Bismillahirrahmanirrahim
  Ahirete İman
 


ÂHİRETE İMAN

 

"Son" ve "Sonra Olan" anlamında Arapça bir kelime olan "Âhiret", "Âhir" kelimesinin müennes (dişi) şeklidir. Lügatte "Evvel" kelimesinin zıddı olarak kullanılır. İslâm literatüründe bu kelime "Öbür Dünya" manasında kullanılmıştır. Dünya, canlıların yaşadığı evvelki âlem, ahiret ise son âlemdir. Bu kelimeler bazen "dâr=yurt" kelimesiyle birlikte kullanılır[1], Dâr-ı Dünya ve Dâr-ı Ahiret gibi. Bazen de tek başına kullanılır.[2] Dünya, yakın ikamet yeri; Ahiret, son ikamet mahallidir.

Allah'u Teâlâ, içinde yaşadığımız bu Dünya'yı ve üzerindeki bütün varlıkları geçici bir zaman için yaratmıştır. Bir gün dünya ve dünyadaki bütün insanlar, canlı ve cansız varlıklar yok olacaktır. Dağlar, taşlar, yerler, gökler parçalanacak[3], Allah'tan başka tüm âlem son bulacaktır.[4] Bu hâdiselerin meydana geldiği günü Kur'an, "zelzele saati"[5] ve "Kıyamet Günü"[6] diye adlandırır. Kıyamet Günü'nden sonra Allah'ın takdir ettiği bir zamanda insanlar yeniden hayat bularak kabirlerinden kaldırılacak ve "Mahşer" denilen düz bir sahada[7], hesabı süratle gören Allah'ın[8] huzurunda, dünyada yaptıklarının hesabını[9] vermek üzere toplanacaklardır.[10] Hesapların görülmesinden sonra bir kısım insanlar iyilikleri nedeniyle Cennet'e, diğerleri ise, inkâr ve kötülükleri nedeniyle Cehennem'e gideceklerdir.

İşte bu yeni hayatın başlayacağı günden itibaren, bitmez tükenmez bir halde devam edecek olan âleme "Ahiret Alemi" denir.

Bütün semâvi dinlerde olduğu gibi en son ve en mükemmel din[11] olan İslâm'a göre, meydana geleceği ayet[12] ve hadisle[13] ve bütün ümmetin fikir birliği ile kesin olan ahiret gününe inanmak, imanın şartı olarak farzdır.

Ahiret Günü denilince;

1- Bu âlemin hepsinin yok olması ve hayatın tamamıyla sona ermesi.

2- Ahiret hayatının başlaması.

Ahiret hâdiseleri denilince de;

a) Canlılar için ahiret hayatının mukaddimesi olan ölüm, berzah âlemi, kabir hayatı.

b) Sûra üfürülmesi ve herkesin tekrar dirilerek kabirlerden kalkıp mahşer meydanında toplanması.

c) Dünya'da iyilik veya kötülük cinsinden yapılan işlerin kaydedildiği amel defterinin sahiplerine okutulması.

d) İyilik ve kötülüklerin tartıldığı mizan (terazi)'nin kurulup amellerin tartılması.

e) Bütün insanların üzerinden geçmeleri mecburî olan Sırat köprüsünden geçiş.

f) İmanlı ve ameli iyi olanların gideceği Cennet

g) İmansız ve ameli kötü olanların gideceği Cehennem

i) Peygamberimizin, seçkin müminlerle başında bulunduğu Kevser Havzı

h) Peygamberimizin müminlere şefaati, gibi hadiseler hatıra gelir. İşte bütün bunlar, Ahirete iman konusu içinde ele alınması gereken konulardır. Kesin nasslarla sabit olan bu hususlara inanmak, imanın şartlarındandır. Bunlardan birini inkâr ise, ahireti inkâr demektir.

Kur'an, Ahiret âlemini ayrıca "Din Günü"[14] ve "Gayb Âlemi"[15] olarak isimlendirir .

Gözden kaybolan şeye gayb dendiği gibi, duyularla idrak edilemeyen, insan bilgisi dışında kalan şeye de gayb denir. Bir şeyin gayb olması Allah'a göre değil, insanlara göredir. Çünkü Allah'tan gizli kalan hiçbir şey olamaz. O, gayb ve şehâdet âlemini bilir.[16] Kur'an'a göre varlıklar iki kısımdır: Gayb âlemini meydana getiren; görülmeyen ve idrak edilemeyen varlıklar ve şehâdet âlemini meydana getiren; görülüp, idrak edilen varlıklar. Gayb âlemine ait varlıklar da iki kısımdır:

1- Bir kısmının delili yoktur. Varlığını ancak Allah bilir, duyularla idraki mümkün değildir. "Gaybın anahtarları Onun yanındadır, onları Ondan başkası bilemez." (el-En'âm: 6/59)

2- Bir kısım varlıklar da idrak edilemez ancak varlıkları delillerle anlaşılabilir. Allah'ın sıfatları, Ahiret, Cennet, Cehennem ve Melekler gibi. Bu tür gayb haberleri peygamberlere vahiy yoluyla bildirilir. Onlar da ümmetlerine bildirirler. Müminler, kendilerine vahiy yoluyla bildirilen 'gayb'a ait haberlere inanmak mecburiyetindedirler. Mümin zaten inanan insan demektir. Bu haberlere inanmamak ise küfürdür. Ahiret de gayb haberlerinden olup inanılması zaruri olan vahye dayalı bir haberdir.

Hayatının başlangıç ve sonu olmayan ancak Allah'tır. Bu âlemin de bir gün yok olacağı muhakkaktır. Sonradan meydana geldiği bilinen bu âlem üzerindeki değişiklikler, zamanla insan, hayvan, bitkiler ve bütün varlıkların ölmesi ve yok olması, depremler vs. bu âlemin tamamının bir gün yok olacağının delilleridir. Bu tür hâdiseler insan iradesinin ve gücünün dışında olan hâdiselerdir.

Başlangıcı itibariyle yoktan var olduğunu kabul ettiğimiz bu âlemin, yok olduktan sonra tekrar yaratılması akla aykırı değildir. Çünkü onu yoktan yaratan Allah, onu helâk ettikten sonra tekrar yaratmaya elbette kadirdir. İnsan da öldükten sonra tekrar, Allah'ın izniyle dirilecektir.

Kur'an'da tekrar dirilmeye dair pek çok ayet vardır:

"Mahlûkatı ilkin yaratıp, sonra (kıyamette) onu diriltecek olan O'dur, ki bu (öldükten sonra diriltme, ilk yaratıştan) O'na daha kolaydır..." (er-Rûm: 30/27)

"Ey Resulüm, de ki: Onları ilk defa yaratan diriltir ve O, her yaratılanı hakkıyla bilir." (Yâsin: 36/79)

Bu ayetler, mahlûkâtı ilk yaratanın, onları tekrar dirilteceğini ifade etmektedir.

İnsanların, hayvanların ve diğer canlıların uyumaları ve tekrar uyanmaları, öldükten sonra dirilmeye bir benzetmedir:

"O’dur ki geceleyin sizi öldürür (gibi uyutur), gündüzün ne işlediğinizi bilir; sonra belirlenmiş süre geçirilip tamamlansın diye gündüzün sizi diriltir. Sonra dönüşünüz O'nadır; sonra (O, dünyada) