şeylerden münezzehtir." (9/Tevbe, 31)

"İyi bilin ki, yaratma ve emir O'nundur. Âlemlerin rabbı Allah ne uludur."  (7/A'râf, 54)

"Ey benim zindan arkadaşlarım, (düşünün bir kere) çeşitli rablar mı iyi, yoksa her şeyi (hükmü altında tutan) kahredici tek Allah mı?"  (12/Yûsuf, 39)

"(Allah) geceyi gündüzün içine katar, gündüzü de gecenin içine katar. Güneşi ve ayı emri altına almıştır. Her biri belirtilmiş bir süreye kadar akıp gidiyor. İşte (bütün bunları yapan) Rabbınız Allah'tır. Mülk O'nundur. O'ndan başka (yalvarıp) çağırdıklarınız ise, bir çekirdek kabuğuna bile sahip değillerdir."  (35/Fâtır), 13)

"O, göklerin, yerin ve ikisi arasındakilerin rabbıdır. Daima üstündür, çok bağışlayandır." (38/Sâd, 66)            

Rab Konusunda Bazı Hadis-i Şerifler:

"Sizden biriniz (kölesine) kulum ve kölem demesin. Köle de efendisine "rabbım" demesin; sadece efendim desin. Hepiniz Allah'ın kulusunuz. Gerçek rab, Allah Teâlâ'dır."  (Buhârî, Itk 17; Müslim, Elfâz 14) Peygamberimiz, Allah'tan başkasına kul olmak ve O'na diğer varlıkları ortak koşmak tehlikesini gidermek için böyle buyurmuşlardır. Çünkü her şeyin gerçek sahibi ve mâliki Allah'tır. Rubûbiyet, Allah'a ait bir sıfattır. İnsanlar ise O'nun terbiyesi altındadır. Allah'tan başka varlıkların rab diye isimlendirilmeleri, bazılarının da başkalarının kulu kabul edilmeleri İslâm'la, tevhidle bağdaşmayan bir alçalmadır.

Başkasının emrinde olan anlamına gelen "memur" ve görevlilerden bazılarının, yaptıkları bir haksızlığa kılıf bulmak için yapıştıkları bir deyim vardır: "Ne yapayım, ben emir kuluyum." Yaptıkları işin yanlış olduğunu, onu savunamayacağını bilen zavallının, bu birincisinden daha büyük ikinci yanlışıdır, kula kulluğunu belirtmek. Kimsenin kimseyi, Allah'a rağmen her istediğini emredebileceği emir kulu görmesini İslâm onaylamadığı gibi; hiçbir kulun da başka bir kulun kulluğunu kabullenme gibi insanlık şerefiyle bağdaşmayacak aşağılığa rızâ göstermesini de kabul etmez. İslâm'ın hâkim olmadığı yerde, güçlüler kendilerini rab yerine koymaya; zayıflar da bu rab taslaklarının  rablığını kabul etmeye meyillidirler. Kur'an'ın rab konusundaki tavrı ve yukarıdaki hadis-i şerif, öncelikle bu iddia ve kabullenmeyi yasaklamaktadır.

Denilebilir ki, "günümüzde kölelik yok; kimse kimseye kulum, kölem demez."  Kölelik kalkmadı, şekil  değiştirdi.  Ceberut  devletler,  vatandaşlarını  kul,  köle  gördükleri,  çıkardıkları kanunlarla insanları ezdikleri gibi; kapitalist zenginler de, işçilerini köle gibi, hizmetçi ve sekreterlerini câriye gibi görmekteler. Değişen pek bir şey yok.     

Yine, Rasûlüllah (s.a.s.)’ın şöyle buyurduğu rivâyet edilir:  "Münâfığa seyyid (efendi) demeyin. Eğer o efendi kabul edilirse, çok yüce ve aziz Rabbınız'ı gazablandırmış olursunuz."  Eğer münafık birisi, efendi, sözü dinlenen kişi olarak kabul edilirse, o zaman ona itaat kaçınılmaz olur. Bu durum da Allah'ın gazabını gerektirir. Çünkü münâfığı, sözü dinlenen bir kişi olarak kabul etmek, ona itaatı kabullenmek demektir ki, bu durum Allah'ın gazabına sebep olur. "Efendi" kelimesi yerine, münâfık ve İslâm düşmanlarına, saygıdeğer anlamında, günümüzde "sayın", "beyefendi" gibi ünvanlar vermek de aynı yasağın sınırına girer diye düşünüyorum. İslâm'ı yürürlükten kaldırmaya ve günlük hayattan çıkarmaya çalışanlar "efendi" kelimesini artık saygı ünvanı olmaktan çıkardılar. Çünkü müslümanlar, Peygamberlerine, büyük zatlara, âlimlerine "efendi" diyorlardı. Bunları küçük gören zihniyet, romanlarıyla, filmleriyle "efendi" ünvanını sadece kapıcılara, hizmetçilere lâyık gördüler ve topluma benimsettiler. Efendi ünvanıyla birlikte nice İslâmî isimler de, başörtüsü de hizmetçilere lâyık görüldü. Rablık taslayanlara artık efendi denmiyor; "sayın, saygıdeğer, hocam, paşam" deniyor. Hadis-i şeriften anlayacağımız yasak, inançsızlara saygı ünvanlarını verme, onları saygın görme yasağıdır. İslâm’a düşman olduğu için krallığı ve otoritesi kabul edilmeyen birine, meselâ Fas'ta yaşayan bir müslümanın "Kral Hasan" demesinin yanlışlığı, o makamı, onun o makamdaki meşrûluğunu diliyle kabul etmiş intibaı oluşturacağındandır.

Bu duyarlılığı taşıyan bir İslâm ülkesi, resmen ve fiilen "İsrail" diye bir ülke tanımadığını, bu ismi kullanmayarak gösteriyor. Bu ülkeden bahsederken, Kudüs’ü işgal eden rejim demektedir. İslâm-küfür savaşı aynı zamanda bir kavram savaşıdır. Bu, dün de böyle idi, bu gün de böyledir. Hudeybiye antlaşmasında, müşrikler, besmeledeki "Rahmân" kavramını antlaşma yazısından sildirmeye çalışmışlar, "biz Rahmân'ı kabul etmiyoruz" demişlerdi. "Rasûlullah" ifadesi için de benzer tavır sergilemişlerdi. Bu gün de kâfirler aynı tavrı sürdürüyorlar. "Şeriat, şehâdet, tesettür..." gibi kavramları unutturmaya çalıştıkları gibi;  "irtica, gericilik, çağdaşlık..." gibi kavramları kullanıma sunuyorlar. Günümüz müslümanları, Kur'anî kavramları topluma gerçek anlamlarıyla yeniden benimsetecek yerde; onların tüm kavramlarını, hem de onların içini doldurdukları anlamlarla kullanmakta sakınca görmüyor. Atatürkçülük, demokrasi, laiklik, özgürlük gibi kavramları sorgulayarak düşünüverin.                    

Âlemlerin Tek Rabbı Allah

"El-hamdü lillâhi rabbi'l-âlemîn: (Hamd bütünüyle âlemlerin rabbı olan Allah içindir.)" (1/Fâtiha, 1) Burada yaratıcımız, kendisini tanımak isteyenlere "Rab olan Allah" biçiminde tanıtıyor.  Allah, tek rabbımızdır, yani O bizi yaratıp da bırakıvermedi. Yarattığı bütün varlıkları terbiye ediyor, tekâmüle erdiriyor. Devamlı, yeniden yaratıyor, geliştiriyor. Prensip ve kanunlarıyla iyiye, hayra, güzele yönlendiriyor. Varlıklarda, özellikle canlılarda gördüğümüz tekâmül ve değişim, O'nun rablığının göstergesidir.  Bu ayette O'nun rablığının büyüklüğünü gösteren bir açıklama da var: "Âlemlerin rabbı olan"  O'nun rablığı, O'nun Allah'lığının en vazgeçilmez vasıflarından birisidir.

Onun için Meryem oğlu İsa (a.s.) da elçi olarak gönderildiği insanlara O'nu şöyle tanıtmıştı: "Ey İsrâiloğulları, benim ve sizin Rabbınız olan Allah'a ibâdet edin."  (5/Mâide, 30) "Âlemlerin rabbı" ifadesi İslâm'ın evrenselliğini de vurgulamaktadır. Rabbımız, herkesin, tüm insanların, tüm varlıkların rabbıdır. Tüm yaratıklar aynı Rabbın kullarıyız.  Bu  ifade, varlıklarla ortak dil, ortak eylem sahibi olduğumuzu vurgulamış oluyor. Tüm varlıklar O'na kulluk/ibâdet ediyorlar, O'nu rab kabul ediyorlar (17/İsrâ, 44). İşte evrenle, tüm yaratıklarla uyum ve kardeşliğimiz, aynı Rabbın kanun ve otoritesine (rablığına) boyun eğdiğimiz, O’nu âlemlerin Rabbı olarak benimsememizde açığa çıkıyor. İşte tevhid, işte evrensellik!    

"Âlemlerin rabbı": Evrende büyük bir nizam, uyum ve yardımlaşma göze çarpmaktadır. Karada, denizde, dağda, ormanda yaşasın; bazı canlıların, diğer canlılar aleyhine aşırı üremeleri sözkonusu değil. Bütün canlılar, intizamlı şekilde çoğalıyorlar. Erkek-dişi oranları da, bütün hayvanların yaşadığı yerlerde oranlı. İnsanların erkek ve dişi oranları da, akıl almaz şekilde her ülke ve her yerleşim biriminde birbirine oranlı. Büyük bir düzen göze çarpıyor. Gökte eksiklik, aksaklık yok; yerde, “tabiat kanunları” denilen, bizim “sünnetullah” demeyi tercih ettiğimiz Rabbın kanunları tıkır tıkır işliyor. Dünya, içindekilerle birlikte en güzel misafirhane olarak yaratılıp insanın hizmetine verilmiş. Problemler, fesat ve fitneler, Allah'tan ve O'nun yolundakilerden kaynaklanmıyor. Tam tersine Allah'ı tanımayanlar, O'nun düzenini bozmaya çalışıyorlar. "İnsanların bizzat kendi işledikleri yüzünden karada ve denizde düzen bozuldu, fesat çıktı, ki Allah yaptıklarının bir kısmını onlara tattırsın; belki de (tuttukları kötü yoldan) dönerler." (30/Rûm, 41)

İğrenç bir ahlâksızlığın AIDS ile cezasının tattırılması gibi, Allah fesattan dönmeleri için ihtarlar veriyor. Fesat, düzen bozuculuk, kâfir ve münafıkların özelliklerindendir (2/Bakara, 11-12). Mü'minin özelliği ise fesadın tam zıddı ıslah'tır. O, sâlih amel yapmaya çalışır; yani bozulan düzeni Allah'ın istediği ve insanların huzur duyacağı şekle, aslına döndürme eylemleri içindedir. Bu sâlih eylemler, mü’minin kendi kurtuluşu için şarttır. (103/Asr, 3) Toplumun dünyada huzur ve nizamı; ahirette de kurtuluşu için, yani yeryüzünün bozulan düzenini ıslah için yapacağı gayretlerin adıdır cihad. Dünyada devlet, âhirette cennet isteyen bir mü’min cihadı terk edemez.

Eğitim Açısından Rab Kavramı

Rab kelimesi, terbiye eden, yetiştiren, eğiten demek olduğundan, lügat anlamıyla ana babaya rablık (terbiye edicilik, eğiticilik) isnâd edilir (17/İsrâ, 24). Çocuklarını eğitip terbiye eden anlamındaki bu rablık, tabii ki sınırlı ve mecazî anlamda rablıktır. Elbette, kelimenin tüm anlamlarıyla  ve hakiki olarak Allah’tan başka rab yoktur. Kâmil anlamda eğitmek ve yetiştirmek de mutlak ve hakiki Rab olan Allah'a aittir. O, sadece yarattıklarından bir cins olan insanı değil; tüm evrenleri terbiye eden, olgunlaştıran, yönetendir; âlemlerin rabbıdır. Terbiye, her varlığın kendi sınırları içinde tekâmül etmesi demektir. Devamlı yaratma halinde olan, yaratıp da bırakıvermeyen, onları kemâle erdiren de Rab olan Allah’tır. Her varlık, bizzat Allah tarafından terbiye edilmektedir. Bu terbiye, "eğitim" kelimesini hemen tümüyle karşılar. O yüzden “öğretim ve eğitim” kavramlarının karşılığı olarak Türkçe'de yakın zamana kadar "ta'lim ve terbiye" kullanılırdı; eski yoğunlukta olmamakla birlikte hâlâ kullanıldığı görülmektedir. İşte, eğitim karşılığı kullanılan “terbiye” kelimesi, “rab” kelimesinin türevidir.   

Kur’an’ın tertibinde (Mushaf’da) ilk âyette Allah’ın bu ismi seçilip vurgulandığı gibi, nâzil olan ilk âyette de Rab ismi kullanılır: “Oku, yaratan Rabbının adıyla.” (96/ Alak, 1) İlk insanın yaratılması ve halifeliği konusunda da yine bu isim kullanılır: “Hatırla ki: Rabbın meleklere, ‘Ben, yeryüzünde bir halife yaratacağım’ dedi. Onlar, ‘biz hamdinle sana tesbih ve seni takdis edip dururken yeryüzünde fesat çıkaracak, orada kan dökecek insanı mı halife kılıyorsun?’ dediler. Allah da onlara: ‘Sizin bilemeyeceğinizi ben bilirim’ dedi.”  (2/ Bakara, 30)

 “Kaalû belâ” veya “elest bezmi” diye ifade edilen mîsak almada, Allah’ın yine bu ismi zikredilir: “Kıyamet gününde, ‘biz bundan habersizdik’ demeyesiniz diye Rabbın Âdem oğullarından, onların bellerinden zürriyetlerini aldı ve onları kendilerine şâhit tuttu ve dedi ki: ‘Ben sizin Rabbınız değil miyim?’ (Onlar da), ‘Evet, (Rabbımız olduğuna) şâhit olduk’ dediler.” (7/A’râf, 172)

Rab isminin geçtiği yukarıdaki konuların eğitimle çok yakından ilgileri vardır. Bunların dışında yine eğitimle direkt ilgili olan başka âyetlerde de Rab ismi vurgulanır: “Oku, insana bilmediklerini öğreten ve kalemle yazmayı ta’lim eden Rabbın ekremdir (en cömerttir).” (96/Alak, 3-5) “Gerçek yönetici olan Allah, yücedir. Sana O’nun vahyi tamamlanmazdan önce Kur’an’ı (okumakta) acele etme ve ‘Rabbım, benim ilmimi artır’ de.” (20/Tâhâ, 114)Rabbım, bana hikmet ver ve beni sâlihler (iyiler) zümresine kat.” (26/Şuarâ, 83)      

Başkasını eğitmeye, yanlış olma ihtimali olan kendi göreceli doğrularımızı, beşerî prensiplerimizi başkalarına öğretip uygulatmaya hakkımız var mı? İnsanları eğitme, terbiye etme konusunda yetki kimindir? Bu soruları rab kavramı etrafında düşündüğümüzde, şunları ifade edebiliriz: Herşeyi yaratıp onlara sahip olan, yarattıklarını terbiye edip eğiten, olgunlaştıran sadece Allah'tır. Yardım etmek, yol göstermek, yön vermek, değiştirmek, tasarruf etmek, korumak, hâkim ve egemen olmak, sakındırmak, yasaklamak ve emretmek gibi eğitimle ilgili tüm  alanlarda yetki ve gücü tümüyle elinde bulunduran yalnız Allah'tır. Allah'tan başkasının kendi adına,  beşerî prensiplerle  bu özellikleri istediği gibi kullanması rablık taslamak ve eğittiğini zannettiklerine az veya çok zulmetmektir. Allah'tan başka rab kabul etmemenin pratikteki uygulanışı ve başkasının kulluğunu kabul etmemenin zarûrî gereklerinden biri de, eğitim prensipleri konusunda Allah'ın koyduğu hükümlere ters düşülmemesidir. Başkasının eğitimle ilgili ilkelerini Allah'ın hükümlerine tercih etme, o kimse veya görüşü rab kabul etme anlamına gelecektir. 

Rab, mutlak manada kullanılınca, mutlak eğitenin Allah olduğu ortaya çıkar. Allah'tan başka rabbın olmadığına inanan muvahhid mü'minin, “rabb”ın eğiten, yetiştiren anlamından dolayı, Allah'tan başka gerçek anlamda eğitimci -mutlak eğiten- kabul etmemesi gerekir. Eğer vahiyle açıklanan Allah'ın eğitim ve terbiye prensipleri doğrultusunda eğitim söz konusu ise, tabii ki bu eğitim faâliyetinin, başkasını rab kabul etme anlayışına girmeyeceği açıktır.

İnsanı insanla eğitmek zorundayız, ama insanı yine insanın fikirleri doğrultusunda eğitmek, hem zor, hem tehlikeli, hem de gayr-ı meşrûdur. Vahyin yön vermediği insan aklı, mükemmel bir eğitim görüş ve uygulayışı oluşturmakta yetersizdir. Bu, birbirlerinin eksik yönlerini görüp düzeltmeye çalışan tarihteki yüzlerce eğitim görüşünün her birinin teori ve pratikteki eksik ve yanlışlarından da kolayca anlaşılabilecektir. Beşerin vahiyden uzak tüm uygulamalarındaki çıkmazların eğitime yansıması olarak, günümüzde de hâlâ yaz boz tahtasından farksız eğitim teori ve uygulamalarını ve çağdaş eğitimin problemlerini objektif gözle değerlendirebilen tüm eğitimcilerin yakınmaları, bu tezi doğrulamaktadır.

Felsefî yaklaşımların üzerinde ittifak ettikleri bir eğitim görüşü yoktur. Nice ideolojilerin eğitim görüşlerinin olmadığı veya olmasının olmamasından daha kötü olduğu gibi. Bazı eğitim görüşleri merkeze çocuğu, bazısı merkeze öğretmeni, bazısı geçmişi, bazısı bir ideolojiyi veya beşerî bir ilkeyi, bazısı faydayı... almıştır. Tüm bu anlayışların, kurulu düzenden ve materyalist hayat anlayışından da bağımsız olmadığı ve tümünde, kişinin kendi hevâ ve heveslerini veya bir şahıs veya görüşü rablaştırdığı olgusu temel problemdir. Günümüzde eğitimin hemen her yerde, vahyin kabul ve redleri doğrultusunda ve Rabbimiz'e gerçek kullar  yetiştirme  modeliyle  tanzim edilmediğini görmekteyiz. Ders araç ve gereçleri vahyin süzgeciyle oluşturulmamakta, öğretilenlerin önemli bir yekûnu dinin öğretilmesini istediği faydalı bilgi, yani ilim değeri taşımamakta, tevhid ve Rabb'ın terbiyesi öncelikler içerisinde bulunmamaktadır. Yani eğitim konusunda başka rablar devreye girmektedir.

Bu rab taslakları, tuğyanlarını arttırarak, câhiliyye müşrikleri kadar bile Allah'ı işlerine karıştırmak istememekteler. Gerçek Eğitici'nin prensiplerinden hemen hiç birinin kendi rablarına ortak olmasına bile izin vermemekteler. Okullardaki başörtüsü yasağını, tören ve kutlamaları, sözgelimi sakallı bir öğretmene, "selâm"la sınıfa girmeye, besmeleyle başlanan derse bile tahammül edememeleri, bu çarpık rab anlayışının yansımaları olarak değerlendirilmelidir.

Tek rabbım Allah'tır deyip insanların da içinde bulunduğu tüm evreni terbiye edenin ve eğitme hakkına sahip olanın Allah olduğunu kabul eden müslüman, bu inancının sonucu olarak Rabbânî ilke  ve prensiplere uymak zorundadır. Kendini ve ehlini ateşten korumak zorunda olan (66/Tahrîm, 6) insanın temel görevi, Allah'ı tek rab kabul edip O'na kulluk yapmak, çoluk çocuğunu da Rabb'ın terbiyesi ile yetiştirmektir. Âdem oğlu, yeryüzünün halifesi  olduğu veya olması gerektiği için, Allah adına yaşamak  ve  O'nun ilke ve prensiplerine tümüyle  uymak  zorundadır.

Tevhid, Allah'ı tek rab ve tek ilâh kabul etmek demek olduğuna göre, eğitim konusunda da ilâhî prensiplere ters ilke, anlayış ve uygulamaların tevhid-i tedrisat kapsamına girse de tevhidî tedrisata, meşrû eğitim kapsamına girmediği kabul edilmelidir. Unutulmamalıdır ki, hakka; hangi oranda olursa olsun bâtılın karıştırılması, o sentezi hak olmaktan çıkarır. Tevhidin en küçük bir küfür ve şirkle beraber bulunması mümkün değildir. Hak görüntüsüne bürünmeyen, içinde cüz'î doğrular barındırmayan bâtılın zararı daha sınırlı ve izâle edilmesi daha kolaydır.  

Allah'ın tek rab olduğu inancına ve bu kabulün gerektirdiği eğitim anlayışına  sahip olmayan kimsenin, öncelikle kendisinin eğitilmesi gerektiğinden, başkalarını eğitme hakkı yoktur. Gerçek Rabbını tanımayanın kendini tanıması da mümkün değildir. İnsanı doğru tanımayan, yaratılışı, fıtratı keşfedemeyen kimselerin eğitim görüşlerinin de eksik ve yanlışlarla dolu olacağı doğaldır. Ancak doğru Rab anlayışı; insanı, kendi fıtratı ve kendi psikolojik yapısına göre eğitmeyi sağlayabilir. Kişinin haddini ve Rabbini bilmemesi, eksik ve yanlış tanımladığı insanı, fıtratına ters ve dolayısıyla sağlıksız, başarısız, adâletsiz, huzursuz bir potada  eğitmek/öğütmek demektir. "Andolsun, insanı Biz yarattık ve nefsinin ona ne vermek istediğini de Biz biliriz. Ona şah damarından daha yakınız." (50/Kaf, 16)

Nefsine Bile Söz Geçiremeyen Rab Taslakları

Âlemlerin rabbı Allah'tır. Yarattıklarını besleyen, rızıklandıran, koruyan, gözeten... O'dur. Suyun derinliklerinde, ormanın ıssızlığında, toprağın altında, dağın tepesinde yaşayan, hasta, sakat veya sağlam, gözü olan - olmayan nice varlıklara rızık veren O'dur. İnsanın hizmetine sunulan sayısız nimetler bize Rabbımızı tanıtıyor. Bütün âlemler, tüm varlıklar; Rabbını tanıyor, O'na itaat ve kulluk ediyor (41/Fussılet, 11). Bizim de fıtratımızda Rabb’ı tanıyıp kabul etmek ve O'na ibâdet etmek var. Kur'an bize Rabbımızı tanıtıyor.

İnanmayan insanlar, eğer güçsüz (müstaz'af) iseler, çevrelerindeki rab taslaklarından birini rab olarak kabul ederler. Bu kula kulluk ve rab kabulü, çok  farklı  şekillerde  ortaya  çıkar.

İnançsız ve güçsüz kişi, bazen özgür irâdesiyle, bazen reklâm ve aldatmacalarla kandırılarak, bazen tâğutların zorlamalarıyla piyasadaki rablardan birine veya birkaçına boyun eğer. Piyasada tedâvülde bulunan çeşit çeşit rab(!) vardır. Müzik ilâhından tutun, fuhuş tanrısına, futbolcudan tutun, artiste, yöneticilere kadar. Demokrasi var: Herkes istediği tâğutu, beğendiği putu seçmekte serbesttir.  Allah'a gerçekten inanıp teslim olmayanlar, eğer kendilerinde güç ve otorite vehmediyorlarsa, başka bir rabba boyun eğmezler; kendileri rablık taslarlar.

Rablık taslayan güçlüler (müstekbirler) üç kısma ayrılır: Siyasî, dinî ve iktisadî güçlüler. Siyasî güçlerin rablık taslamalarına örnek; Fir'avn, Nemrut ve onların izinden giden çağdaş yöneticilerdir. "(Fir'avn,) Ben sizin en yüce rabbınızım, dedi." (79/Nâziât, 24) "Allah kendisine mülk (hükümdarlık ve zenginlik) verdiği için şımararak Rabbı hakkında İbrahim ile tartışmaya gireni (Nemrut'u) görmedin mi? İşte o zaman İbrahim: 'Rabbım hayat veren ve öldürendir' demişti. O da: 'Ben de hayat verir ve öldürürüm' demişti. İbrahim:  'Allah  güneşi  doğudan getirmektedir. Haydi sen de onu batıdan getir'  dedi. Bunun üzerine kâfir apışıp kaldı. Allah zâlim kimseleri hidâyete erdirmez." (2/Bakara, 258)        

Dinî yönden ellerinde güç bulundurup rablık taslayanların örnekleri de Kur'an'dan öğrendiğimiz şekilde haham, papaz gibi din adamları, kutsallık atfedilen ölü veya diriler, yatırlar, efendiler. İktisadî rab taslakları da Karun'lar, emperyalistler, sömürücü azgınlar, azan, ezen ve üzenler ve de düzenler.

Rablık iddiasında bulunanlar ve onları piyasaya sürenler aslında samimi değillerdir. Onlar sadece basit çıkarlarının peşinde olan, menfaat çarklarını döndürmek için böyle bir sahtekârlık düzeni kurup devam ettirmeye çalışanlardır. Ebu Leheb'in Peygamberimiz'e (s.a.s.) gelip "Müslüman olursam bana ne var, benim elime ne geçecek?" diye sorması üzerine Efendimiz cevap verir: "Başka müslümanlara ne varsa, sana da o var." İnsanları sömüren düzenlerini ve çıkarlarını müslüman olunca devam ettiremeyeceğini  anlayan Ebu Leheb'in karşılığı şöyledir: "Bir köleyle beni eşit gören din olmaz olsun!" Kendisini güçlü gösteren insan, sanki bilmez mi, başkalarına ve herşeyden önce Allah'a muhtaç âciz biri olduğunu. “Lâ havle velâ kuvvete illâ billâhi'l-aliyyi'l-azîm: Güç ve kuvvet kimseye ait değildir; ancak yüce ve büyük olan Allah, güç ve kuvvet sahibidir.”      

Rab Olmayan Bir Tanrı Edinme İsteği  

Kur'an'da "ilâh" ifadesi putlar için de kullanılırken; "Rab" ismi putları ve tâğutları ifade için kesinlikle kullanılmaz. Kur'an, rablık vasfını sırf Allah'a hasretmiş, başkası için bu sıfatı kullanmamıştır. "Rab" olmayan bir tanrı edinme isteği, insanoğlunun en eski sapkınlıklarından ve de açıkgözlülüklerinden biridir. Çünkü rab olan bir tanrı, insanın varlığını kuşatan bir tanrıdır. Yapısı itibarıyla zulme ve cehle aşırı meyyal olduğunu vahiyden öğrendiğimiz insan, kendi varlığını kuşatan bir tanrı yerine; varlığını kuşattığı ve kontrol altında tuttuğu sahte bir tanrı edinmeyi şeytanî menfaatlerine ve nefsânî zaaflarına daha uygun bulmaktadır.

Bu nedenledir ki hep işine karışmayan, nefsi, malı, vicdanı, duygusu, düşüncesi ve eylemi üzerinde söz ve karar, güç ve kuvvet sahibi olmayan bir uyduruk ilâh aramış; bulamamışsa kendi elleriyle icat ve imal etmiştir. Güneş, ay, deniz, nehir, inek, kurt, taş, tunç, ateş insanoğlunun bulduğu bu türden "rab olmayan" ilâhlarıdır. Gök tanrısı(!) gibi, hükmü göklere geçen, yağmur yağdıran, tabiata hükmeden; ama sokağa,  okula,  devlete,  kanunlara,  yaşayışa... karışmayan  bir

tanrı anlayışı var kimi çevrelerde. Rab olmayan tanrı; göklerde hâkim ve vicdanlarda mahkûm bir tanrı. Rablığı kabul edilmeyen, câmilere hapsedilmiş bir tanrı; câmilerin ve vicdanların dışına çıkamayan bir tanrı! 

Tabii bu da kurtarmamış, insan en sonunda Rab olan bir Allah'a inanmak zorunda kalınca, bu kez de laiklik sapkınlığına başvurarak varlığını ve birliğini tasdik ettiği İlâhın rablığını inkâra kalkışmıştır. İşte böylece şirk, laiklik adı altında tedavüle sürülerek çağdaş insanın Rabbıyla olan ilişkisi bir kez de böylesine çağdaş bir yöntemle koparılmaya çalışılmıştır.  Nasıl  Allah'ın vahdâniyetini inkâra kalkışan antik müşrikler Hz. İbrahim'in hanif dinini tahrif ve tahrib etmişlerse, Allah'ın rablığını inkâra kalkışan çağdaş müşrikler olan laikler de Hz. Muhammed (s.a.s.)'in hanif dinini tahrif ve tahribe yeltenmişlerdir.

Sevilenlerin Putlaştırılması; Allah'tan Başkasını Rab Edinme

Allah'ın rab oluşu konusunda insanoğlunun düştüğü tek şirk, rubûbiyeti inkâr şirki değildir. Bu konuda düşülen bir başka şirk türü de, Allah'ın bu sıfatını Allah'tan başkasına vermek, O'ndan başkasını rablar edinmek biçiminde ortaya çıkmaktadır. "Hahamlarını ve râhiplerini Allah dışında rablar edindiler; Meryem oğlu Mesih'i de. Oysa kendilerine tek ilâh olan Allah'a ibâdet etmeleri emredilmişti. O'ndan başka tanrı yoktur. O, onların şirk koştukları şeyden uzaktır."  (9/Tevbe, 31) Burada sorun "rab" edinilenin kimliği değildir. Bu, İsrâil oğullarının yaptığı gibi din adamları, zâhid ve âbid velîler ve hatta Hz. İsa gibi bir peygamber de olabilir. Sorun eylemin kendisidir ve o da Allah'tan başkasını rab edinmektir. İşte bunu Kur'an Allah'tan başkasına  kulluk yapmak olarak niteliyor ve bu tavra da doğrudan şirk diyor. Yahudileşme temayüllerinden biri olan Hz. Mûsâ ve Hz. İsa ümmetinin bu şirk türü aynen Hz. Muhammed ümmetine de geçmiş, bu ümmet de ulularını, din büyüklerini, velîlerini Allah'tan başka rablar edinme sevdasına düşmüşlerdir.

Elbette bu rab ediniş, onların önünde secde etmek, onlara doğrudan ibâdet etmek biçiminde gerçekleşmiyordu. Yukarıdaki âyet nâzil olduğunda eski bir Hıristiyan din adamı olan Adiy b. Hâtem'i boynunda altın bir haçla gören Allah Rasûlü, onu bir put olarak nitelemiş ve atmasını öğütlemiş, ardından yukarıda meâlini verdiğimiz âyeti okuyarak şöyle tefsir etmişti: "Kuşkusuz onlar din adamlarına ve ulularına tapmıyorlardı. Lâkin onlar, şu sınıfların helâl kıldığını helâl kabul ediyorlar, yasakladıklarını da haram kabul ediyorlardı." (Tirmizî'den Câmiu'l-Usûl, II/161). Başka bir âyet-i kerimede de Allah'tan başkalarını rab edinmek, isterse bu başkaları melekler ve nebîler olsun, müslüman olduktan sonra küfre dönmek olarak adlandırılır: "Hiçbir insana yakışmaz ki Allah ona Kitap, hüküm ve peygamberlik versin de ardından insanlara dönüp 'Allah'ı bırakıp bana kullar olun'  desin. Fakat  'öğrendiğiniz ve okuduğunuz Kitap gereğince Rabb'a hâlis kullar olun'  der. Ve size  'melekleri ve peygamberleri rablar edinin'  diye de emretmez. Siz müslüman olduktan sonra size inkârı emreder mi?" (3/Âl-i İmrân, 79-80).

Diriler yanında ölüleri bile nasıl rableştirmiş insanoğlu?! Kendine bile faydası olmayan bir ölüyü, bir yatırı nasıl rableştirerek putlaştırıyor? Yatırlara kurban kesmek, onlara karşı duâ etmek, ölülerden çocuk, nasip veya yardım istemek, çelenk koyar gibi, deftere yazı yazar gibi, dilekçe sunar gibi bez bağlamak, mum yakmak, Fir'avun'lar için yapılan piramitlere özenerek  anıtmezarlar, kümbetler, kubbeler yapmak, tavaf eder gibi kabrin etrafında dönmek,  kabre  karşı kıyâma durmak, namaz kılmak, onun yüzüsuyu hürmetine deyip Allah'la arasına aracı koymak, putperestlerin putlarını şefaatçi kabul etmelerine benzer bağımsız şefaat anlayışına sahip olmak ve buna benzer tavırlar ölüleri rab kabul etmenin örnekleridir. Yaşayan bazı insanlara kerâmet veya kutsallık atfetme adına Allah'a ait bazı vasıflar vermek de rableştirmeye ayrı örneklerdir.

İnsanların önderlerini, din ulularını, büyüklerini, hatta peygamberlerini rablar edinmeleri sevginin ve bağlılığın cinayet derecesine vardığı bir aşırılık örneği. Allah bundan müslümanları şiddetle nehyediyor. Bir yahudileşme temâyülü olan üstadını, ustasını, efendisini, şeyhini, hocasını Allah dışında rab edinme ifrâdının zıddı da, itaat halkasını boynundan atıp hevâsını ve nefsini ilâh edinme tefrîdidir. Elbette her ikisi de aşırılıktır. Bu ifrât ve tefrît aşırılıklarını iyi anlamak için rab edinmeyi nehyeden hemen tüm âyetlerde gelen "min dûnillâh" (Allah'ın dışında) lafzını iyi anlamak gerek (3/Âl-i İmrân, 64; 9/Tevbe, 31). Değilse, bu yaklaşım nefsi, hevâ ve hevesi rab edinmek (45/Câsiye, 23) demek olan mürebbîsizlik, ustasızlık, büyüksüzlük ve kılavuzsuzluğa delil olamaz.                                             

Kur'an'da nehyedilen rablık, Allah'a mahsus olan bir sıfatı O'nun dışında başkalarına vermek demeye gelen rablıktır. Terbiyesinde Allah'ı dışarıda bırakan bir terbiyecinin terbiyesini kabul, Allah dışında bir rabbı kabulle eş tutulmuştur. Ancak mutlak mürebbî olan Allah'ın ilkeleriyle terbiyecilik yapmak, isterse bu terbiye mânevî değil de; besleyip büyütmekten ibaret maddî bir terbiye olsun, bu sınıfa girmez. Ortada Allah'la iddialaşmak yoksa orada terbiye eden de, terbiye edilen de suçlanamaz (12/Yûsuf, 23).

Allah'tan başkasını rablar edinme ifrâdının tefrîdi olan terbiyesizlik ve terbiyecisizlik, seviyesizlik ve hercailik de bir akîde sorunu olarak çıkıyor önümüze. Bu durumda kişi ipsizdir belki, ama zannettiği gibi hür değildir. Büyük bir kesimin birinci türden hastalığına karşı gösterilen tepki, bu ikinci tür hastalığı doğurmaktadır.[107]

Rab konusunda, televizyonlarla evlere rahatlıkla giren misyonerlik, mitoloji ve süpermenliği, he-man (hîmen)liği  de sorgulamak gerekiyor. Filmleri, dizileri, çocuk filmlerini, çizgi filmleri değerlendirdiğimizde çoğunda "gökler hâkimi, kâinatın sahibi, filân tanrısı-tanrıçası..." gibi rab vasıflarının bir insana ünvan olarak verildiğini ve uydurma tanrılıkları, rablıkları; tepkisiz, benimseyerek seyretmenin inançlardaki tahrib ve tahrifini düşünüverin.   

  Kur'an, Allah'ın rab oluşundan sözederken, O'nun göklerin, yerin ve ikisi arasındakilerin, doğunun batının, doğuların ve batıların; en fazla olarak da âlemlerin rabbı olduğunu ısrarla vurgular. Allah, evreni yaratmakla kalmamış, âlemleri yetiştirip, kemâle erdirmiş, hükmünü icrâ etmiştir. Bazı filozoflar, “Allah, evreni yarattı ve bıraktı” gibi yanlış, yanlış olduğu kadar gözlem ve tecrübelere de zıt bir anlayışa düşmüşlerdir. Bu yanlış anlayış, sonunda, filozofların koyacakları kurallarla da yeryüzünde ilâhî ve ideal bir devlet ve hükümet kurulabilir düşüncesine varmıştır. Laikliğin temeli de bu sakat anlayıştır. Kur'an "Allah, âlemlerin rabbıdır", "Sizi ve yaptıklarınızı yaratan Allah'tır."  âyetleriyle Allah'ın evreni kendi haline bırakmadığını açıklıyor. 

Allah, âlemlerin rabbıdır. Makro anlamda, şehâdet âlemi, gayb âleminin, yerlerin, göklerin, galaksilerin, güneşlerin, sular, okyanuslar âleminin, gezegenler  ve yıldızlar âleminin... rabbı Allah'tır. Mikro anlamda, bitkiler âleminin, insanlar, melekler, cinler âleminin, böcekler âleminin, kuşlar âleminin, milyonlarca tür ve cinsdeki hayvanlar âleminin, mikroplar âleminin, görülen ve görülmeyen âlemlerin... rabbı Allah'tır.  Rivâyete göre, toplam sayısı on sekiz bin, ya da sayısını bilmediğimiz binlerce âlemi, bütün âlemleri yarattığı gibi; yetiştiren, hükmünü geçiren, tümünü yöneten Allah'tır. Allah açısından evrendeki her hareket Allah'a aittir.

Her varlığın varlığı O'ndandır. Varlıklar, cisimleriyle değil; kendilerini cisim şeklinde gösteren içlerindeki varlık özüyle vardırlar; bu öz de bütünüyle Allah'tandır. Yani, hiçbir varlık, kendi halinde bir hareket yeteneğine sahip olmadığı gibi, böyle bir yetkiyle donatılmış da değildir. Mutlak güç ve kuvvet kaynağı sadece Allah'tır. İzafî olarak varlıkların fıtratlarında varmış gibi görünen ve adına bugün "tabiat kanunları" veya "içgüdü" denilen birtakım sebepler, gerçekte Allah'ın sürekli olarak evreni yeniden yaratması ve yenilemesinden başka bir şey değildir. Allah açısından sebep-müsebbip  şeklinde bir ikilem asla söz konusu olamaz. Sebep de müsebbip de Allah'tır. Soruna izafi olarak varlıklar açısından yaklaşıldığında karşımıza bir sebep-sonuç ilişkisi çıkmaktadır. Ne var ki, bu ilişki, bazıları tarafından mutlaklaştırılıp âdeta Allah'ın ilâh ve rab olarak yerini almaktadır ki, bugün batının ve bazı müslümanların bilmeden vardıkları büyük yanılgı burasıdır; yani sebepleri putlaştırmak. Sözgelimi deprem olayında, sarsıntının maddî sebeplerini putlaştırarak depremin oluşumunu Allah adını hiç anmadan yorumlamak, sebepler ve tabiat kanunlarını rab kabul etmektir.

Allah'ı sadece ilk yaratıcı veya ilk hareket ettirici olarak görmek, O'nu evrenden çekip çıkarmak, sonuçta O'nun rablığını inkâr etmek demektir. Oysa Kur'an'ın ısrarla vurguladığı gibi, Allah, evreni ve içindeki bütün varlıkları "kudret elinde" tutmakta olup, dilediği biçimde yönetmektedir. Doğuda da, batıda da, yerde de gökte de idare yalnızca Allah'a aitttir. Her şey O'nun irâdesi, hükmü ve bilgisi altındadır. Hiçbir varlık, kendiliğinden bir hareket, yaşama ve davranma gücüne sahip değildir. Besleyen, büyüten, yediren, rızıklandıran, üreten, öldüren, dirilten hep O'dur.  O âlemlerin rabbıdır.                                                                 

İnsana, yeryüzünde hiçbir varlığa verilmeyen üç önemli özellik verilmiştir: İrâde, konuşma ve bilgi. Allah'ın ilmi, irâdesi ve kelâmı mutlakken ve insan dahil her şeyi kuşatmışken; insanın ilim, irâde ve kelâmı izafîdir, Allah'ınkilere tabi olmak zorundadır. Çünkü o yeryüzünde halife olarak vardır. Allah'ın irâdesi çerçevesinde dileyecek, O'nun ilminden bilgisini alacak ve O'nun kelâmı çerçevesinde davranacaktır. Ama, eğer insan Allah'ın ilâh olduğunu kabul etmezse, bu kez kendi dileme ve bilgisini mutlaklaştırır ve sonunda dilediği biçimde eylemde bulunur. Yeryüzünde dilediği biçimde tasarruf etmeye kalkar, iradesini kendi arzuları doğrultusunda kullanır. İşte bu da, Allah'ın rablığını kabul etmemek, O'na bu noktada ortak koşmak demek olur.

Demek ki, rabb olarak Allah evrende mutlak tasarruf sahibidir. Yaratıklar arasında yalnızca insan teşrîî alanda bu rablığa karşı çıkabilir.  Yeryüzündeki tasarrufunu Allah'ın değil; kendi irâdesi doğrultusunda yapmaya kalkışabilir. Dünyadaki hayatı, istediği biçimde yönlendirmeye kalkar. Bunun için, Allah'ın kurallarına rağmen kendinden kurallar koyar. Böylece insan, kendi arzularını ilâhlaştırmış olur. Arzularının doğrultusunda yeryüzüne şekil vermeğe kalkınca da yeryüzünde rableşmiş olur. Bunun sonucunda, böylesi insanlara isteyerek itaat edenler de, Allah'ı değil; bu insanları rab kabul etmiş olurlar.

Kur'an, Allah'ın mutlak rab olduğunu belirtirken, bazı insanların bilginlerini, râhiplerini, hahamlarını, büyük kabul ettikleri birtakım kimseleri, yöneticilerini rab edindiklerini, yani onların kendi hevâlarından uydurdukları ve hayatı düzenleyici kurallara bağlı kaldıklarını da vurgular. Sözgelimi, Hz. Mûsâ, Allah'ın mutlak anlamda rab olduğunu ilân ederken, Fir'avn, kavmine karşı, "en büyük rabbınız benim" (79/Nâziât, 24) diye seslenir. Yine Kur'an, insanları, birbirlerini rablar edinmeyi bırakıp, yalnızca Allah'ı rab edinmeğe çağırır (9/Tevbe, 31; 3/Âl-i İmrân, 64).

Kur'an'da rab ve melik sıfatları, insanla ilgili kullanıldığında ilâh kavramından önce gelmektedir. "De ki, sığınırım insanların Rabbına, insanların melikine, insanların ilâhına" (114/Nâs, 1-3) Bunun nedeni oldukça basittir. İnsanların birinci derecede Allah'ın yolundan ayrılmalarının nedeni rablık ve melikliği kendilerine özgü kılma, yani Allah'ı  yeryüzünden kaldırma sevdalarıdır. Eğer, Allah rab ve melik olarak insanların hayatına müdâhale etmeyecek olursa, bu durumda rablık ve meliklik; güçlü, kurnaz ve zengin insanların eline geçecek, bunlar da diğer insanlar üzerinde kolaylıkla rab ve melik olabileceklerdir. İnsan, arzularına, tutkularına kurban olmakta, arzularını dilediği gibi tatmin etmek ve dolayısıyla yeryüzüne ve yeryüzündeki gelir kaynaklarına dilediği ölçüde sahip olmak istemekte, bu da kendiliğinden daha başka insanlar üzerinde tasarruf sahibi olmayı gerektirmektedir. İşte rablık iddia eden egemen güçlerin zorbalık ve zulümleri, bu anlayıştan kaynaklanmaktadır. İnsanlar, Allah'tan başka kimseyi rab kabul etmezlerse, zulüm en büyük desteğini de yitirmiş olacaktır.[108]

Rab kelimesi, kapsamının geniş olması ve insanlık hayatındaki fonksiyonu yönünden çok önem ifade eden Kur’ânî bir kavramdır. Özellikle, insanların çeşitli rablere kul olduğu günümüzde; İslam'ın pratiği açısından taşıdığı önem daha da büyüktür.

Günümüz insanlığının rab anlayışını, onların inançlarında ve pratik hayatlarında çok açık bir şekilde görmek mümkündür. Gerek inanç ve gerekse düşünce yönünden, Allah'a tek rab olarak inanılmadıkça, amelî hayatta, yani pratikte O'nun dinine uymak da mümkün olamaz. Dinin ilk şartı, Allah'a, O'nun emirlerine teslim ve tâbi olmaktır. Allah'a rağmen Allah'tan başkalarının koyduğu gayr-ı meşrû hükümlerine seve seve uyanların, "Allah'ın rablığına ve ilâhlığına inandık" demeleri kendilerini kurtarmaz.  Çünkü İslâm; rab olarak sadece Allah'a inandıktan ve O'na karşı kulluk vecîbelerini yerine getirdikten sonra, O'nun koyduğu hüküm ve kurallara uyulmasını da ister. Bunun için insanlar, Allah'ın kesin olarak bildirdiği hükümleri bırakıp, ilâhî emirlere ters olarak başkalarının ortaya koyduğu ilke ve hükümlere isteyerek uymaları halinde, her ne kadar iddiaları Allah'a iman olsa da, bu imanları geçerli olamaz.    

Günümüz İnsanının Çeşitli Rabları

Günümüzde, insanların, vicdanlarında inanıp kabul ettikleri rabla, yaşantılarında, hükümlerine teslim oldukları rablar aynı değildir. Teorik olarak inandıklarını ifade ettikleri Allah'ın rablığını, vicdanlarına hapseden günümüz insanlarının pek çoğu, pratik hayatlarında Allah'tan başka rabların emirlerine ve hükümlerine teslim olmaktadırlar. Üzülerek belirtelim ki, insanların pek çoğunun mâruz kaldığı en büyük tehlike, Allah'ı günlük yaşantılarında rab kabul edemeyişleridir. Onlar, bir yandan mü'min ve müslüman olduklarını söylerlerken, diğer yandan da Allah'ın emir ve yasaklarını bir tarafa atarak çeşitli varlıkların ve rehber edindikleri önderlerinin emirlerine uyarlar. Onların koyduğu gayr-ı meşrû hükümlere gönüllü olarak itaat ederler; böylece Allah'tan başkalarını rab edinmiş olurlar. "Lâ"sı olmayan bir inanç yaygınlaştırılıyor; herşeyle, özellikle egemen tüm güçlerle ve onların rab anlayışlarıyla uzlaşan, tepkisiz, laik müslümanlık (!). Allah'a inanan, ama tâğuta itaattan ayrılmayan, Allah'a inanan ve tâğutların ilke ve hükümlerini kabul ettiğini ifade eden, hakla bâtılın karıştığı bir din!    

Kur'an'ın eski kavimleri ve peygamberleri anlattığı âyetlerinden anlaşılmaktadır ki, en eski asırlardan, kendi nüzûlü zamanına kadar, sapıklık ve inanç bozukluğu ile tanıttığı tüm toplumların, doğrudan Allah'ın varlığını inkâr etmediklerini görüyoruz. Ancak onların hepsinin müşterek sapıklıkları; Allah'ın mutlak rablığını kabul etmeyişleri, Allah'ın yaratıcı olduğuna inansalar da O'nun tek rablığına pek çok varlıkları ortak etmeleridir. Rablığın bir kısım özelliklerini Allah'tan başkalarında görmeleri, ahlâkî, sosyal ve kişisel hayatları için gerekli olan emir ve kuralları, Allah'tan başkalarından almalarıdır. Bunun için, insanların pek çoğu, ya doğrudan doğruya Allah'tan başka rablar olduğuna inanıyorlar, veya Allah'ın rablığına teorik olarak inansalar da pratik hayatlarında Allah'tan başkalarının rablığına teslim oluyorlar. İşte rab konusunda, peygamberlerin her asırda yıkmak istedikleri asıl sapıklık budur. Hükmü sadece göklere geçen; dünyaya, insanlara, yönetime, sosyal ve siyasal hayata... karışmayan bir Allah inancı. Yani göklerin rabbı. Halbuki Allah; göklerin, yerin, bütün âlemlerin rabbıdır.

Önceden hıristiyan olan Adiyy b. Hâtem, boynunda altından bir haç olduğu halde Rasûlüllah'ın huzuruna geldi. Peygamberimiz ona: "Ya Adiyy, boynundan şu putu çıkar." buyurdu. Bu sırada Rasülüllah "Yahudiler ve hıristiyanlar, haham ve râhiplerini Allah'tan başka rablar edindiler." (9/Tevbe, 31) meâlindeki âyeti okuyordu. Adiyy: "Ey Allah'ın Rasûlü, hıristiyanlar, râhiplere ibâdet etmediler ki (onları rab edinmiş olsunlar)" dedi. Peygamberimiz: "Evet ama onlar (hıristiyan râhipleri ve yahudi hahamları) Allah'ın helâl kıldığını haram; haram kıldığını da helâl saydılar. Onlar da bunlara uydular. İşte onların bu tutumları, onlara ibâdet etmeleri ve onları rab edinmeleridir."  buyurdu.

Bu hadis-i şerif açık olarak gösterir ki, herhangi birini rab edinmiş olmak için, ona rab adı vermek şart değildir. Allah'tan başkalarının emrine, Allah'ın dinine uyup uymadığı hiç hesaba katılmaksızın isteyerek itaat etmek, hükümle ilgili konularda Allah'tan başkalarının sözünü dinleyip kabullenmek, Allah'tan başkasına itaat ederek O'nun dininin emir ve hükümlerine başkasını tercih ederek muhalefet etmek, Allah'tan başkalarını rab edinmek ve onlara tapmak demektir.

Putlara, şeytanlara ve tâğutlara tapmak nasıl şirk ise; Allah'ın emrine, Hakk'ın hükmüne uymayan kişilerin ortaya attıkları görüşleri benimsemek ve onları Allah'a tercih edip onlara uymak da öylece bir şirktir. Bu durum, onlara kulluk mertebesinden fazla değer vermek, Allah'ın ilâhî hükümlerine uymayan görüş ve fikirlerini benimsemek olduğu için, hem bir çeşit şirk, hem de Allah'ı bırakıp onları rab edinmektir. Onlara her ne kadar dil ile rab denilmese de durum, onları rab tanımanın ta kendisidir.

Onların sözlerine itaat edip, Allah'ın emirlerini terk etmenin puta ve tâğuta tapmakla aynı olmasının sebebi ise açıktır. Çünkü gerçek âlim, Hakk'ın kulu ve ilâhî hükümlerin mahkûmu olan kişidir. Hakkı bâtıl, batılı da hak yapmaya çalışıp, insanlara helâlı haram, haramı da helâl tanıtarak Allah'ın hükümlerini değiştirmeye çalışanlar, ilmî haysiyetten uzak birer tâğutturlar. Bunlara uymak da onları rab kabul etmektir. Çünkü bu duruma düşenler, Allah'ın hükmüne değil de onların isteklerine uyarak onlara Allah'a tapar gibi tapmış olanlardır.

Günümüzde de insanların hayatına hâkim pek çok rab kabul edilenler var. Her insan, hangi rabbin kulu olduğunu kendisi tayin edebilir. Ancak, bunu yaparken, kimin mülkünde yaşadığını, hangi rabba kulluk etmesi gerektiğini iyice düşünmelidir. Şu iyi bilinmelidir ki, inanılan ve hayatın her safhasında emrine uyulan tek rab Allah olmadıkça O'na kullukta bulunulmuş olunamaz.  Peygamberimiz'in: "Rabbım Allah de ve bu sözünde dosdoğru ol"  anlamındaki mübarek sözü, Kur'an'daki rab kavramının ve O'na kulluğun en veciz ifadesidir.

Kabirde sorulacak insanlara: "Rabbın kim?" Dünyada rab anlayışı ve bu konudaki davranış ve eylemlerine göre cevap çıkacak o insandan. "Rabbım filandır" diyecek insan. Dil, irâdemizin emrinden çıkacak orada. Dünyada kimi rab kabul etti veya eylemleriyle bu görüntüyü verdiyse, onu söyleyecek dil. Orada "Rabbım Allah'tır" diyebilmek için, burada "Rabbım Allah'tır" deyip bu sözünü yaşantı olarak isbatlamak gerekiyor. Evet, kurtuluşun tek reçetesi: “Rabbım Allah” deyip dosdoğru olmak...

Rab Konusunda Sahih İtikad

Âyet ve hadisler, evrende olup bitenlerin gelişi güzel ve tesadüfen olmadığını, aksine her şeyin, başlangıçtan itibaren sonuna kadar ilâhî bir irâdenin eseri olduğunu açıkça ortaya koyar. Beliren bu hakikatten sonra Allah'ın rablığı konusunda varılabilecek sonuçları şöyle sıralamak mümkündür:

Allah, âlemlerin rabbıdır. Her varlığın geçek sahibi Allah'tır. Varlıkların tümünü yaratan, eğiten, geliştiren, besleyen yegâne rabb Allah'tır. Allah'tan başka ma'bud kabul edilecek hiçbir varlık olamaz. Sevilerek kendisine ibâdet ve itaat edilecek tek rab ve ma'bud ancak Allah'tır. Rubûbiyet ve ülûhiyet sadece O'nun hakkıdır. İnsanlığın ilerlemesi ve medenîleşmesi, Rabbını tanımasıyla mümkündür. Allah'ı tek ve gerçek rab olarak tanımak; O'nun emir ve hükümlerine göre yürümek, Allah'a güvenerek başkalarının arzusunu O'nun emrinden üstün görmemek, O'nun hükümlerine uymayan her düşüncenin ve her işin bâtıl olduğuna inanmak demektir. Allah'ın yegâne rab olduğuna inanmak;  her işi yönetip tanzim edenin, yine her şeye sonsuz kudretiyle gâlip olanın ancak Allah olduğunu kabul etmek demektir.

Allah'a hiçbir şeyi ortak koşmamak, Allah'tan başka hiçbir rabba kul olmamak, her işi Allah için yapmak, O'nun emirlerini yerine getirip yasaklarından kaçınmak, “Allah'tan başka hiçbir ilâh yoktur” ilkesi üzerinde ölünceye kadar sâbit kalmak, Allah'a itaatta dosdoğru yaşayıp hilekârlığa sapmamak, Allah'a tek rab olarak inanmak ve bunda doğru olmak demektir. "Rabbımız Allah deyip sonra dosdoğru olanların üzerine melekler iner; Korkmayın, üzülmeyin. Size söz verilen cennetle sevinin. Biz dünya hayatında da âhiret hayatında da sizin dostlarınızız. Orada size canlarınızın çektiği her şey var. Orada size istediğiniz her şey var (derler)."  (41/Fussılet, 30-31)[109]  

Tüm yaratıkları yönlendiren, ihtiyaçlarını karşılayan, âlemlerin rabbı Allah olduğu gibi; beşere Cenneti gösteren, onu terbiye eden de Allah’tır. Cehennemi gösteren ve ondan sakındırıp korkutan, Peygamberimiz’i gösteren ve O’na bağlanmayı teşvik eden de Rabbımızdır. Kur’an hakikatlarını gösterip insanın gözünü gönlünü açan, Kur’an’da kâinatı dile getiren, evreni anlatıp insanın karşısına apaçık gerçekleri ayan beyan seren, tek rab Allah’tır.

Varlığa gelen, vücuda eren bütün mahlûkatı terbiye eden Allah’tır. Ve her varlık, bizzat Cenâb-ı Hak tarafından kendi fıtrat hudutları içerisinde terbiye edilmektedir. Terbiye sınırlarının dışına çıkmış hiçbir varlık gösterilemez. Bu evrensel terbiyenin tek sahibi Rabbu’l âlemîn olan Allah’tır. İnsanı da terbiye eden O’dur. Hidâyet ve dalâlet yolunu göstermek ve gönderdiği peygamberleri, dünya ve âhiret hayatının lider ve önderleri kılmakla Cenâb-ı Hak insanı terbiye etmektedir. Ve yine, bir nebî ile bir bedevîyi, yetenekleri ölçülerine göre terbiye etmektedir.

Beşer, ancak O’nun terbiyesi ile gerçek olgunluğa ulaşabilir, insan-ı kâmil olabilir. Bunun en sağlam yolu ise, Kur’an’ı rehber edinmektir. Terbiye, her varlığın kendi sınırları içinde tekâmül etmesi demektir. Onları kemâle erdiren ise, Rab olan Allah’tır.[110] 

İnsana yakışan, bütün evrenin ve kendisinin yaratıcısı, sahibi, rızık vericisi, yetiştiricisi olan Allah’ı tek rab kabul edip O’na ibâdet ve itaat etmektir. 

Rab Kavramıyla İlgili Âyet-i Kerimelerden Bazıları

 

a-                                      Herşeyin Rabbı (Terbiye Eden, Besleyen, Rızık Veren) Allah'tır:  Fatiha, 1 ; Bakara, 22, 126, 131 ; Al-i İmran, 37 ; En'am, 164 ; Yunus, 31-32 ; Yusuf, 100 ; İbrahim, 37 ; Nahl, 53-54 ; İsra, 30, 66 ; Ta-ha, 49-50 ; Şuara, 77-83.

b-                                     Rabb, Her şeye Gerçek Anlamda Sahip ve Maliktir: Bakara, 139, 258, 286 ; Nisa, 17 ; A'raf, 155 ; Tevbe, 129 ; Hud, 107.

c-                                      Rabb, Kendisine Kulluk Edilecek Yegane Varlıktır: Bakara, 21, 112, 127, 128 ; Al-i İmran, 64, 79, 80 ; Maide, 72 ; En'am, 106 ; A'raf, 3 ; Yusuf, 23, 41, 42 ; Nahl, 86 ; İsra, 23 ; Kehf, 110 ; Meryem, 34 ; Fecr, 15-16.

d-                                     Rabb, İnsanları Huzurunda Toplayacaktır: Al-i İmran, 9 ; En'am, 30, 51 ; Secde, 10, 11, 12 ; Sebe', 26 ; Mutaffifin, 6 ; İnfitar, 6 ; İnşikak, 6.

e-                                      Rabb, İlahi Nizamıyla İnsanları Gerçeğe Ulaştırır: Bakara, 37, 129 ; Al-i İmran, 8.

f-                                       Yalnız Rabbımıza İtaat Edilmelidir: En'am, 114, 115 ; A'raf, 33 ; Tevbe, 31.

g-                                     Rabbımız, Her şeyi Yaratan ve Yöneten Allah'tır: Al-i İmran, 191 ; Nisa, 1 ; En'am, 133 ; A'raf, 54 ; Yunus, 3, 39 ; Yusuf, 101 ; Ra'd, 16 ; Hicr, 86 ; Kehf, 14, 36-38 ; Enbiya, 56 ; Faatır, 13 ; Saad, 66 ; Mü'min, 64 ; Alak, 1-5 ; Adiyat, 6.            

Konuyla İlgili Bazı Hadis-i Şerif Kaynakları

Buhari, Itk 17 

Müslim, Elfaz 13, 14, 15 

Ebu Davud, Edeb 83, 84.

Kütüb-i Sitte, Tercüme: İbrahim Canan, Akçağ Yay. c. 12 s. 8-11

 

 

 

ABD

 

Kul, köle, mahlûk, insan. İtaat etmek, boyun eğmek, tevâzu göstermek, daha açık bir ifade ile kişinin bir kimseye, ona isyan etmeden ve ondan yüz çevirmeksizin itaat etmesidir. Abd kelimesinin masdarı olan ubudiyyet (kulluk etmek) insanın sıfatıdır. Sâmî menşeli olduğu için; İbrânîce'de ve diğer akraba dillerde de görülen Abd kelimesi, Arapça'da bazı hususiyetler ifade etmektedir. insanın yaratılış hikmetinin Allah'u Teâlâ (c.c.)'ya kulluğa dayandığı kat'i nasslarla sabittir.

"Bana karşı imtihan ettiğin -başıma kaktığın- ganimet, İsrailoğullarını kendine kul -köle- edindiğin için." (eş-Şuarâ: 26/22) ifâdesindeki meâl, Musa (a.s.)'ın Firavuna cevabında olduğu gibi "kul", "köle" edindin demektir.

Abd kelimesinin masdarı olan ubûdiyet ve kulluk, insanın; rubûbiyet ise Allah'ın sıfatıdır. Zaman zaman müstekbir ve mütekebbir insanlar, ilâhlık taslayarak Allah'a ait vasıfların kendilerinde de bulunduğunu iddia ederler. Bilhassa hüküm vermede ve kanun yapmada bu durum kendini açıkça belli eder. Cenâb-ı Hak ise bu durum karşısında bütün insanların kul olduğunu, hüküm koymanın yalnız Allah'a ait bulunduğunu, bir insanın Allah'ın hükümlerine bağlı kalarak mükemmel bir kul ve insan olacağı üzerinde Kur'ân'da ısrarla durmuştur.

Kur'ân-ı Kerim'de: "Cinleri ve insanları, bana ibadet etmeleri için yarattım." (ez-Zâriyât: 51/56) hükmü beyan buyurulmuştur. Bütün peygamberler abd olduklarını övünerek söylemişlerdir. Hristiyanlar tarafından ilâh olduğu ileri sürülen Hz. İsa (a.s.) bu iddiayı kesinlikle reddederek Kur'ân-ı Kerim'in tabiriyle şöyle der: "Ben Allah'ın bir kuluyum." (Meryem: 19/30). Hz. Davud (a.s.) için "O ne güzel bir kuldu." (Sâd: 38/30) diye buyrulurken Hz. Eyyüb (a.s.) hakkında da sabrından dolayı şöyle ifade edilmektedir: "Gerçekten biz onu sabırlı bulmuştuk. O ne güzel kuldu." (Sâd: 38/44). Kur'ân-ı Kerim'de birçok isim ve sıfatla anılan Hz. Peygamber (s.a.s.) için en şerefli isim olarak "abd" tabiri kullanılmaktadır. Cenâb-ı Allah'a en yakın bulunduğu Mîrac gecesinde kendisinden "abd" diye sözedilmektedir.[111]

Rasûlullah (s.a.s.)'in "abd" yönü ve özelliği rasûl sıfatından daha üstündür. Zira kul olma yönüyle Hakk'a ubûdiyet özelliğini yansıtır; rasûl yönüyle ise insanlara tebliğ özelliğini ifade eder. Allah'a yönelik kul olma özelliği, halka yönelik rasûl özelliğinden daha önemli ve daha üstündür. Bundan dolayı da Kelime-i Şehâdet ve Kelime-i Tevhid'de önce abd (kul) sıfatı sonra rasûl sıfatı zikredilmektedir. Aynı şekilde Cenâb-ı Hakk Kur'ân-ı Kerim'de "Allah Kur'ân'ı kuluna indirdi." (el-Kehf: 18/1) âyetiyle peygamberlik görevinden söz ederken Rasûlullah'tan "kul" diye söz etmektedir.

Hz. Âdem (a.s.)'den itibaren bütün peygamberler insanları, Allah'u Teâlâ (c.c.)'ya ibadet etmeye davet etmişlerdir. Nitekim Kur'ân-ı Kerim'de "Andolsun ki biz her kavme: -Allah'a ibadet edin, tâğuta kulluk etmekten kaçının diye- (tebligat yapması için) bir peygamber göndermişizdir." (en-Nahl: 16/36) buyurulmaktadır. Bilindiği gibi tâğut; Allah'u Teâlâ (c.c.)'nın indirdiği hükümlere karşı ayaklanan (tuğyan eden) her güce verilen bir isimdir. Bunun insan olması, şeytan olması, put olması veya bir ideoloji olması, mahiyetini değiştirmez. Nitekim: "İman edenler, Allah yolunda cihad ederler; küfredenler de (kâfirler) tâğut yolunda savaşırlar." (en-Nisâ: 4/76) âyet-i kerimesi insanların, ya Allah'a iman edip O'nun dini için cihad edeceklerini, ya da küfredip (kâfir olup) tâğut yolunda savaşacağını sarih olarak ortaya koymuştur. Bu iki hâlin dışında, üçüncü bir hâlden söz etmek mümkün değildir. Bu mücadelenin ortaya çıkardığı hukûkî bir durum "abd" kavramı ile alâkalıdır. Şöyle ki; abd kelimesi, köle mânâsına da kullanılmıştır.[112] Şimdi bu mâhiyet üzerinde kısaca duralım.

Ruhlar âleminde iken Allah'u Teâlâ (c.c.) bütün insanlardan "mîsak" almıştır. Bu bir anlamda Allah'u Teâlâ (c.c.) ile insanlar arasında tahakkuk eden mânevî bir mukaveledir. Her mü'min "Ne zamandan beri müslümansın?" suâline; "Kâlû Belâ'dan beri" diyerek, bu manevî mukâveleyi ikrar eder. Kur'ân-ı Kerim'de; Allah (c.c.)'ın "emâneti" göklere, dağlara ve yeryüzüne teklif ettiğini, onların bu emanetin ağırlığı karşısında endişeye düştükleri, insanın ise kendi iradesiyle yüklendiği bildirilmiştir.[113] Emânet; Allah'u Teâlâ (c.c.)'nın tekliflerinin tamamına verilen isimdir. Ruhlar âleminde gerçekleşen mîsak ve yüklenilen emânet sebebiyle; insan, yeryüzünde Allah (c.c.)'ın halîfesi hükmündedir. Rasûl-i Ekrem (s.a.s.)'in: "Her doğan çocuk, İslâm fıtratı üzerine doğar." müjdesi sarihtir. İnsan; dünyaya geldikten sonra mîsakı unutur, emânete ihanet eder ve İslâm'a karşı savaşırsa "kölelik" (abd, rakik, memlûk, cariye vs...) gündeme girer. Nitekim Molla Hüsrev: "Kölelik; tevhid akîdesinden yüz çevirmenin cezası olarak, Allah'u Teâlâ (c.c.)'nın takdir ettiği bir hakirliktir.”[114] diyerek, meselenin içeriğine işaret etmiştir. İbn Âbidîn'de bu konuyla ilgili olarak şu hükümlere yer verilmiştir: "Bulunan çocuk (lâkit) bütün hükümlerde hürdür. Hattâ kazf (zina isnadı iftirası) edene, had vurulur. Çünkü âdemoğlu için asıl olan hürriyettir. Zira insanlar müslümanların en hayırlıları olan, Hz. Adem ile Hz. Havva'nın çocuklarıdırlar. Bazı insanlardaki kölelik hâli ise, daha sonra ortaya çıkan küfür sebebiyle meydana gelmiştir." Dikkat edilirse köleliğin tahakkuku, ruhlar âleminde gerçekleşen mîsakı reddetmek ve emânete ihanet ederek İslâm'a karşı savaşmakla ilgilidir. Müsteşriklerin (veya onları taklid eden kimselerin) iddia ettikleri gibi kaba kuvvetle alâkası yoktur. Rasûlullah (s.a.s.)'ın hür bir insanı, kuvvet kullanarak kendisine hizmetçi yapanın namazının asla kabul edilmeyeceğini ve kıyâmet gününde onun karşısında olacağını ifade ettiği bilinmektedir.[115] Dolayısıyla bir İslâm beldesi kâfirlerin istilâsına uğrarsa, o beldedeki müslümanlar "esir" olabilirler, ancak kat'iyyen "köle" olamazlar.

Râgıp el-İsfahânî; "abd" kavramının Kur'ân-ı Kerim'de dört ayrı mahiyeti ifade için kullanıldığını kaydeder. Bunlar:

1) Hukûkî açıdan köle mânâsına: el-Bakara Sûresi'nin 221. âyetinde olduğu gibi.

2) Yaratılması bakımından abd: Bu mâhiyette, sadece Allah'u Teâlâ (c.c.)ya nisbet edilerek kullanılır. Nitekim Rasûl-ü Ekrem (s.a.s.): "Hiç biriniz (elinizin) emrinizin altında bulunanlara kulum demesin. Çünkü hepiniz Allah'u Teâlâ (c.c.)'nın kullarısınız" diyerek bu mahiyete işaret etmiştir.

3) Allah'a kulluk yapması açısından abd: İster hür, ister köle olsun şer'î hududlara riâyet eden kimse.

4) Dünyaya ve dünya servetine kul haline gelen abd: Rasûl-i Ekrem (s.a.s.)'in: "Kahrolsun altına, gümüşe ve lükse kul olan insan"[116] diye zemmettiği kimseler.

Kelime-i Şehâdet getirirken; bütün ilâhları reddettiğimizi, sadece Allah'u Teâlâ (c.c.)'ya iman ettiğimizi, Peygamber Efendimizin (s.a.s.) önce "abd" (kul), sonra "rasûl" olduğunu ikrar ve tasdik ediyoruz. Dikkat edilirse, kelime-i şehâdette geçen kavramlardan birisi de "abd" kavramıdır. İnsanın sıfatı; Allah'u Teâlâ (c.c.)'ya kul olmasıdır: Eğer bu sıfat kaybedilirse, tâğut'un esiri haline gelme tehlikesi mevcuttur. Allah'u Teâlâ (c.c.)'ya kulluk eden kimseye "hür insan", tâğuta kulluk edene de "köle" denilir. Bu mahiyet asla unutulmamalıdır. Hz. Âdem (a.s.)'den beri devam eden mücadelenin mahiyeti "abd" kavramı ile izah edilebilir. Zira bütün peygamberler insanları "Allah'a kulluk (ibadet) edin, tâğût'a kulluk etmekten kaçının" diyerek uyarmışlardır. Günümüzde "Hâkimiyet kayıtsız ve şartsız insanındır" sloganının arkasına gizlenen tâğûtî güçler kuvvet kullanarak, müslümanları esir etmek arzusundadırlar. Bu büyük tehlike karşısında; ihlâsla Allah'u Teâlâ (c.c.)'ya kulluk eden mü'minlerin, cihâd ibadetini ihya etmeleri zarûrîdir. Gerçek mânâda ubûdiyyet (kulluk); İslâm'ın temel hedeflerini gerçekleştirmek için ihlâsla ve sabırla gayret sarfetmektir.[117]

 

ÂBİD

 

İbâdete düşkün, çok ibâdet eden kimse. Çoğulu ubbâd, âbidîn ve âbidûn'dir.

Kur'ân'da tekil ve çoğul hâliyle, toplam oniki yerde geçer. Bir âyet-i kerime şöyledir: "Ey Muhammed, Allah'a tevbe eden, ibâdete düşkün (âbidleri), ona hamdeden, onun, yolunda (dinini yaymak için seyahat eden)... Müminleri müjdele!" (et-Tevbe: 9/112). Âbid kelimesi hadis-i şeriflerde de "ibâdete düşkün" anlamını ifâde eder. Ancak hadislerde ilimsiz ibâdet düşkünlüğü ile ahlâkî olgunluğa ulaşmamış bir âbidliğin değerinin olmadığı anlatılır: "Âlim kişinin, (âlim olmayan) âbid üzerine üstünlüğü, ayın yıldızlara olan üstünlüğü gibidir. Ya da benim, sahâbilerimden en aşağı seviyede bulunana üstünlüğüm gibidir."[118] "Cömerd fakat câhil olan kişi, âbid fakat cimri olan kimseye nazaran Allah nezdinde daha makbûldur."[119]

Hz. Peygamber ve hulefâ-i râşidin devrinden sonra İslâm devletinin sınırlarının genişleyerek müslümanların büyük bir servete sahip olması, devlet idarecileriyle halkın zenginlerinden bir kısmının dünya malına fazlaca rağbet etmeleri, samimi müslümanların tepkisini doğurdu. Hz. Peygamber ve ashâbının sade ve gösterişsiz, yaşantısına özlem duyan bazı insanlar, dünyaya değer vermeden, halkın arasından uzaklaşarak kendilerini Hakk'a ibâdete verdiler. Halkın büyük bir bölümünün lüks ve refah peşinde koştuğu bir dönemde böyle bir hayatı tercih ederek kendilerini ibâdete verenlere bir ayrıcalık olmak üzere "âbid", "zâhid"  ve "nâsik" gibi adlar verildi. İlk Âbidler diyebileceğimiz bu kişilerin çoğu, ilim ve amelle meşgul kimselerdi. Şu kadar var ki, âbid kelimesi tasavvuf literatüründe pek kullanılmamış ve tasavvuf lügatlerine girmemiştir. Tasavvufta âbid yerine daha çok ârif ve âşık terimleri benimsenmiştir. İlk mutasavvıflardan Bâyezid-i Bistâmî "Abîd hâl ile ibâdet eden, vâsıl-ârif ise içinde bulunduğu hâl ibâdet olan kimsedir" der.[120] İbnu'l-Cellâ, "Zâhid; övme ve yerme, nazarında eşit olana, âbid; farzları ilk vaktinde kılana, muvahhid; her şeyi Allah'tan bilene denir" diyerek âbid, zâhid ve muvahhid arasındaki nüansı ifâde etmektedir.[121]

 

MİSAK

 

Sağlam olma, işi sağlam tutma, güçlendirme, emniyet etme, sözleşme, anlaşma ve bir şeyi bağlayacak ip; Allah'a, Rasulüne ve insanlara verilen sözü, yapılan her türlü anlaşmaları ifade eden bir terim. Misak; ahd, akd, and gibi kelimelerle eş anlamlıdır. Fakat terim olarak kullanım yerleri bakımından bir takım farklılıklar gösterir.

Kur'an'da misak, bazan genel bir sözleşmeye, bazan da özel bir sözleşmeye işaret eder. Nitekim "Rabb'in, Adem oğullarından, onların bellerinden zürriyetlerini almış ve; "Ben sizin Rabb'iniz değil miyim?" diye onları kendilerine şahit tutmuştu. (Onlar) "Evet, (buna) şahidiz dediler. Kıyamet günü "Biz bundan habersizdik!" demeyesiniz." (el-A'raf: 7/172) âyetinde misak, genel bir sözleşmeyi dile getirir.

Fakat, yukardaki âyette dile getirilen misakın mahiyeti hakkında müfessirler çok farklı yorumlara gitmişlerdir. Bu yorumlar şöyle gruplandırılabilir: Müfessirlerden çoğunluğu oluşturan grup bu âyeti, sembolik (remzî) bir anlatım olarak kabul ederler.[122]

Bunlara göre, Kur'an, bu uslüp ile, âdeta Allah'ın uluhiyeti fikrinin, gerçekte insanın doğasına yerleştirildiğini, bunun da kavranabilir bir vakıa olarak meydana geldiğini anlatmak ister.[123]

Diğer bir grup müfessir, bu misakın fiilen meydana geldiğini kabul ederler.

Bazı müfessirler ise, bu misak, fıtrî olması ve kelâm-ı nefsiyi de içine alması itibariyle gerçek bir sözleşme gözüyle bakarlar. Dolayısıyle olayın fıtrî olması, fiili olarak olmasına engel teşkil etmez görüşündedirler.

Bütün müfessirler, bu misakı ister fıtrî, ruhî bir misak olarak isterse fiilî, kelâmî bir misak şeklinde kabul etsinler, insanlığın bu misak'la gerçek anlamda Allah'a söz vermiş ve onunla bir sözleşme yapmış olduğu hususunda söz birliği içindedirler. [124]

"Peki Allah hakkında gerçekten başkasını söylememeleri hususunda kendilerinden Kitap misakı alınmamış mıydı?" (el-A'raf: 7/169) âyetinde ise misak kelimesi özel bir sözleşmeyi dile getirmektedir.

Allah, misakını bozanları şiddetle kınar, onların cezalandırılacaklarını belirtir. Bozulan misak, ister Allah ile, ister Peygamber ile, isterse insanlar ile yapılan misak olsun, bozanlar cezalandırılmayı hak ederler:

"Onlar ki, misakla bağlandıktan sonra Allah'a verdikleri ahdi bozarlar, Allah'ın bitiştirilmesini emrettiği şeyi keserler ve yeryüzünde bozgunculuk yaparlar; işte ziyana uğrayanlar onlardır." (el-Bakara: 2/27),

“Misaklarını bozdukları için onları lanetledik ve kalplerini katılaştırdık." (el-Maide: 5/13)[125]

 

EMÂNET

 

Birisinin koruması için bırakılan maddî ve manevî hak. Emniyet edilip inanılan şey. Peygamberlerde bulunan sıfatlardan biri de "emânet"tir. Kur'an'a, Sünnete ve Resulullah'ın eşyasına da "emânet" denir.

Resulullah, hicretten önce, kendisinde bulunan emânetleri sahiplerine iade etmişti. Çünkü kâfirler ona "el-emin" olarak mallarını emânet ediyorlardı. Hz. Peygamber "emânete ihânetin münâfıkların alâmetlerinden olduğunu" söylemiştir.[126] Emânet, müminlerin de vasfıdır.[127] Vedâ Haccı'nda Rasûlullah, kadınların da erkeklere birer emânet olduklarını açıklamıştır.[128] Yine Vedâ Hutbesi'nde Rasûlullah, "Size bir emânet bırakıyorum ki, ona sarıldıkça sapıklığa ve dinsizliğe düşmezsiniz. Bu emânet Allah'ın kitabı Kur'ân ve benim sünnetimdir."[129] İbn Hanbel rivâyet eder: "Emânet sahibi olmayan kişinin gerçek imânı yoktur"[130]

Allah Teâla, "emânet" kavramını Kur'an-ı Kerîm'de çok geniş bir anlamda zikretmiştir: "Biz, emâneti göklere, yere ve dağlara sunduk da onu yüklenmekten kaçındılar; onu insan yüklendi; çünkü o çok zâlim çok câhildir..." (el-Ahzâb: 33/72). Bu genel anlamlandırmadan sonra, "Emanetleri ehline vermemizi, insanlar arasında hükmettiğimiz zaman adâletle hükmetmemizi emreder." (en-Nisâ: 4/58). Rasûlullah'ın şu buyruğu da emânete riâyetin yozlaşması durumunda neler olacağını açıklamaktadır: "Emânet kaybedildiği zaman yani -işler ehli olmayanlara verildiği zaman- kıyâmeti bekle."[131]

İsrailoğulları bu yüzden çökmüş ve sapmışlardı. Beceriksiz, sorumsuz, ahlâksız, adâletsiz kimselere yetki vermişlerdi. Halbuki İslâmî harekette, her işte en ehil kişilerin yeraldığı "Ulu'l-emr"e itâat sözkonusudur.

Geniş anlamıyla, "Allah'ın tekliflerinin tamamına" emânet denilmiştir.[132] Usûl-i fıkıhta, Allah'ın insanlâra yüklediği bütün mükellefiyetlere emânet denilmiştir.[133] Eşref-i mahlûkat, Allah'ın yeryüzündeki halifesi olarak tanımlanan insan; Allah'ın öğüdü ve rehberi olan Kur'an-ı Kerîm ile ruhlar âleminde verdiği 'misâk'ı aldığı emâneti yerine getirmeye çalışmakla mükelleftir. Bu manada, herhangi bir şekilde kendisine emânet edilmiş bir malı korumamak nasıl hâinlik olmaktaysa; daha geniş kapsamlı olarak Kur'ân ve Sünnet emânetini sahiplenmemek, İslâm'a yönelmemek ve İslâmî ilkeleri yaşamamak, yaşatmayı unutturmak veya engellemek de emânet ve emânet ilkelerine uymamak demektir.[134]

 

İSRÂ

 

Gece yürüyüşü, geceleyin yaya veya binekli olarak yapılan yürüyüş. Istılahta; Hz. Peygamber (s.a.s)'in gece Burak isimli bir binitle Mekke'den Kudüs'teki Beyt-i Makdis'e götürülmesi hadisesidir. Buradan Hz. Peygamber Mi'raca çıkmıştır.

İsrâ hadisesi Kur'an ile sabit olduğu için bu hadisenin inkârı mümkün değildir. Kur'an-ı Kerîm'de bu olay şöyle anlatılmıştır: "Kulu (Muhammed)'i geceleyin, Mescid-i Haram'dan çevresini mübarek kıldığımız Mescid-i Aksâ'ya ayetlerini göstermek için götüren Allah noksan sıfatlardan münezzehtir. Şüphesiz ki O, Semî'dir, Basir'dir." (el-İsrâ: 17/1). Ayet-i Kerimenin ifadesine göre isrâ hadisesi ruhanî bir hadise değildir. Hz. Peygamber bedeni ile birlikte Beyt-i Makdis'e götürülmüştür. İsrâ'dan sonraki safhanın, yani mi'rac hadisesinin yalnızca ruhanî olduğunu bazı âlimler söylemişlerdir.

Ayet-i Kerimedeki "ayetlerini göstermek için" ifadesi "O (s.a.s)'i ayetlerimizden olarak gösterelim diye" şeklinde tefsir etmişlerdir. Bu takdirde İsrâ hadisesi Hz. Peygamber'e bazı ilahî ayetler göstermek için değil; O'nu bir ayet olarak semâ ehline ve kâinata göstermek için yapılmıştır.

Bazı tefsirciler isrâ ve mi'rac hadisesini fiziki örneklerle, aklın anlayışına yaklaştırmaya çalışmışlardır. Fakat doğrudan doğruya ilahî bir ayet olan İsrâ'nın aklîleştirilmesi mümkün değildir. Tabiî bir tasavvur emsâl ile tasavvur demektir. Halbuki benzeri görülmemiş bir olayı benzeri ile tasavvura kalkışmak tezat olur. O ancak müşahede ve haber ile bilinir.[135] İsrâ hadisesinin, önemli bir diğer boyutu da, bu olaydan sonra Kudüs ve Mescidi Aksanın İslâm ümmetinin gözündeki öneminin daha da artmış olmasıdır.[136]

 

MİRAC

 

Arapça'da merdiven, yukarı çıkmak, yükselmek anlamlarını dile getirir. İslam'da Hz. Peygamber (s.a.s)' in göğe yükselerek Allah'ın huzuruna kabul edilmesi olayı. Mirac olayı hicretten bir yıl ya da onyedi ay önce Receb ayının yirmi yedinci gecesi gerçekleşir. Olayın iki aşaması vardır. Birinci aşamada Hz. Peygamber (s.a.s) Mescidül-Haram'dan Beytü'l-Makdis'e (Kudüs) götürülür. Kur'an'ın andığı bu aşama, gece yürüyüşü anlamında isra adını alır. İkinci aşamayı ise Hz. Peygamber (s.a.s)'in Beytü'l-Makdis'ten Allah'a yükselişi oluşturur. Mirac olarak anılan bu yükselme olayı Kur'an'da anılmaz, ama çok sayıdaki hadis ayrıntılı biçimde anlatılır.

Hadislerde verilen bilgiye göre Hz. Peygamber (s.a.s), Kâbe'de Hatim'de ya da amcasının kızı Ümmühani binti Ebi Talib'in evinde yatarken Cebrail gelip göğsünü yardı, kalbini Zemzem ile yıkadıktan sonra içine iman ve hikmet doldurdu. Burak adlı bineğe bindirilerek Beytü'l-Makdis'e getirildi. Burada Hz. İbrahim, Hz. Musa, Hz. İsa ve diğer bazı peygamberler tarafından karşılandı. Hz. Peygamber (s.a.s) imam olarak diğer peygamberlere namaz kıldırdı.

Hz. Peygamber (s.a.s), Beytü'l-Makdis'te kurulan bir Mirac'la ve yanında Cebrail olduğu halde göğe yükselmeye başladı. Göğün birinci katında Hz. Adem, ikinci katında Hz. İsa ve Yahya, üçüncü katında Hz. Yusuf, dördüncü katında Hz. İdris, beşinci katında Hz. Harun, altıncı katında Hz. Musa ve yedinci katında Hz. İbrahim ile görüştü. Cebrail ile birlikte yükseliş Sidretü'l-Münteha'ya kadar sürdü. Cebrail, "Buradan bir parmak ucu ileri geçecek olursam yanarım" diyerek Sidretü'l Münteha'da kaldı. Hz. Peygamber (s.a.s) buradan itibaren Refref adlı başka bir binekle yükselişini sürdürdü. Bu yükseliş sırasında Cennet ve nimetlerini, Cehennem ve azabını müşahede etti. Sonunda Allah'ın huzuruna kabul edildi. Kendisine ümmetinden Allah'a şirk koşmayanların Cennet'e gireceği müjdelendi, Bakara suresinin son ayetleri verildi ve beş vakit namaz farı kılındı. Yeniden Refref ile Sidretü'l-Münteha'ya, oradan Burak'la Kudüs'e, oradan da Mekke'ye döndürüldü.

Hz. Peygamber (s.a.s) ertesi günü Mirac olayını anlattı. Olayı duyan müşrikler yoğun bir kampanya başlatarak Hz. Peygamber (s.a.s)'i suçlamaya, alaya almaya başladılar. Bu kampanya bazı müslümanları da etkileyerek şüpheye düşürdü. Olayın gerçek olup olmadığını araştırmak isteyenler Beytü'l-Makdis'e ve Mekke'ye gelmekte olan bir kervana ilişkin sorular sorarak Hz. Peygamber (s.a.s)'i sınadılar. Hz. Peygamber (s.a.s)'in verdiği bilgilerin doğruluğu müslümanları şüpheden kurtardıysa da müşriklerin inatlarını kırmaya yetmedi. Mirac olayı inatlarını ve düşmanlıklarını artırarak onlar için bir fitne nedeni oldu. Bu olay karşısındaki tutumu nedeniyle Hz. Ebu Bekr, Hz. Peygamber (s.a.s)'ce "Sıddîk" lakabıyla onurlandırıldı. Hz. Ebu Bekir olayı kendisine anlatarak hala inanmaya devam edip etmeyeceğini soran müşriklere "O söylüyorsa şüphesiz doğrudur" cevabını vermişti.

Ahad hadislere dayansa da Mirac olayının gerçekliğinde tüm müslümanlar birleşmişlerdir. Ancak olayın gerçekleşme biçimi İslam bilginleri arasında görüş ayrılıklarına neden olmuştur. Buna göre İbn Abbas'ın da içinde bulunduğu bazı bilginlere göre Mirac olayı uykuda gerçekleşmiştir. Bilginlerin büyük çoğunluğuna göre ise uyku durumunda ve rüyada değil, uyanık iken gerçekleşmiştir. Fakat bu görüşü savunanlar da Mirac'ın yalnız ruhla mı, yoksa hem ruh, hem de bedenle mi olduğu konusunda ikiye ayrılmışlardır. Sonraki Kelamcıların büyük çoğunluğuna göre mirac olayı uyanıkken hem ruh, hem de bedenle gerçekleşmiştir. İçlerinde Hz. Aişe'nin de bulunduğu bazı bilginlerle mutasavvıfların büyük çoğunluğuna göre ise uyanık durumda iken ama yalnız ruhla gerçekleşmiştir.

Mirac olayının gerçekleştiği gece müslümanlarca kadir gecesinden sonra en kutsal gece sayılmış ve bu gecenin ibadetle ihyası gelenekleşmiştir. Osmanlılar döneminde, camiler kandillerle donatıldığı için Mirac kandili olarak anılan geceyi izleyen gün, cami ve tekkelerde Mirac olayını anlatan ve Miraciye adı verilen şiirlerin okunması, dinleyenlere süt ikram edilmesi de bir gelenekti.[137]

 

İSM-İ A'ZÂM

 

Allah'ın en büyük ismi. Bir kısım bilginler, özellikle mutasavvıflar tarafından varlığı kabul edilir. Bu bilginlerin ve mutasavvıfların inancına göre İsm-i Azâm, halk tarafından bilinemez, yalnız peygamberler ve velilerce bilinebilir. İsm-i a'zâm ile yapılan tüm dualar kabul edilir, tüm istekler yerine getirilir. Bu ismi bilenler, olağanüstü işler yapabilirler. Meselâ Kur'an'da Hz. Süleyman kıssasında geçen ve "yanında Kitap'tan bir ilim bulunan kimse" olarak nitelenen kişi, Belkıs'ın tahtını İsm-i a'zam sayesinde göz açık kapayıncaya kadar geçen bir süre içinde getirmiştir (en-Neml, 27/40). Gerçekte Allah'ın hangi isminin İsm-i a'zâm olduğu, böyle bir ismin bulunup bulunmadığı tartışma konusudur.

İbn Kesir'in Şehr b. Havşeb Esma binti Yezid b. el-Seken'den aktardığı bir hadise göre, Allah'ın İsm-i a'zam'ı, "İlahınız bir tek ilâhtır. O'ndan başka ilah yoktur, O Rahman'dır, Rahim'dir" (el-Bakara, 2/163) ve "Elif, lam, mim. Allah ki, O'ndan başka ilah yoktur, daima diridir ve (yarattıklarını) koruyup yöneticidir" (Âlu İmrân, 3/ 1-2) anlamındaki ayetlerde bulunmaktadır (Nakleden Saîd Havva, el-Esas fi't-Tefsir, I, 288). Elmalılı Muhammed Hamdi Yazır'ın TirmiZi, Ebû Dâvud ve Nesâî'den aldığı bir hadise göre namaz kıları birisinin "Allahümme inni es'elüke bienne leke'l-hamdü la ilahe illa ente'l Mennân Bediü's-semâvat ve'l-ard Zü'l-celali ve'l-ikrâm ya Hay ya Kayyum" diye dua ettiğini duyan Resulullah, "Biliyor musunuz ne ile dua etti?"diye sormuş, ashabın "Allah ve Rasûlü bilir" demeleri üzerine, "Nefsim kudret elinde bulunan Zat-ı Ecell'e yemin ederim ki, Allah'a en büyük ismi (ism-i a'zâm) ile dua etti. O ism-i a'zâm ki, onunla çağırıldığı vakit icabet buyurur ve onunla istenildiği vakit verdr" (Hamdi Yazır, Hak Dini, Kur'an Dili, VI, 4678) buyurmuştur.

Muhammed Hamdi Yazır, yukarıda anıları el-Bakara Suresi'nin 163. ayetini yorumlarken "Hüve" kelimesinin bir zamir olmasına karşılık Allah'ın zatına delâlet eden en büyük ismi gibi olduğunu belirttikten sonra, sözü İsm-i a'zam'ın hangi isim olduğu konusuna getirerek şöyle der: "Tevhit denizine dalmış olan ehlullah'a göre bu ismin (Hüve'nin) ehemmiyeti pek büyüktür. Buna İsm-i a'zam diyenler de vardır. Maahaza, İsm-i A'zam "Allah" ism-i şerifidir diyenler çoğunluk âlimlerdir. "Hüve" ise makamı-ı tevhidde a'zamdır" (Hamdi Yazır, Hak Dini Kur'an Dili, I, 562).

Fahreddin er-Râzî ise bu konudaki tartışmalara tefsîrinde daha büyük bir yer verir. Ona göre birtakım eski filozoflar, "İsim koymaktan maksat, o ismi söyleyerek müsemmayı (isimlendirilen varlığı) belirtmektir. Şayet Allah'ın zatı gereği bir ismi olmuş olsaydı, bu ismi koymaktan maksat, bu müsemmayı (varlığı) tanıtmak için o ismi başkasıyla zikretmek olurdu. İnsanlardan hiç birinin Allah'ın hususi zatını kesin olarak bilmediği ortada olunca, bu gerçeğe isim koymanın bir faydası yoktur. Bu ilâhi hakikatin bir ismi yoktur. Aksine, onun için bilginin bize bildirdiği zorunlu şeyler vardır. Bu zorunlu şeyler (levazım) şunlardır: "Allah, yok olmayan ezeli varlıktır, yokluğu kabul etmeyen vâcibu'l-vücuttur" diyerek İsm-i A'zam'ın varlığını reddetmişlerdir. Buna karşılık bir kısım bilgin ve filozoflar da, "Cenâb-ı Allah'ın kendisine yakın (mukarreb) kullarından bazısını bu hususi hakikati (yani zatını) bilebilecek bir kabiliyette yaratarak şereflendirmesi, ilahî kudrete göre imkansız değildir. Durum böyle olunca, Allah'a mahsus bu hakikate (yani zatına) bir isim koymak da imkansız değildir" diyerek İsm-i A'zâm'ın varlığını kabul etmişlerdir.

Râzî'ye göre Allah'ın zatına bir isim koymanın mümkün olması durumunda bu ismin, isimlerin en büyüğü ve bu zikrin de zikirlerin en şereflisi olduğuna kesin olarak hükmetmek farz olur. Çünkü ilmin şerefi malumun; zikrin şerefi de mezkûrun şerefi iledir. Allah'ın zatı malumat ve mezkurâtın en şereflisi olunca, O'nu bilmek, bilmelerin (ilimlerin) en şereflisi, O'nu anmak anmaların (zikirlerin) ve o isim de isimlerin en şereflisi olur. İnsanlarca çok söylenen şu sözün manası da budur: "Bir mukarreb meleğin veya peygamberin bu isme (tam bu ismin manasının kendisine tecelli ettiği bu hâl esnasında) vakıf olması halinde bütün cismânî ve ruhânî âlemlerin ona itaat etmesi tuhaf sayılmamalıdır."

Fahruddin er-Râzî, İsm-i A'zâm'ın hangi isim olduğu konusundaki baslıca görüşleri dört maddede toparlayarak değerlendirir. Buna göre 1. İsm-i a'zam, Zül-Celal ve'l-İkram'dır. Çünkü Hz. Peygamber, "Ya Ze'l Celâl ve'l-İkrâm demeye devam edin" demiştir. Bu görüş zayıftır. 2. İsm-i A'zâm, "el-Hayyu'l-Kayyum" sözüdür. Çünkü Hz. Peygamber Ubeyy b. Ka'ab'a; "Allah'ın kitabında en büyük ayet hangisidir?" dediğinde Ubey; "Allah, kendisinden başka hiçbir ilah yoktur, Diridir, zatıyla ve kemaliyle Kaimdir..." (el-Bakara, 2/255) dedi. Bunun üzerine Hz. Peygamber, "İlim sana helal olsun ey Eba'l-Münzir!" buyurmuştur. Bu görüş de zayıftır. 3. Allah'ın bütün isimleri yüce ve takdire layıktır. Bunlardan herhangi birini daha büyük olmakla nitelemek uygun değildir. Çünkü bu, diğerlerinin noksanlıkla nitelenmesini gerektirir. Bu görüş de zayıftır. 4. İsm-i A'z^3am, Allah ism-i şerifidir. Doğruluk ihtimali en kuvvetli olan bu görüştür. Çünkü Allah ismi, Cenâb-ı Hakkın zatına delalet etmektedir (Fahruddin er-Râzı, et-Tefsîru'l-Kebir, l, 158-159).

Ahmed ÖZALP

ESMÂÜ'L-HÜSNÂ

Cenâb-ı Allah'ın güzel isimleri.

Yasadığımız dünya, felekler, yıldızlar, ay ve güneş birer âlemdir. Bütün bu âlemler bir ahenk içindedirler. Bu, Allah'ın Rab sıfatının bir tecellisidir. Dünyadaki düzenin kaidelerini koyup, varlıkları bir ahenk içinde yaşatma da Rab sıfatının gereğidir.

Doğmamız, büyümemiz, ölmemiz, insanlardâki yücelik, ahlâk, terbiye, kemal hep Rubûbiyet sıfatının yansımasındandır. Gözün görmesi, aklın ermesi, bütün iş ve hareketler, olma ve oluşma Rab sıfatının bir tecellisidir. Onsuz bir hareket ve düşünce yoktur.

Gerek Kur'ân-ı Kerîm'de gerek hâdis-i şeriflerde gecen birçok güzel ismi vardır. Aslında bu isimleri iki grupta ele almak mümkündür:

a) Hak Teâlâ'nın zatına mahsus bir özel isim olan "Allah" lâfz-ı şerifi Ondan başka bir varlık hakkında kullanılmamıştır. Kullanılması caiz değildir. Bu ismin tesniyesi (ikil siğası) ve çoğulu da yoktur. Bir başka dile tercüme edilemez, hiçbir kelime onun yerini tutamaz.

b) Allahu Teâlâ'nın ikinci gruba giren isimleri, sıfatlarından alınan isimlerdir. Ayet ve hadislerde Cenâb-ı Hakk'ın pekçok güzel isminden bahsedilir. Bunlardan her biri O'nun sıfatları ile ilgili ve onlardan alınan isimlerdir. Rahman, Rahîm, Âlîm, Hâlik vs. gibi. Bu isimler bir başka dile tercüme edilebilir. Meselâ, Hâlik ismi, yaratan veya yaratıcı olarak söylenebilir. Müminin Allah hakkındaki inancı, O'nun zâtının mukâddes olduğu, diğer zat ve eşyâyâ benzemediği, yüce sıfatlarla sıfatlandığıdır. Allah kendisini Esmâü'l-Hüsnâ en güzel isimler ile isimlendirmiştir (el-A 'râf, 7/180; el-İsrâ, 17/1 10; Tâhâ, 20/7; el-Haşr, 59/24). Doksan dokuz adet olan bu isimlerin basında "Allah gelir. Diğer isimlerin hiçbiri anlam ve içerik itibarıyla "Allah" isminin yerini alamaz. Bu nedenle, İslâm'a girecek kişi, "Lâ ilâhe İllâllah" der; "Lâ ilâhe illarahman" demez. Namaza başlarken, "Allahü Ekber"der; "Rahman Ekber" diyemez. Allahu Teâlâ'nın bütün isimleri güzeldir. Kur'an-ı Kerîm'de, "Allah'ın güzel isimleri vardır. O halde Allah'a o güzel isimlerle dua edin" (el-A'râf, 7/180);

"De ki: "İster Allah deyip dua edin, ister Rahman deyip dua edin; hangisi ile dua ederseniz edin, onun güzel isimleri vardır '' (el-İsrâ, 1 7/110) buyurulmuştur

Peygamber efendimiz de bir hadislerinde şöyle buyurmuştur: "Allahu Teâlâ'nın doksan dokuz ismi vardır. O isimleri kim ezberlerse (sayar, manasını anlar ve şuûruna ererse) cennete gider. şüphesiz, Allah tektir ve tek olmayı sever" (Buhârî, Daavât, 68). Allahu Teâlâ'nın isimleri doksandokuz isimden ibaret değildir. O'nun ayet ve hadislerde gecen başka isimleri de vardır. Yalnız Tirmizî ve İbn Mâce'de geçen bir hadiste bu doksandokuz isim teker teker sayılmıştır. Bu isimler şunlardır:

1) ALLAH:-Tüm isim ve sıfatlan kendinde toplayan yüce Allah'ın zatının, başka hiçbir varlığa verilemeyen ismidir.

2) RABB: Terbiye eden, yaratan, besleyen, mâlik, en mükemmel, sahip tutan ve idare eden anlamlarına gelir. Rabb ismi, yüce Allah'ın umûmî isimlerindendir. Âlemlerin devamını sağlayan yüce Allah, onların Rabbi'dir. Allah'ın her türlü eksiklikten münezzeh olan Rubûbiyeti ve O'nun neticesi olan terbiyesi, besleyip büyütmesi olmasaydı, kainatta ne varlıktan, ne de tekâmül'den hiçbir eser bulunmazdı. Eğer bir kemâlimiz, bir terbiyemiz, ölçülü bir şekilde doğmamız, büyümemiz, yaşamamız ve ölmemiz varsa bunlarda yüce Allah'ın Rab sıfatının yansımasını görmemek mümkün değildir. Bu âlemde görülen ve bilinen her şeyde yüce Allah'ın sıfatlarının belirtisi vardır.

3) RAHMAN: Allah'ın pek merhametli, çok rahmet sahibi olması anlamlarına gelen bir sıfat ismidir. Sıfat ismi olmakla beraber, bu ismin Allah'tan başkasına verilmesi uygun görülmez. "Çok rahmet sahibi, gayet merhametli ve sonsuz rahmeti bulunan" diye tefsir edilip açıklanabilirse de, yalnız yüce Allah'ın özel bir ismi olduğundan dolayı tam anlamıyla tercüme edilemez. Dilimizde onun tam karşılığı olan bir kelime yoktur. "Esirgeyici" olarak tercüme edilmesi de doğru değildir. Dolayısıyla bu anlam Rahman isminin tercümesi olamaz. "Acıyan" diye tercüme edilmesi de onun tam anlamını vermekten uzaktır. Çünkü kuru bir acıma merhamet değildir. Bilindiği gibi, merhamet acıyı giderip yerine sevinç ve iyiliği getirmektir. Bu itibarla merhametli sözcüğünden anladığımız anlamı, diğerlerinden anlayamayız. Rahman, "pek merhametli" şeklinde eksik olarak tefsir edilebilirse de tercüme edilemez. Yüce Allah'ın rahmeti, sadece bir iyilik duygusundan ibâret değildir. O'nun rahmeti, insanlara iyilik dilemesi ve sayılamayacak kadar nimetler vermesidir. O halde "Rahman" ismini böylece bilmek ve anlamak gerekir. Her gün karşılaştığımız ve içinde bulunduğumuz nimetler, aslında bize Rahman'ın en güzel açıklamasıdır.

4) RAHÎM: "Çok merhamet edici' anlamında bir isimdir. Allah'ın sıfat ismi olmayıp, Allah'tan başka varlıklara da verilebilen bir isimdir. Bu iki sıfat "Rahmet" mastarından türemiş olmakla beraber, aralarında ifade ettikleri anlam bakımından farklar vardır. Rahman ve Rahîm arasındaki bu farklar şöylece belirtmek mümkündür:

a) Rahman sıfatı; daha ziyâde ezelle; Rahîm sıfatı ise daha çok ebedle ilgilidir. Bu nedenle hadislerde yüce Allah'ın hakkında "Dünyanın Rahman'l ahiretin Rahîm'i" ifadelerinin kullanıldığını görüyoruz. Rahman sıfatı bütün insanları; Rahîm sıfatı ise yalnız müminleri kapsar.

b) Rahman sıfatı; hiçbir kayıt ve şarta bağlı olmaksızın varlıkları yaratmak, meydana getirmek, onların çalışıp çalışmadıklarına bakmadan sayısız nimetlerle nimetlendirmek anlamına gelirken; Rahîm sıfatı Allah'ın emirleri doğrultusunda çalışanlara, çalıştıklarının karşılığını vermek anlamına gelmektedir.

c) Rahman sıfatı; ümitsizliğe, karamsarlığa imkan bırakmayan kesin bir ümit ve ezelî bir yardım ifade eder. Rahîm sıfatı ise, yaptığımız işlerimizin Allah tarafından mükâfatlandırılacağını ifade etmektedir. Bu nedenle Rahman sıfatının ifade ettiği mânâda mü'min ve kâfir eşit tutulup ayırım yapılmamış; Rahîm sıfatının belirttiği manada ise, mü'min ve kâfir açık bir farkla ayrılmışlardır.

5) el-MELİK: Yüce Allah Melik'tir. Yani mülk sahibi, bütün eşyanın ve yaratılanların tek mâlikidir. Bütün varlıklar üzerinde emretme, istediği gibi tasarruf etme, hiçbir şarta bağlı olmaksızın sahip olma O'na mahsustur. Yarattıklarına emretme, sakındırma, cezalandırma, istediğini zelil, dilediğini de aziz etme kudretine sahip olan yalnız yüce Allah'tır. O yarattığı mülkünde ve orada olanların hepsinde yegane hükümdardır. Sonsuz kudretiyle onları idaresi altında tutan tek yaratık Allah'tır..

6) el-KUDDÛS: Her türlü hata, gaflet ve acizlikten uzak, eksiklikten beri, mutlak kemâl sahibi anlamında. Allah, sonradan olma ve hiçbir tasvir kayıtlarına sığmayan, hakkında hiçbir eksiklik düşünülemeyen en mukaddes olan en yüce varlıktır (el-Haşr, 59/23; el-Cum'a, 62/1).

7) es-SELÂM: Allah, her türlü eminliğin, salimliğin aslı olup, ayıptan kusurdan ve her çeşit eksikliklerden uzak olan yüce yaratıcı anlamındadır. Allah, yok olmaktan ve hatıra gelen her türlü eksikliklerden uzaktır. Buna göre dünyadan ve ahiretten emin olmak isteyenleri ve kurtuluşa ermek dileğinde bulunanları, kurtuluşa erdirecek olan da yalnız Allah'tır (el-Haşr, 59/23).

8) el-MÜMİN: Allah'ın iman ve güven veren her türlü şüphe ve tereddütleri kaldıran anlamında bir ismidir. Allah, korku içinde olanlara emniyet ve güven verendir. Bu bakımdan her türlü korkudan emin olmak için Allah'a iltica edilmeli, O'na sığınılmalıdır.

9) el-MÜHEYMİN: Allah'ın görüp gözeten, her şeye şahit olan, her şeyi koruması altına alan, onları muhâfaza edip saklayan olduğu anlamına gelir.

10) el-AZİZ: Allah'ın, hiçbir yönden mağlup edilemeyen, her işinde mutlak gâlip gelen, son derece izzetli ve yüce olduğu manasına gelir. Hiçbir yönden benzeri olmayan dilediğini yapan ve buna güç yetiren, yüce varlığını ve kudretini hiçbir gücün mağlup edemediği tek yaratıcı Allah'tır.

11) el-CEBBAR: Allah'ın, yarattığı tüm varlıklarının ihtiyaçlarını karşılayan, her konuda çok güçlü ve kudretli olduğu anlamındadır. Ayrıca Allah'ın yarattıklarının tümünü kendi iradesine mecbur eden, dilediğini de zorla yaptırmaya gücü yeten, kesin hükmüne karşı gelinemeyen yaratıcı olduğu anlamına da gelir. Yüce Allah'ın "Cebbâr" sıfatı sebebiyle insanların, işlerine kendi iradeleri ve serbestlikleri olmadığı sanılmamalıdır. Çünkü Allah, bildirdiği emir ve yasaklarına uyup uymama konusunda insanları kendi iradelerinde serbest bırakmıştır. Şüphesiz insanların, Allah tarafından akıllı ve iradeli yaratılmalarının bir anlamı vardır. Allah, insanı O'nun hükümlerini tanıyıp bilmesi için akıllı, kendi irade ve istekleri ile O'nun emrine uymaları ve gösterdiği bu yolda yürümeleri için de serbest iradeli yaratmıştır.

Ancak Allah'ın, insanlara işlerinde serbestlik tanımış olması, onların bütün isteklerini yerine getirmeye mecbur olduğu anlamına gelmez. Örneğin Allah'ın emirlerini dinlemeyip O'na karşı gelen asiler, günahkârlar cezaya yanaşmak istemeseler de vakti gelince cezalarını çekmeye mecbur olacaklardır. Allah'ın mutlak iradesi ve kudreti altına girmeyen hiçbir varlık düşünülemez. "Allah'ın dininden başkasını mı arıyorlar? Oysa göklerde ve yerde olanların hepsi, ister istemez O'na teslim olmuştur ve O'na döndürülüp götürüleceklerdir" (Âlu İmrân, 3/83).

12) el-MÜTEKEBBİR: Allah'ın her hususta çok büyük ve azamet sahibi ulu bir yaratıcı olduğu anlamındadır. Büyüklük O'nun hakkıdır. Yaratılmışların hiçbirinin böyle bir hakkı yoktur. Allah, zatında sıfatlarında ve işlerinde, mutlak manada büyüklüğün tek sahibidir. Hiçbir insan için bu mânâda bir büyüklükten söz edilemez. Kendilerini büyük sanan nicelerinin, Allah'ın sonsuz kudreti ve büyüklüğü karşısında ne kadar küçüldükleri imkân imkânsız olan bir gerçektir. Büyüklük sevdasına kapılanların yok olmalarına, bazen küçücük bir olay hattâ çok küçük bir yaratık, bir mikrop bile yetmiştir. Bu gerçek karşısında insanlar hangi büyüklükten söz edebilirler?..

13) el-HÂLİK: Allah'ın yaratıcı olduğunu belirten bir sıfattır. Yaratmak ise bir şeyi var etmek, hiç benzeri olmayan bir şeyi meydana getirmek demektir. Bu manada Allah'tan başka hiçbir yaratıcı yoktur. Herşeyi yaratan O'dur. İnsanların ortaya koydukları şeyler yaratma değildir; var olanlardan yeni bir şey elde etmektir. Allah, yaratandır; O'nun dışındaki tüm varlıklar ise yaratılmıştır.

14) el-BÂRÎ: Allah'ın, yarattıklarını temiz ve sağlam bir nizâm üzere yaratması, olgunlaştırarak birbirinden farklı niteliklerde meydana getirmesi mânâsındadır. Şüphesiz varlıkları seçip, düzenleyip olgunlaştırarak her birini ayrı bir özellikte yaratan Allah'tır.

15) el-MUSAVVİR: Allah'ın yaratmış olduğu varlıkların şekil ve durumlarını takdir edip, dilediği şekilde meydana getirmesi, şekillendirmesi anlamına gelir.

16) el-GAFFÂR: Kullarının günâhlarını affeden ve çok bağışlayan yüce varlık anlamına gelir. Günâh işlemek insanların özelliği olduğu gibi, onların günâhlarını örtmek ve bağışlamak da yüce Allah'ın ayrılmaz sıfatlarındandır.

17) el-KAHHÂR: Allah'ın ziyadesi ile kahredici, yok edici yüce bir varlık olduğu manasına gelir. Sonsuz kudretinin karşısında hiçbir kimsenin gücü ve kudreti olamaz. Ama serbest iradeleriyle O'nun karşısına çıkma cüretini gösterenlere de lâyık oldukları cezaları tam olarak verecektir. Allah'ın kayıtsız üstünlüğüne sınır koyacak hiçbir varlık yoktur.

18) el-VEHHÂB: Allah'ın çok hibe eden, çok fazla bağışlayan olduğu anlamına gelir. Hak sahibi olmadıkları halde yarattıklarına çok çok verendir.

19) er-REZZÂK: Allah'ın bütün yaratıkların rızıklarını veren olduğunu ifade eder. Her canlı için gerekli gıdayı bahşedip yaratan ve bol bol veren Allah'tır.

20) el-FETTAH: Kulların, her türlü güçlük ve sıkıntılarını açan ve kolaylaştıran manasına gelir. Faydalı ilimlere karşı insanların kalbini açarak, onların islerini kolaylaştıran, bütün zorluklarını ortadan kaldıran yüce Allah'tır. Her işinde üstün gelen O'dur.

21) el-ÂLİM: Allah'ın, çok bilen, bilgisi ezelî ve ebedî olan, her şeyi her yönüyle bilen tek yaratıcı olduğu manasını ifade eder.

22) el-KÂBIZ: Allah'ın, her şeyi sonsuz kudreti altına alan, bu kudretiyle kuşatıp kavrayan, her şeyi emri altına alıp tutan en yüce varlık oldu

Bu anlamına gelir.

23) el-BÂSIT: Allah'ın, her hayrı veren, lütuf ve rahmetini kullarına yayan yüce yaratıcı olduğunu ifade eder. Allah, insanlara rızık, neşe, rahatlık ve bolluk vererek onlara lütuf ve rahmetiyle muâmele etmektedir.

24) el-HÂFID: Allah'ın, emirlerini dinlemeyen, başkalarını beğenmeyen, büyüklenip hak ve hukuk tanımaz zorbaları rezil, perişan eden anlamına gelen bir ismidir.

25) er-RÂFİ: Kaldıran, yükselten ve yüksek olan anlamlarına gelir. Gönülleri iman ve irfan ışığıyla parlatan, yüksek gerçeklerden haberdar eden yüce Allah'tır. Her yönüyle yüce ve yüksek olan O'dur.

26) el-MU'İZZ: İzzet ve ikrâm edici, şeref sahibi anlamına gelir. Yalancılığa, samimiyetsizliğe itibar etmez.

27) el-MÜZİLL: Yüce Allah'ın, lâyık olanları zillete düşüren, zelil kılan, onları hor ve hakir eden anlamına gelen bir sıfat isimdir.

28) es-SEMI': İşiten, işitme kuvve tine sahip olan ve işitme gücünü verendir. O, hiçbir şartla ve kayda bağlı olmaksızın işitir.

29) el-BASÎR: Herşeyi her yönüyle eksiksiz gören, yaratıklarına da görme duyusunu veren anlamını taşır.

30) el-HAKEM: Hüküm koyan, emir veren, varlıklar hakkında hükmünü tamamen icra eden anlamına gelir.

31) el-ADL: Allah'ın herkese hakkını veren, koyduğu âdil hükümleriyle zulme razı olmayan, zulmü ve zâlimi sevmeyen anlamına gelen sıfatının ismidir. O, hüküm verenlerin en hayırlısıdır (el-A 'raf, 7/85; Yûnus, 10/109; Yûsuf, 12/80).

32) el-LATÎF: En ince işlerin bile bütün inceliklerini bilen, nasıl yapıldığına nüfuz edilemeyen en ince şeyleri de yapan, seçilmez yollardan da kullarına çeşitli faydalar ulaştırandır (el-En'âm, 6/103).

33) el-HABÎR: Herşeyden haberdar olan, her şeyin iç yüzünden ve gizli tarafından her yönüyle haber sahibi bulunan, onlara yumuşak davranarak cezalarını geriye bırakandır.

34) el-HALİM: Acele etmeyen, günahkârların cezasını vermeye güç yetirdiği halde bunu acele yapmayıp, onlara yumuşak davranarak cezalarını geriye bırakandır.

35) el-AZİM: Çok yüce ve çok büyük olan; sınırsız ve kayıtsız büyüklük, üstünlük de yalnız O'ndadır.

36) el-GAFÛR: Mağfiret eden, yargılayan, suçları bağışlayan, affeden, insanların beğenilmeyen taraflarını gizleyendir.

37) eş-ŞEKÛR: Çok şükre lâyık olan, kendi rızası için şükredilen, şükür olarak yapılan iyi işlerin daha fazlasıyla karşılığını veren, insanlara nimetlerini artırarak şükür muamelesi yapandır.

38) el-ALİYY: Yüksek, büyük ve yüce olan; kudrette, bilgide, hükümde, irâdede ve diğer bütün kemâl sıfatlarında üstün olandır. Herşey O'nun hükmü ve emri altındâdır.

39) el-KEBİR: Büyük, yüce anlamında olup, Allah'ın kâinatı ve ondâkileri hüküm ve kudretiyle idâre eden, her şeyi hükmü altına alan sıfatının ismidir.

40) el-HAFIZ: Muhafaza eden, koruyup saklayan, yapılan işleri bütün ayrıntılarıyla saklayıp, her şeyi belli vaktinde afet ve belâlardan koruyandır.

41) el-MUKÎT: Rızıkları yaratıcıdır.

42) el-HASÎB: Herkesin yaptıklarını takdir eden, yapılanları bütün ayrıntılarıyla bilip her insanı hesaba çekerek yaptığının karşılığını verendir (el-Ahzâb, 33/39).

43) el-CELÎL: Büyüklük ve ululuğu pek yüce olandır. Sıfat ve-isimleriyle her türlü büyüklük kendine ait olandır.

44) el-KERÎM: Cömert, kerem sahibi; muktedir iken affeden, cömertlik duygusunu veren, va'dini yerine getirendir.

45) er-RAKÎB: Görüp gözeten, murâkebe eden, bütün varlıklar üzerine gözcü olup bütün işlerini kontrol altına alandır (en-Nisâ, 4/1).

46) el-MUCÎB: İcâbet eden, isteyene karşılık veren, teklifleri bilen ve O'na yalvaranların isteklerine icâbet eden ve karşılık verendir (el-Bakara, 2/186).

47) el-VASİ': Bağışlaması bol ve rahmeti çok olandır. Yarattıklarına maddi ve manevigenişlik verendir (el-Bakara, 2/247).

48) el-HAKIM: Herşeyi inceliğiyle bilen, bu bilgisine göre emir ve yasakları vâzeden, buyrukları ve bütün işleri yerli yerinde olandır.

49) el-VEDÛD: Çok şefkatli, muhabbetli, salih kullarını çok seven ve onlarca çok sevilen, onları rahmet ve rızasına erdiren; sevilmeye ve dostluğu kazanılmaya yegane lâyık olandır. Sevgi ve dostluk hissini yaratandır (Hud, 1 1/90).

50) el-MECÎD: Şan, şeref, büyüklük ve kudretinden dolayı yüce olan ve güzel işlerinden dolayı da sevilip övülendir. Şeref, ancak kendi emir ve yasaklarına uymakla elde edilebilir (Hud, 11/73).

51) el-BAİS: Sebepleri yaratan ve ölüleri diriltendir. İhtiyaçlarma göre insanlara peygamberler gönderendir.

52) eş-ŞEHÎD: Herşeye şahit olan, her şeyi hakkıyla gören, bilen ve muamelesini de buna göre yapandır.

53) el-HAKK: Varlığı hiç değişmeyen, hiç yok olmayan ve gerçek olandır (el-Hacc, 22/6).

54) el-VEKİL: Hayatını, O'na tevekkül ederek düzenleyen ve böylece O'na sığınanların işlerinde kendilerine yardım edendir; İdaresinde hiçbir kayda ve şarta bağlı olmayandır.

55) el-KAVÎ: Kudretli, güçlü ve sınırsız kuvvet sahibi olandır. Herşey O'nun kudret ve kuvveti karşısında güçsüzdür; O'na boyun eğmek zorundadır.

56) el-METİN: Metânetli, kuvveti çok şiddetli olup hiçbir iş O'na zor değildir.

57) el-VELÎ: Emir sahibi ve iyi insanların yani müminlerin dostu (velisi) olup onlara yardım ederek işlerini yönetendir.

58) el-HAMÎD: Çok övülen, övgüyle değer sıfatlarıyla hamd edilendir. Bütün varlığın diliyle övülmeye lâyık ve her an hamd edilen tek yüce varlıktır.

59) el-MUHSÎÎ: Allah, çokça veren, sonsuz düşünülse bile her şeyin sayısını her yönüyle bilendir.

60) el-MÜBDÎ: Hiç yoktan ortaya koyan, vareden, yaratandır. O'ndan başka yaratıcı yoktur.

61) el-MU'ÎD: Yaratılmışları yok ettikten sonra tekrar yaratandır. O'ndan başka yaratıcı olamaz.

62) el-MUHYÎ: Dirilten, canlandıran ve hayat verendir. O'nun öldürdüğüne kimse hayat veremez (Fussilet, 41/39)

63) el-MÜMÎT: Öldüren, ölümü her canlıya takdir edip bunu uygulayandır.

64) el-HAYY: Diri, canlı hiç ölmeyen, hayatı ezeli ve ebedi olandır.

65) el-KAYYÛM: Baki ve ebedi olan; her şeyin O'nun kudret ve iradesiyle varlığını sürdürebildiği tek varlıktır (el-Bakara, 2/250; Âlu İmrân, 3/1).

66) el-VÂCİD: Var olan ve her şeyi vareden, icad eyleyen; varlığı kendinden olan; dilediğini istediği anda var edip yaratandır. O'na karşı hiçbir şey kendini gizleyemez.

67) el-VAHİD: Tek, bir olmak, Allah ikincisi olmayan tek birdir. Zatında, sıfatlarında, işlerinde ve hükümlerinde asla ortağı-dengi ve benzeri bulunmayandır.

68) es-SAMED: Hiçbir şeye muhtaç olmayan, tüm yaratıkların ihtiyacını gideren ve her türlü istekte doğrudan kendisine başvurulandır.

69) el-KADÎR: Kudret sahibi, tükenmez kudreti olan, istediğini dilediği gibi yapmaya muktedir olandır. Her türlü güç ve kuvvet de O'ndandır (el-Bakara, 2/20).

70) el-MUKTEDİR: Gücü her şeye yeten, her şeyi dilediği duruma getiren, kuvvet sahipleri üzerinde istediği gibi tasarruf edendir.

71) el-MUKADDİM: Herşeyden önce olan, dilediğini öne alan; dilediğine maddi ve manevi nimetler verip yükselten, öne geçiren, ilerlemelerini sağlayandır.

72) el-MUAHHİR: Herşeyden sonra yine var olan; emir ve yasaklarına uymayanları zelil edip arkaya bırakan, istediğini geri koyandır. Sonunda yine sadece O var (olarak) kalacaktır.

73) el-EVVEL: Herşeyden önce, öncelerin öncesi, başlangıçların yaratıcısı ve varlığının öncesi olmayandır.

74) el-AHİR: Herşey son bulunca O, var olarak kalacaktır. Varlığının sonu yoktur.

75) ez-ZÂHİR: Görünen, varlığında hiç şüphe olmayan, varlığı her şeyden aşikâr olandır. Her yaratık yaratanının görülen bir şâhididir.

76) el-BATIN: Gizli, cisim olarak görülmeyen, varlığı gizli olan, ancak varlığı da kesin olarak bilinendir. (Hayal, duygu, akıl ve düşüncenin de görülmeyip eserle varlıklarının kesin olarak bilinmesi gibi).

77) el-VALÎ: İdare eden bu büyük kâinatı ve onda her an olup bitenleri idare edip yönetendir. İdare etme yeteneği O'nundur.

78- el-MUTE'AL: Yüksek ve yüce varlık... Bilinenlerin en üstün olanı... Akım yaratılmışlarda mümkün gördüğü her şeyden çok yüce olandır.

79) el-BİRR: İyilik ve güzellik, bağışta bulunma, kullarına yardımcı olma anlamlarında Yüce Allah'ın bir sıfat ismidir. İyiliği ve ihsânı çoktur. İyilik ve ihsan gibi hisler de sadece ondadır (et-Tûr, 52/28).

80) et-TEVVÂB: Tövbeleri çok kabul eden, tövbe kapısını açık tutarak tövbe etme imkânı verendir. Samimi olarak günahlardan dönüp tövbe edenleri bağışlayandır.

81) el-MÜNTEKİM: İntikam alan, günahkârları, adaletiyle yargılayarak lâyık oldukları cezaya çarptıran demektir.

82) el-AFÜV: Merhametli, daima affeden, günâhlardan dilediğini affedip suçları bağışlayandır.

83) er-RAÛF: Çok merhamet eden, insanları yükümlü tutmada pek müsâmahalı ve yumuşak davranandır.

84) MALİKÜ'L-MÜLK: Herşeyin tek sahibi, her ne varsa O'nundur. Herşey üzerinde mutlak tasarruf yetkisi sadece O'na aittir. O h;llde Ondan başkasına kulluk edilmez.

85) ZÜLCELÂL-İ VE'L-İKRÂM: Celâl ve ululuk sahibidir. İkrâm ve ihsân edicidir. Hürmet ve saygıya yegane lâyık ve tüm büyüklüklere sahip olandır.

86) el-MUKSİT: Doğru hareket eden, bütün işlerini birbirine uygun ve yerli yerinde yapandır.

87) el-CÂMİ: Derleyen, toplayan, her şeyi kudreti içinde bulundurup dilediğini istediği anda ve istediği yerde toplayandır.

88) GANÎ: Hiçbir şeye ihtiyacı olmayan, hakkında noksanlık ve ihtiyaçtan sözedilemeyendir.

89) el-MACİD: Kerem ve müsâmahası sınırsız olandır. İnsanlara iyilikle muamele edip onları himâye etme lütfunda bulunan, her türlü sıkıntılarını giderendir.

90) el-MÂNİ': Herşey O'nun emir ve korumasına bağlıdır. O'nun emri olmadıkça hiçbir şey olamaz. İstemediği şeyin, yani takdir etmediğinin olmasına imkân yoktur.

91) en-NÛR: Alemleri, bütün kâinâtı nurlandıran, aydınlatan; istediği simalara, zihinlere ve gönüllere nur, aydınlık ihsan edendir.

92) el-HADÎ: Hidâyet eden, doğru yolu gösteren; hidayet yaratan; istediğini iyi işlerde başarıya ulaştıran, kullarına doğru yolu gösterendir.

93) el-BEDÎ: Eşi ve benzeri olmayan, bir şeyi en mükemmel yapan, yaratan, eşsiz ve görülmemiş şeyleri varedendir. Varlıklar âleminde O'nun eşi ve benzeri yoktur. Hayret verici âlemleri yoktan var eden, icad eden O'dur.

94) el-BÂKÎ: Sürekli var olan ve var olacak olandır. Sonu olmayandır. Allah'ın varlığının sonu yoktur.

95) el-VARİS: Tüm varlıkların gerçek sahibi, varisidir. Servetlerin geçici sahipleri yok olduktan sonra da varlığı devam eden ve o servetlerin sahibi olandır.

96) er-REŞÎD: Doğru yolu gösteren: İnsanları, peygamberlerin getirdiği ve tebliğ ettiği kitaplar vasıtasıyla doğru yola iletendir. Allah, bütün işleri ezeli takdirine göre yönetip, dosdoğru bir düzen içinde sonuca ulaştırandır.

97- es-SABÛR: Çok sabırlı, hiçbir şeyde acele etmeyen; kendine isyan edenleri cezalandırmada acele etmeyip, onlara süre verendir.

98- ed-DAR: Elem ve zarar verici şeyleri hikmetinin gereği olarak yaratandır. Yüce Allah, zarar veren şeyleri yaratmıştır. Fakat onlardan zarar görmemizi değil, akine maddi-manevi bütün zararlardan sakınarak korunmamızı emretmiştir.

99) en-NAFİ: Hayır ve fayda verici şeyleri yaratandır. Bütün olaylar sebepleriyle meydana geliyorsa da, sebepler yok'u var edemez. Onlar ancak insanların elinde birer vesîle ve Hakk'tan isteme vâsıtası olmak üzere yaratılmışlardır.

Allah'ın zâtı, bir: güzel isimleri (esmâü'l-hüsnâ) ise çoktur. Allah'ın doksan dokuz ismi hadis-i şeriflerde de bildirilmiştir. İbn Kesir, tefsirinde, Buhâri ve Müslim'in Ebû Hureyre (r.a.)'den naklettikleri bir hadis-i şerifte Peygamberimiz (s.a.s.)'den şöyle buyurduğu rivâyet ediliyor: "Yüce Allah'ın bir eksiğiyle yüz ismi vardır. (yani doksandokuz). Kim onları sayarsa cennete girer. O tektir, tek 'i sever. "

Osman ÇETİN

BERZAH

Set, engel, iki şey arasındaki perde. Istılahî anlamıyla berzah; madde âlemi ile mana âlemi (ruhlar âlemi), ruhlar âlemi yani ölümden sonra ruhların kıyamete kadar kalacakları âlem, ya da kabir âleminin adıdır. (es-Seyyit eş-Şerif el-Cürcanî, et-Târifat, Kahire 1938, s. 38; Râgıb el-Isfahânî, el-Müfredât s. 56).

Berzah kelimesi Kur'an-ı Kerîm'de üç yerde geçmektedir. Bunlardan "İki denizi kavuşmaları için salıvermiştir. (Böyle iken) aralarında karışmalarına engel perde (berzah) vardır karışamazlar. "(er-Rahman, 55/19-20) Ayrıca iki şey arasındaki engel anlamında kullanılmıştır. (el-Furkan, 25/53). Müminun suresinde ise "Nihayet onlara ölüm gelip çatınca tekrar tekrar şöyle diyecekler: "Rabbım beni dünyaya geri gönder, tâ ki ben zaâyi ettiğim ömrüm mukabilinde iyi amel ve harekette bulunayım ". Hayır onun söylediği hu söz hakikatte boş laftan ibarettir. Önlerinde ise diriltilip kaldırılacakları güne kadar (dönmelerine mani) bir engel (berzah) vardır. " şekliyle, yani dünya ve kabir âlemini ayıran perde anlamında kullanılmıştır. (el-Mû'minun, 23/100). Bu ayetten anlamaktayız ki ruhlar ölmemekte; cesedin ölümünden sonra, İslâmî ıstılahta berzah denilen bir âlemde yaşamaktadırlar.

Mümin öldüğünde ise kendisi için bir berzah olmayacaktır. Hadislerde belirtildiğine göre kabirdeki soru ve cevaptan sonra salih amel işlemiş olanlara şöyle denilecektir: "Gelinler gibi uyuyun. Gelin çok sevildikçe rahat uyur. Allah onları bu uykudan uyandırıncaya kadar gelinler gibi uyurlar. " (Tirmizî, Cenaiz, 70).

Bu delillerden anlaşıldığına göre berzahtaki yaşayışda ruh bedenden ayrıdır.

Buradaki yaşayış nasıldır? sorusunun cevabında Şah Veliyyullah ed-Dehlevî şöyle der: "Bu âlemde insanların (yani ruhlarının) sayılamayacak kadar çok tabakaları vardır. Fakat bu tabakalar başlıca dört sınıftır. Birincisi uyanıklık (yakaza) ehli olanlar ki iyiliklerinden ve kötülüklerinden dolayı iyilik veya azap görecek olan ruhlardır. İkincisi ise tabiî uyku halinde olup rüya gören, rüya ile ferahlandırılan veya azaplandırılan ruhlardır. Üçüncüsü behîmî (hayvanî) ve melekî yönleri zayıf olanlardır. Bunlardan başka bir de fazilet ehli iyi ruhlar vardır ki (dördüncü sınıf olsa gerek) bunlar meleklere karışır, melekî bir hayat sürerler." (Huccetullahi'l-Bâliğa, Kahire 1355, I, s. 34-36).

Bilindiği gibi ruhlar birer emri ilâhidir. Asıl mahiyetleri insanlar tarafından pek bilinmez, insan ölünce ruhu geçici olarak başka bir âleme gider; orada ameline göre ya rahat yaşar, veya azap görür. O âleme "Âlemi Berzah" denir ki dünya ile ahiretten başka bir âlemdir. Yaşayışla ölüm arasındaki uyku âlemi nasılsa; dünya ile ahiret arasındaki berzah âlemi de o gibi bir varlıktır. Bunun mahiyetini ancak Allah bilir. (Ömer Nasuhî Bilmen, Büyük İslâm İlmihali s. 28),

Habil NAZLIGÜL

MAHŞER

İnsanların toplandığı yer anlamında "Ha.şe.re" fiilinden ismi mekân. İkinci sûr'a üflendikten (nefha-i saniyeden) sonra insanların hepsinin diriltilerek kabirlerinden kalkıp muhakeme edilmeleri için toplandıkları yer anlamına gelir. Mahşere "mevkıf" (insanların muhakeme olunmak üzere toplanacağı yer) zamana da "Yevmü'l-haşr" denilir. Şöyleki: Birinci nefhada (sûr'a ilk defa üflendiğinde) Allah'ın kalmasını dilediği melekler müstesna, canlıların hepsi ölecek, yerin ve göklerin nizamı bozulacaktır. Sonra göklerin ve genişletilen yerin nizamı başka bir şekilde sağlandıktan sonra ikinci nefha esnasında (sûr'a ikinci defa üfürülünce) her insan ve cinnin ruhları, diriltilen bedenleri ile birleşir. Yani ruhları, diriltilen bedenlerine taallûk eder. "Birinci defa sûr'a üflenince, Allah'ın diledikleri müstesna olmak üzere, göklerde olanlarla yerde bulunan kimselerin hepsi düşüp ölecektir. Sonra ona bir daha üfürülecek. O anda görürsün ki ölüler diriltilip ayakta bakınıp duruyorlar" (ez-Zümer, 39/68). Herkes, diriltildikten sonra, "mahşer" denilen yere sevkedilir ve burada toplanır: "...Artık sûra üfürülmüştür. Bu suretle hepsini mahşer'de toplamışızdır" (el-Kehf 18/99). "O gün (haşir günü) yer başka bir yere, gökler de (başka göklere) döndürülecektir. İnsanlar (kabirlerinden kalkıp) bir ve kahhâr olan Allah'ın huzurunda toplanacaklardır" (İbrahim 14/48). Diriltilen mahlukatın toplandıkları "mahşer" fevkalâde geniş, düz, binasız ve yapısız yepyeni bir yer olacaktır. Peygamberimiz (s.a.s:), "Kıyamet günü insanlar, halis undan yapılmış dümdüz ekmek gibi esmere yakın beyaz bir yer üzerinde toplanacaklardır" buyurmuştur (Buhârî ve Müslim'den, Mansûr Ali Nâsıf, et-Tac, İstanbul 1962, V, 365).

Ebû Hureyrenin Peygamberimiz (s.a.s)'den rivayet ettiği bir hadisten öğrendiğimize göre; insanlar, mahşere yürüyerek, binek üzerinde ve ateş azabı içerisinde olmak üzere üç grub halinde sevk edileceklerdir (Buhârî ve Müslim den M.A.Nâsıf, et-Tac, 364). Tirmizi'nin başka bir rivayetine göre üçüncü grub, yüz üstü sürünerek mahşere çekilip götürüleceklerdir (et-Tâc, V, 365).

İnsanlar ve cinler, mahşerde toplandıktan sonra muhakeme olunmak için çeşitli korku ve sıkıntılar içinde uzun müddet bekletileceklerdir. Bu müddetin bin ila ellibin yıl arası olduğu söylenir. Mahşer yerine Peygamberimiz Hz. Muhammed (s.a.s)'in eline "Livâü'l-hamd" sancağı verilecektir. Başta Hz. Âdem olmak üzere bütün peygamberler, Resulullah (s.a.s)'ın sancağı altında toplanacaklardır (Tirmizi, et-Tâc, V, 385).

Mahşerde, insanların muhakeme ve muhasebesinin bir an önce yapılması için, şefaatta bulunacak zat, büyük Peygamberimiz Hz. Muhammed (s.a.s)'dir. Onun bu şefaatine "şefaat-i uzma" denilir. Hayız olduğu bu mertebe ve makamda "Makam-ı Mahmud" denir. Şöyle ki mahşerde, mevkıfın güneşi insanların tepelerine yaklaşacaktır. İnsanlar, dayanamayacakları ve tahammül edemeyecekleri son derece sıkıntı ve zorluklara maruz kalacaklar, şiddetli korku ve dehşetler içinde çok fazla bekleyeceklerdir. Kendilerinin bu güç durumdan kurtulmaları için şefaat edecek birini arayacaklardır. Bazı kimseler, bir kısım in. sanlara Âdem (a.s)'a gidin diyeceklerdir. Hz. Âdem, yasak ağaçtan yemesini hatırlayacak, onları Nuh (a.s)'a gönderecek; Hz. Nuh da onları Hz. İbrahim (a.s)'e gönderecek, Hz. İbrahim Hz. Musa'ya yollayacak, Hz. Musa (a.s) da Hz. İsa'ya (a.s) gönderecektir. Hz. İsa da son peygamber Hz. Muhammed (s.a.s)'e gönderecektir. Hz. Muhammed (s.a.s)'de secdeye kapanacak, kendisine ilham edilen en güzel hamd ve senalarla Allah Teâlâ'ya hamd ve senalarda bulunacaktır. Sonra Cenab-ı Allah ona "Ey Muhammed başını kaldır, işte, istediğin verilecek, şefaat et, şefaatın kabul olunacaktır" buyuracaktır. O da yüce Allah'a dua edecek, Allah Teâlâ da onun duasına icabet edecektir. Bundan sonra kullar arasında muhakeme ve muhasebe başlayacaktır. Büyük bir adalet mahkemesi kurularak herkese dünya da yaptığı her iş sorulacak, amel defterleri verilecek ve mizan konulacaktır. Herkes küfr ve dalâletteki veya iman ve hidayetteki rehberleriyle birlikte çağırılacaktır. Bu konuda Kur'an da şöyle buyuruluyor: "O gün insan sınıflarından her birini rehberleriyle (izinden gittiği kimselerle birlikte) çağıracağız. Artık kimin kitabı (defteri), sağından verilirse, onlar kitablarını, en küçük haksızlığa uğratılmayarak okuyacaklardır" (el-İsrâ, 17/71). Herkese "amel defterini oku" denilecek (el-isrâ 17/14). Her insan da amel defterinde neler yazılı olduğunu anlayacaktır. "Yüce Allah, kula bu gün şahid olarak nefsin ve şahidler olarak Kirâmen Kâtibin melekleri kâfidir, der ve sonra ağzı mühürlenir ve azaları da dünyada neler yaptıklarını anlatır" (Müslimden et-Tâc, V, 372). "O gün onların ağızlarını mühürleriz. İşleyip kazandıklarını bize elleri söyler, ayakları da şehâdet eder" (Yâsin, 36/65).

İnsan öldükten sonra, bedeni dağılarak, molekül ve maddeleri başka hayvan ve insanlara geçiyor. Allah, insanı ahirette diriltirken başka insanlara aslî cüz (DNA: Deoksiribonükleik asit) olmaktan koruduğu ve altın zerresi gibi kaybolmaktan muhafaza ettiği ve onun bedeninin planını tamamen içeren bir molekülden yaratacaktır. Ve onu bu molekülden aynen yaratırken de diğer maddelerini ilâve edecektir. Zaten insanın bedeni dünyada iken de ölen ve dökülen hücrelerinin yerine yenisi yaratılarak beş ile altı senede tamamen yenileniyor. O halde insanın mahşerdeki bedeni ve organları, dünyadaki azalarının aynısı değildir. "Nasıl oluyor da eskisinin tam benzeri olsa da yeni maddelerden yaratılmış insanın azaları, eski organlarının işlediği suçlarına şahidlik yapacaktır" diye sorulursa; bunun doğru cevabı şudur:

İnsan ruhuyla insandır. İnsanın ruhu değişmez ve ölmez. Bozulmadan aynen kalır. İnsanın dünyada şuurlu olarak işledikleri amellerinin hepsinin bilgisi onun ruhunda aynen mahfuz kalır. Allah Teâlâ mahşerde insanın ağzını mühürleyerek, ruhundaki işlediklerine ait bu bilgileri onun el ve ayak gibi organlarına harikulâde bir yolla söyletecektir.

Mahşerde Peygamberimiz (s.a.s)'e gayet büyük bir havuz ihsan buyrulacak ki bunun büyüklüğü (boyu) Medine ile San'a arası kadar, veya Şam'ın bir kasabası olan Eyle ile San'a arası kadar bir mesafedir. Suyu sütten daha ak, kokusu miskten daha güzel ve baldan daha tatlıdır. Kupaları da gökteki yıldızlar kadardır. Ondan bir defa içen bir daha susamaz (Buhârî ve Müslim'den, et-Tâc, V, 380). Böylece müminler Cennete girmeden önce bu havuzun suyundan içerek mahşerin dehşetinden ileri gelen hararetlerini gidereceklerdir. Gerçi Tirmizî'nin garib bir senetle rivayet ettiği hadiste şöyle buyuruluyor. Mahşerde "Her Peygamberin bir havuzu olacak. Onlar içinde havuzlarına su içmeye gelenlerin en çok ben olacağını umuyorum" (Tirmizî'den, et-Tac, V, 378). Yine Peygamberimiz (s.a.s), bir hadisinde, "Havuzun başına gelenlerin bir kısmının döndürüldüğü anda Onlar, benim ümmetim, diyeceğim. Onların senden sonra ne işler yaptığını (dinlerinden döndüklerini) bilemezsin, denilecek. Ben de, bundan sonra dinlerini değiştirenler helâk olsun, diyeceğim" (Buhârî ve Müslim'den, et-Tâc, V, 379).

Mahşerde insanların muhakeme işleri bitirildikten sonra mahşerle Cennet arasında Cehennemin üzerine sırat köprüsü kurulacaktır. İnsanlar, bölük bölük Cehenneme bir kısmı da Cennete sevk olunacaktır (Sa'deddin Teftâzâni, Şerhu'l-Makasıd, II, 222-223, İstanbul 1305; Abdüsselâm b. İbrahim el-Lakkâni, Şerh-ü Cevhereti't-Tevhid, Mısır, 1955/1375, s. 231-234; Fahreddin er-Razi, Mefâtihu'l-Gayb, İstanbul, 1308)

Muhiddin BAĞÇECİ

A'RAF

Her şeyin tümseği yüksek yer, burç, sırt, tepe, örfler, âdetler, iki şey arasında kalan kısım arf kelimesinin çoğulu. Bu nedenle atın yelesine, horozun ibiğine de arf denmiştir. Kur'an'da üç ayette geçer:

"İki (taraf) arasında (surdan) bir perde ve A'râf üzerinde de, (Cennetlik ve Cehennemliklerin) her biri simalarıyla tanıyacak adamlar vardır ki onlar henüz oraya (Cennete) girmemiş, fakat onlar girmeyi şiddetle arzu eder olarak Cennet yârânına: "Selâmün Aleyküm " diye nidâ ederler...

Gözleri ehl-i Cehennem tarafına çevrildiği zaman da "Ey Rabbimiz bizi zalimler gürûhu ile beraber bulundurma" derler.

(Yine) A'râf yaranı (kâfirlerden) simalarıyla tanıdıkları (elebaşı) bir takım adamlara şöyle nidâ ederek derler: "Ne çokluğunuz (yahut topladığınız mallar), ne de (hakka karşı) yeltenmekte devam ettiğiniz o kibr (ve azamet) size hiç bir fayda vermedi. " (el-A'râf, 7/46-48).

Müfessirlere göre bu ayetlerdeki A'râfdan maksad, Cennetle Cehennem arasındaki sur benzeri bir perdenin yüksek tepeleridir.

İbn Cerîr'in rivayetine göre Huzeyfe (r.a.)'e A'râf'ın ne olduğu sorulduğunda şöyle demiştir: "A'râf; iyilikleri ile kötülükleri eşit gelen insanlardır. Kötülükleri Cennet'e girmelerine, iyilikleri de Cehennem'e girmelerine mani olmuştur. Bunlar, Cenâb-ı Hak onların hakkında hüküm verinceye kadar bu sur üzerinde kalacaklardır."

Kimler A'râf'ta bulunacaktır? Bu hususta çeşitli rivayetler varsa da konuyu şöyle özetlemek mümkündür: İyilikleriyle kötülükleri denk gelenler A'râf'ta bekletileceklerdir. Nitekim İbn Merdûye'nin Câbir b. Abdullah'dan merfu olarak rivayet ettiği bir hadis'te: "Peygamberimiz (s.a.s.)'e iyilikleriyle kötülükleri denk gelenlerin durumu sorulduğu zaman, Hz. Peygamber, "Onlar A'râf'ta bulunacaklardır. Onlar oraya isteyerek girmemişlerdir." buyurmuştur. Daha sonra bunlar Allah'ın lûtfuyla Cennet'e gireceklerdir. (Muhtasaru Tefsîr, ibn Kesîr, II, 22).

Bazılarına göre de fetret devirlerinde ölenlerle müşriklerin çocukları da burada kalacaklardır.

A'râf konusunda daha başka açıklamalar da yapılmıştır. Ez cümle Hasan-i Basrî Hazretleri "A'râf marifetten gelir. Bu da Cennetliklerle Cehennemlikleri simalarından tanıyan bazı kimseler demektir. Belki de şimdi aramızda olanları vardır." şeklinde izah etmiştir.

Şamil İA

 

ÂMENTÜ

 

İman ettim anlamında, iman esasları hakkında kullanılan tabir.

Âmentü kelimesi Arapça olup 'âmene" fiilinin nefs-i mütekellim vahdesi (di'li geçmiş zamanın 1. tekil şahsı)dır. Türkçe'de "inandım" demektir. Terim olarak ise, iman esaslarını ifade için kullanılır. Zira Arapça'da inanç esaslarını topluca bildiren cümleler "âmentü" kelimesiyle başlamaktadır ki şu cümlelerdir: "Âmentü billâhi ve melâiketihi ve kütübihî ve rusulihî ve'l-yevmi'l-âhiri ve bi'lkaderi hayrihî ve şerrihî mine'llâhi teâlâ". Bu cümlelerin Türkçe karşılığı şöyledir: "Ben, Allah'a, meleklerine, kitaplarına, peygamberlerine, ahiret gününe ve kadere, hayır ve şer her şeyin Allah'ın yaratmasıyla olduğuna inandım." İşte müslümanın âmentüsü yani inanç esasları bu cümlelerde formüle edilmiştir. Bu formül elbette ayet ve hadislere dayanmaktadır. Nitekim Cenâb-ı Allah şöyle buyurur: "...Fakat birr (kişiyi Allah'a yaklaştıran her iyi şey), Allah'a, ahiret gününe, meleklere, Kitab'a ve peygamberlere iman eden (in bu imanı)dır..." (el-Bakara: 2/177). Bu ayette ve Nisâ suresinin şu ayetinde Cenâb-ı Allah iman esaslarından beşini bir arada zikretmektedir. "Ey iman edenler! Allah'a, O'nun peygamberine, peygamberine indirdiği Kitab'a ve daha önce indirdiği Kitab'a iman (da sebât) edin. Kim Allah'ı, meleklerini, kitaplarını, peygamberlerini, ahiret gününü inkâr ederek kâfir olursa, şüphesiz derin bir sapıklığa sapmıştır." (en-Nisâ: 4/136) Cenâb-ı Allah bu ayette müminlere, Allah'a, O'nun peygamberi Hz. Muhammed'e, peygamberine indirdiği Kitab (Kur'an)'a, daha önceki peygamberlere indirdiği mukaddes kitaplara inanmalarını emretmekte ve Allah'ı, meleklerini, kitaplarını, peygamberlerini ve ahiret gününü inkâr edenlerin doğru yoldan tam olarak sapıp kâfir olduklarını bildirmektedir.

Ömer (r.a.)'den sahih senetle rivayet edilen bir hadiste Hz. Peygamber (s.a.s.), iman esaslarını altı madde hâlinde bildirmiştir. Cibrîl hadîsi diye meşhur olan bu hadise göre Cebrâîl (a.s.), Hz. Peygamber'in yanında ashabdan bir kısmının bulunduğu bir zamanda insan kılığında gelmiş ve Hz. Peygamber'in dizinin dibine oturarak İslâm, iman, ihsan ve kıyamet hakkında bilgi edinmek ve bunları ashaba öğretmek istemiştir. İmanla ilgili soruya Hz. Peygamber şöyle cevap vermiştir: "İman, Allah'a, meleklerine, kitaplarına, peygamberlerine, ahiret gününe, bir de hayrı ve şerri ile kadere inanmandır." Cebrâîl de "doğru söyledin" diye tasdik etmiştir.[138] Hz. Peygamberin bu ve benzeri hadislerinde, iman esaslarını altı madde halinde bildirmesiyle, iman esasları Âmentü dediğimiz cümlelerde altı madde halinde ifade edilmiştir. Ehl-i Sünnet mensuplarınca ondört asırdır bu maddeler iman esasları olarak kabul edilmiş ve bu hususta icmâ-ı ümmet tahakkuk etmiştir.

Her ne kadar iman esaslarını bildiren ayetlerde[139] kadere imân zikredilmemişse de kadere ve kazaya imân, Allah Teâlâ'nın ilim, irâde, kudret ve tekvin sıfatlarına inanmanın gereğidir. Bu sıfatlara inanma zarureti olduğu gibi bu sıfatlara iman da kaza ve kadere inanmayı gerekli kılar. Kaza ve kadere inanmak demek, iyi kötü, hayır şer, acı tatlı her şeyin Allah'ın bilmesi, dilemesi, takdiri ve yaratmasıyla olduğuna inanmaktır. Ayrıca, Kur'an-ı Kerim'de mevcut bir takım ayetler kadere inanmamızı istemektedir. Meselâ: "Şüphesiz biz, her şeyi bir takdir ile (kaderle, bir ölçüye göre) yarattık." (el-Kamer: 54/49), "O (Allah), her şeyi yaratıp ona bir nizam vermiş "mahlûkâtın mukadderatını tayin etmiştir." (el-Furkan: 25/2) gibi ayetler bunlardandır. Kaza ve kadere imanla ilgili ayet ve hadisler birbirini teyid ederek kesinlik ifade eder.

Bir insanın mümin sayılabilmesi, önce Allah'ın varlığına ve birliğine inanmasıyla gerçekleşir. Kısaca "La ilâhe illallah Muhammedün Rasulullah" kelime-i tevhidini (birleme cümlesini) diliyle söyleyip kalbiyle buna inanan İslâm'a ilk adımını atmış olur. Ancak hemen belirtelim ki bu cümle ile bütün iman esasları özlü ve toplu bir şekilde ifade edilmiş olur. Allah'ı yegane ilâh tanıyan ve Hz. Muhammed'i O'nun elçisi (peygamberi) kabul eden kişi, Hz. Muhammed'in Allah tarafından getirdiği hükümlerin ve esasların tamamını toptan kabullenmiş ve benimsemiş demektir. Zaten İslâmî bir terim olarak iman şöyle târif edilmektedir: "Hz. Muhammed (s.a.s.)'in, Allah tarafından getirdiği kesin olarak bilinen İslâmî esasların, hükümlerin ve haberlerin doğru ve gerçek olduğuna gönülden, tereddütsüz inanmak ve bunların yeryüzünde uygulanmasından yana olmaktır." Bu inanca sahip kişiye de mümin denir. Bütün bunlara iman edip uygulanmasını istemeyenlerin imanı yok hükmündedir.

Demek ki mümin sayılabilmek için sadece Allah'a inanmak yetmiyor. Allah'a inanmakla beraber Hz. Muhammed'in O'nun peygamberi olduğuna ilâhi emir ve yasakların insanlar arasında uygulanmasının lüzumuna inanmak gerekiyor. Yine, âmentü esasları dediğimiz imanın şartlarına yani Allah'ın meleklerine, kitaplarına, peygamberlerine, ahiret gününe, öldükten sonra dirilmeye, kadere, hayır ve şer her şeyin Allah'ın dilemesi ve yaratmasıyla olduğuna inanmak icab ediyor. Hatta bunlar da yeterli olmayıp; bunlarla beraber Kur'an ve mütevâtir hadislerle bildirilen ve halkın, derin bir tefekkür ve muhâkemeye ihtiyaç duymadan bilebileceği dînî hükümlere de inanmak ve uygulanmasını istemek zarûreti vardır. Meselâ, beş vakit namazın farz olduğuna, rekatlarının belli sayıda olduğuna, Ramazan orucunun, zekâtın, gücü yetene hac etmenin farz olduğuna; haksız yere insan öldürmenin, şarap içmenin, ana-babaya asî olmanın, hırsızlık ve zina etmenin faiz ve yetim malı yemenin, vb. haram olduğuna inanmak şarttır...

İman bir bütün olup bölünme kabul etmediğinden, mümin sayılabilmek için bütün bu saydıklarımıza topluca ve herbirine ayrı ayrı inanma ve yeryüzünde bu hükümlerle hükmetmenin gereğini kabul etme mecburiyeti vardır. Bu, inanılması zarûrî hususlardan birinin inkârı, tamamını inkâr sayılmaktadır ve kâfir olmaya sebeptir. Hiç kimseye, imân konuları arasında bazılarına inanmak ve bazılarını reddetmek hakkı tanınmamıştır. 'Biz bazılarına inanırız, bazılarına inanmayız' demek küfürdür.[140]

Âmentü esaslarının mana ve mahiyeti hakkında özetle şunları söylememiz mümkündür:

1) Allah'a inanmanın manası şudur; Allah'ın var olduğuna; birliğine, eşi, dengi, benzeri olmadığına; yegane yaratıcı olduğuna; O'ndan başka bir ilâh bulunmadığına; Allah'ın Kur'ân'da bildirilen yüce sıfatlarına, her türlü kemâl sıfatlarla muttasıf her türlü eksikliklerden uzak olduğuna; oğlu, kızı bulunmadığına; hiçbir şeye muhtaç olmadığına... vb. inanmak.

2) Allah'ın gözle görülmeyen nurânî ve ruhânî yaratıkları olan meleklerin varlığına inanmak.

3) Allah'ın, insanlar arasından, kendisiyle kulları arasında elçilik yapan peygamberler seçtiğine ve bunlardan ismi Kur'an'da bildirilenlerin tek tek peygamberliğine inanmak.

4) Allah'ın, peygamberlerden bazılarına kitaplar indirdiğine, bunlardan özellikle Hz. Muhammed (s.a.s.)'e indirilen Kur'an'a ve Kur'an'da zikredildiği üzere Hz. Musâ'ya indirilen Tevrat'a, Hz. Dâvûd'a indirilen Zebur'a, Hz. İsâ'ya indirilen İncil'e inanmak.

5) Ahiret gününe, kıyametin kopacağına, dünya hayatının son bulacağına, herkesin öleceğine ve tekrar diriltileceğine; hesaba, Sırata, Mizâna, Cennet'e, Cehennem'e... vb. Inanmak.

6) Kadere, hayır ve şer her şeyin Allah'ın dilemesi ve yaratmasıyla olduğuna inanmak gerekmektedir.

Mümin sayılabilmek için bunlara toptan inanma gereği olduğu gibi, her birine ayrı ayrı inanmak da zarurîdir. Bunlardan ve zarurât-ı dîniyye (kesin dini emir ve yasaklar)dan herbirine inanmak gerekir. Bunlardan birini inkâr, tamamını inkâr sayıldığından, küfürdür. Zira imanda bölünme olmaz.

"Kalbinde arpa (zerre) ağırlığınca iman olduğu hâlde "Lâ ilâhe illallah" diyen Cehennem ateşinden çıkar (Cennet'e girer)."[141] hadisinin anlamı şudur: Cidden az bir imana sahip kimse Cehennem'de ebedî kalmaz. Cezasını çektikten sonra Cehennem'den çıkarılır, Cennet'e sokulur. Burada "az bir imanı olan" demek, "inanılması gerekenlerden bazılarına inanan, bazılarına inanmayan" demek değildir. İman bir bütün olduğundan, bu küfürdür. Müminler, iman esaslarına inanma açısından eşittirler. Ancak, imanlarının kuvvetli ve zayıf oluşları açısından farklıdırlar. Bir de İslâm'ın emirlerinin yerine getirilmesi açısından farklıdırlar. "Kalbinde en küçük iman bulunan"dan maksat, zayıf bir imana sahip olup amellerde kusur eden demektir. Helâl saymaksızın bazı haramları işleyen, farzları terk edenler cezalarını çektikten sonra Cennet'e gireceklerdir.[142]

Şunu da belirtmek gerekir ki; bu ve benzeri hadislere bakıp da gayr-i müslimlerin (Ehl-i Kitâb'ın) Cennet'e gireceğini sanmak imkânsızdır. Çünkü -Allah Kur'an-ı Kerîm'de onların kâfir olduğunu açıkça bildirmiştir.[143] Cennet'i hak etmenin ilk şartı imandır. İman da, önce Allah'a Hz. Muhammed'in peygamberliğine inanmak ve bütün Kur'anî hükümlerin hiçbirin ihmâl etmeden, eksiksiz olarak toplumda uygulanmasını istemekle gerçekleşir.[144]

 



[1] bk. Tehânevî, Keşşâf, II, 952.

[2] Şâmil İslam Ansiklopedisi:

[3] Mutasavvıfların, özellikle vahdet-i vücudçuların bu tevhid anlayışını biz İslam akidesine uygun görmüyoruz. (Abdulvahid Metin).

[4] Ahmet Özalp, Şamil İslam Ansiklopedisi: 6/211-213.

[5] Hüseyin K. Ece-Kur’an’da Temel Kavramlar: 717. Kısmen alıntılanmıştır.

[6] Muhammed b. Salih el-Useymin, Dinde Üç Esas, Guraba Yayınları: 41.

[7] Hüseyin K. Ece-Kur’an’da Temel Kavramlar: 717. Kısmen alıntılanmıştır.

[8] Muhammed b. Salih el-Useymin, Dinde Üç Esas, Guraba Yayınları: 41.

[9] Ahmed Muhammed Davud, Akidetu’t-Tevhid, Ravza Yayınları: 13-14.

[10] Hüseyin K. Ece-Kur’an’da Temel Kavramlar: 717-718.

[11] Hüseyin K. Ece-Kur’an’da Temel Kavramlar: 718-719.

[12] Muhammed b. Salih el-Useymin, Dinde Üç Esas, Guraba Yayınları: 97.

[13] Ehl-i Sünnet ve’l-Cemaat, Selef-i Salihin Akidesi, Abdullah b. Abdulhamid el-Eseri, Guraba Yayınları: 35.

[14] Şerhü’l-Akideti’t-Tahaviyye: 76-77; Tefsiru’l-Kurtubi: 1/127; Ahmed Muhammed Davud, Akidetu’t-Tevhid, Ravza Yayınları: 29-30.

[15] Muhammed b. Salih el-Useymin, Dinde Üç Esas, Guraba Yayınları: 98.

[16] Muhammed b. Salih el-Useymin, Dinde Üç Esas, Guraba Yayınları: 98.

[17] Muhammed b. Salih el-Useymin, Dinde Üç Esas, Guraba Yayınları: 99-101

[18] Muhammed b. Salih el-Useymin, Dinde Üç Esas, Guraba Yayınları: 42-43.

[19] Ehli Sünnet ve’l-cemaat, Selef-i Salihin Akidesi, Abdullah b. Abdulhamid el-Eseri, Guraba Yayınları: 36-38.

[20] Ahmed Muhammed Davud, Akidetu’t-Tevhid, Ravza Yayınları: 31-32.

[21] Ahmed Muhammed Davud, Akidetu’t-Tevhid, Ravza Yayınları: 32-34.

[22] İlhad: Haktan meyletmek ve sapmak demektir. Ta’til, tahrif, tekyif (keyfiyetlendirme), temsil (örneklendirme) ve teşbih (benzetme) de bunun kapsamına girer.

Ta’til: Allah’ın sıfatlarını kabul etmemek yahut bazılarını kabul edip geri kalanlarını kabul etmemek demektir.

Tahrif: Nassı lafzen ya da mana itibariyle değişikliğe uğratıp onu zahir (kuvvetli) anlamından uzaklaştırıp, ancak zayıf bir ihtimal ile lafzın delalet ettiği bir manaya göre açıklamaktır. Buna göre her tahrif bir ta’tildir, fakat her ta’til bir tahrif değildir.

Tekyif: Allah’ın sıfatlarının, yaratılmışlar tarafından bilinmeyen nasıllığı hakkında yorum yürütmek.

Temsil: Bir şeyin diğeri ile her yönden benzer oluşunu söz konusu ederek aynılığını ortaya koymak demektir.

Teşbih: Bir şeye bazı yönleriyle benzeyen bir başka şeyin varlığını kabul etmek demektir.  

[23] Allah’ın zatının yahut sıfatlarının nasıl olduğunun tahayyül edilmesi asla caiz değildir. Çünkü hatıra gelen yahut zihinde canlanan herbir şeyden yüce Allah daha büyük ve daha azametlidir.

[24] Arş’ın üstüne istiva ve uluvv (yücelik) iki ayrı sıfattır. Şanı yüce Allah hakkında O’nun celaline yakışır bir şekilde bu sıfatları kabul ederiz. Selefe göre istiva lafzının açıklaması “Karar bulmak, üstte olmak, yükselmek ve çıkmak” demektir. Selef bunu bu kelimelerle açıklarlar, fakat bundan ileriye gitmez ve buna bir şey ilave etmezler. Selefin bu kelimeye gekirdiği yorumlar arasında “istila etti yahut malik oldu yahut galip geldi ve kahretti” anlamları yoktur.

İstiva’nın Arab dilinde ne demek olduğu bilinen bir şeydir. Bu da yüksek oluş ve yükseğe çıkmak demektir. Sahih-i Buhari’de olduğu gibi.

Keyfiyyet ise meçhuldür, onu Allah’tan başkası bilemez. Buna iman etmek ise vaciptir, çünkü bu konuda deliller sabittir. Bu hususta soru sormak bid’attir, çünkü istivanın keyfiyetini yüce Allah’tan başkası bilemez.

[25] Bu ayet-i kerimeler sırasıyla şunlardır: el-A’raf: 7/54; Yunus: 10/3; er-Râd: 13/2; Ta-hâ: 20/5; el-Furkan: 25/59; es-Secde: 32/4; el-Hadid: 57/4.

[26] Buhari, Müslim. İmam İshak b. Rahaveyh –Allah’ın rahmeti üzerine olsun- bu ayet hakkında şunları söylemektedir: “İlim ehlinin icmaına göre O Arş’a istiva etmiştir. Yedinci yerin en dibindeki herşeyi de bilir.” Bunun İmam ez-Zehebi, el-Uluvv li’l-Aliyyi’l-Gaffar adlı eserinde rivayet etmiştir.   

[27] Buhari ve Müslim.

[28] Buhari ve Müslim.

[29] İmam Beğavi, Şerhü’s-Sünne’de rivayet etmiştir.

[30] İmam Lalekai, Şerhu Usuli İ’tikadi Ehli Sünneti ve’l-Cemaat’da rivayet etmiştir.

[31] Bk. İbn Kudame el-Makdisi, Lumatu’l-İ’tikadi’l-Hadi ile Sebili’r-Reşad.

[32] İmam Beğavi, Şerhü’s-Sünne’de rivayet etmiştir.

[33] İmam Beğavi, Şerhü’s-Sünne’de rivayet etmiştir.

[34] İmam Beğavi, Şerhü’s-Sünne’de rivayet etmiştir.

[35] Bk. Şerhu’l-Akideti’t-Tahaviyye.

[36] Bk. Şerhu’l-Akideti’t-Tahaviyye.

[37] İmam ez-Zehebi, el-Uluvv li’l-Aliyyi’l-Gaffar’da rivayet etmiştir.

[38] İmam Beğavi, Şerhü’s-Sünne’de rivayet etmiştir.

[39] Ehl-i Sünnet ve’l-Cemaat, Selef-i Salihin Akidesi, Abdullah b. Abdulhamid el-Eseri, Guraba Yayınları: 38-46.

[40] Muhammed b. Salih el-Useymin, Dinde Üç Esas, Guraba Yayınları: 101-104.

[41] Ahmed Muhammed Davud, Akidetu’t-Tevhid, Ravza Yayınları: 41-47.

[42] bk. İsrâ: 17/1, Necm: 53/1 vd. ayetler.

[43] Arş'la ilgili ayetler: 7/54, 9/129, 10/3, 11/7, 13/2, 20/5, 21/22, 23/86, 116, 25/59, 27/26, 32/4, 39/75, 40/7, 15, 43/82, 57/4, 85/15, 69/17.

[44] Tecrid-i Sarih: 9/7.

[45] Cengiz Yağcı, Şamil İslam Ansiklopedisi: 1/154-155.

[46] Bk. El-Bağdâdî, El-Fark'u Beyn'el-Firak S. 138-141;  Muhammed Ali et-Tehânevi, Keşşaf'u Istılâhât'il-Fünûn: 1/261 Kahraman Yayınları İstanbul-1984 ; Şerh'ul-Mevâkıf 2/340

[47] Fazla bilgi için Bk. Muhammed b. Süleyman el-Halebî , Emâli Şerhi: Beyit 12, S.28, Işık Kitabevi İstanbul-1979. Ferit Aydın, İslam’da İnanç Sistemi, Kahraman Yayınları: 232.

[48] el-Bakara: 2/255.

[49] İbn Kesir, Tefsiru'l-Kur'ani'l-Azım : 1/309.

[50] Tefsir-i Kebir, Ankara, 1989, 5/420-421.

[51] Ahmet Özalp, Şamil İslam Ansiklopedesi: 3/424-425.

[52] el-Buruc: 88/22.

[53] el-En'âm: 6/59.

[54] Kaf: 50/4.

[55] el-Hadid: 57/22.

[56] Yasin: 36/12.

[57] en-Neml: 27/75.

[58] Şamil İslam Ansiklopedesi: 4/20-21.

[59] Hüseyin K. Ece-Kur’an’da Temel Kavramlar: 719-722.

[60] Hüseyin K. Ece-Kur’an’da Temel Kavramlar: 722-723.

[61] Müslim, İman: 40, Hadis no: 94, 1/94. Buhari, Tirmizi, nak. K. Sitte: 2/206-207.

[62] Hüseyin K. Ece-Kur’an’da Temel Kavramlar: 723-724.

[64] Buhari-Enbiya: 47; Tefsir: 5/17; Müslim-İman: 46; Tirmizi-Kıyame: 10; Ahmed: 2/436; 5/292.

[65] Buhari-Rikak: 6; İstitabe: 9; Müslim-İman: 47; Tirmizi-İman: 17; Ahmed-Müsned: 4/44.

[66] Hakim-Müstedrek: 1/528; Heysemi-Mecmau’z-Zevaid: 10/82; Beğavi-Şerhü’s-Sünne: 5/54-55; İbn Hibban, Mevarid-Zikir: 2324;

Nesai-Amelu’l-yevm ve’l-leyl: 834, 1141.

[67] Müslim-Zikir: 22; Tirmizi-Daavat: 98; İbn Mace-Edeb: 58; Ahmed: 5/147-148.

[68] Müslim.

[69] Müslim.

[70] Buhari.

[71] Buhari, Müslim.

[72] Ahmed b. Hanbel, Müsned. Sahihtir.

[73] Müslim.

[74] Muhammed b. Salih el-Useymin, Dinde Üç Esas, Guraba Yayınları: 91-92.

[75] Buhârî, İman: 81; Müslim, İman: 71.

[76] Müslim, İmân: 1.

[77] Müslim, Mesâcid: 33.

[78] Buhârî, İman: 41.

[79] Eymen ed-Dımaşki, Şamil İslam Ansiklopedisi:

[80] Ahmed Muhammed Davud, Akidetu’t-Tevhid, Ravza Yayınları: 14-17.

[81] El-Felsefetü’l-Kur’aniyye: 101; Ahmed Muhammed Davud, Akidetu’t-Tevhid, Ravza Yayınları: 17-19.

[82] Muhammed b. Salih el-Useymin, Dinde Üç Esas, Guraba Yayınları: 92.

[83] Buhari.

[84] Ahmed Muhammed Davud, Akidetu’t-Tevhid, Ravza Yayınları: 19-20.

[85] Muhammed b. Salih el-Useymin, Dinde Üç Esas, Guraba Yayınları: 93-94.

[86] Seyyid Sabık, el-Akidetü’l-İslamiyye: 39; Ahmed Muhammed Davud, Akidetu’t-Tevhid, Ravza Yayınları: 20-26.

[87] Muhammed b. Salih el-Useymin, Dinde Üç Esas, Guraba Yayınları: 94-95.

[88] Celaleddin es-Suyuti, el-itkan fi ulumi’l-Kur’an: 1/34; Ahmed Muhammed Davud, Akidetu’t-Tevhid, Ravza Yayınları: 26-28.

[89] Muhammed b. Salih el-Useymin, Dinde Üç Esas, Guraba Yayınları: 95-96.

[90] Bu üç konu Tevhid ve türleri konusunda işlendi oraya bakınız.

[91] Fethu’l-Bari: 4/332; Şerhü’l-Akidetu’t-Tahaviyye: 15; Ahmed Muhammed Davud, Akidetu’t-Tevhid, Ravza Yayınları: 52.

[92] Ahmed Muhammed Davud, Akidetu’t-Tevhid, Ravza Yayınları: 52-53.

[93] Muhammed b. Salih el-Useymin, Dinde Üç Esas, Guraba Yayınları: 104.

[94] Muhammed b. Salih el-Useymin, Dinde Üç Esas, Guraba Yayınları: 104.

[95] Ahmed Muhammed Davud, Akidetu’t-Tevhid, Ravza Yayınları: 55.

[96] Muhammed b. Salih el-Useymin, Dinde Üç Esas, Guraba Yayınları: 104-106.

[97] Muhammed b. Salih el-Useymin, Dinde Üç Esas, Guraba Yayınları: 106.

[98] Buhari.

[99] Buhari.

[100] Muhammed b. Salih el-Useymin, Dinde Üç Esas, Guraba Yayınları: 107-108.

[101] Muhammed b. Salih el-Useymin, Dinde Üç Esas, Guraba Yayınları: 108-109.

[102] Muhammed b. Salih el-Useymin, Dinde Üç Esas, Guraba Yayınları: 109.

[103] Muhammed b. Salih el-Useymin, Dinde Üç Esas, Guraba Yayınları: 109-113.

[104] Muhammed b. Salih el-Useymin, Dinde Üç Esas, Guraba Yayınları: 113-114.

[105] Yakup Çiçek, Fahrettin Yıldız-Hamd Rabb: 47-49.

 

[106] Hüseyin K. Ece-İslâm’ın Temel Kavramları: 510.

[107] Mustafa İslâmoğlu-İman Risalesi: 176.

[108] Ali Ünal-Kur'an'da Temel Kavramlar: 148.

[109] Yakup Çiçek, F.ahreddin Yıldız-Hamd Rabb: 79.

[110] Hikmet Işık-Fâtiha Üzerine Mülâhazalar: 114-115.

[111] el-İsra: 17/1; en-Necm: 53/10.

[112] el-Bakara, 2/221.

[113] el-Ahzab: 33/72.

[114] Molla Hüsrev, ed-Dürer, İstanbul 1307, 2/6.

[115] Buhârî, İcare: 10.

[116] Tirmizî, Zühd: 42.

[117] Yusuf Kerimoğlu, Şamil İslam Ansiklopedisi: 1/3-5.

[118] Ebû Dâvud, İlim: 1; Tirmizî, İlim: 19; İbn Mâce, Mukaddime: 39; İbn Hanbel, Müsned: 5/196.

[119] Tirmizi, Birr: 40.

[120] Sülemî, Tabakâtu's-Sûfiyye, Kahire 1986, s. 69.

[121] M. Kâmil Yılmaz, Şamil İslam Ansiklopedisi: 1/24-25.

[122] Elmalılı Hamdi Yazır, Hak Dini Kur'an Dili, 4/2334 ve devamı.

[123] Elmalılı, Hak Dini, Kur'an Dili, 4/2334-2338.

[124] Elmalılı, Hak Dini, Kur'an Dili, 4/2334-2338.

[125] Ertuğrul-Ömer H. ÖZALP, Şamil İslam Ansiklopedisi: 4/216.

[126] Buhâri, İmân: 64; Müslim, İmân: 106.

[127] el-Mü'minûn: 23/8.

[128] Ebû Dâvûd, Menâsik: 56.

[129] Buhâri, Tecrid, 1654; İbn Hişâm, es-Sire, IV, 603; Sahih ve Sünen'lerin Vedâ Haccı bölümleri.

[130] Ahmed b. Hanbel, Müsned: 3/135.

[131] Buhari, İmân: 1.

[132] Mecmuat'ut-Tefâsir, İstanbul 1979, 5/142, 143.

[133] Molla Hüsrev, Mir'at el-Usûl fî Şerhi'l Mirkat el-Vüsûl, İstanbul, 1307, I, 591.

[134] Yusuf Kerimoğlu, Şamil İslam Ansiklopedisi: 2/92.

[135] Hamdi Yazır, Hak Dini Kur'ân Dili, 4/3150.

[136] Şâmil İslam Ansiklopedisi: 3/204.

[137] Ahmet Özalp, Şamil İslam Ansiklopedisi: 4/197-198.

[138] Buhârî, İmân: 37; Müslim, İmân: 1; Ebû Dâvûd, Sünnet: 15; Tirmizî, İmân: 4; İbn Mâce, Mukaddime: 9; Ahmed b. Hanbel, Müsned: 1/51...

[139] el-Bakara: 2/177; 285; en-Nisâ: 4/136.

[140] el-Bakara: 2/85; en-Nisâ: 4/150-151.

[141] Buhârî, Tevhîd: 19; Müslim, İmân: 316, 325, 326; Nesâî, İmân: 18; Tirmizî, Birr: 61.

[142] el-Aynî, Umdetu'l-Kârî, Beyrut, (t.y), 1/168, 172, 173.

[143] el-Mâide: 5/17, 72-73; Nisâ: 4/151-152.

[144] Mehmed Bulut, Şamil İslam Ansiklopedisi: 1/129-130.

 
  Bugün 1 ziyaretçi (2 klik) kişi burdaydı!  
 
Bu web sitesi ücretsiz olarak Bedava-Sitem.com ile oluşturulmuştur. Siz de kendi web sitenizi kurmak ister misiniz?
Ücretsiz kaydol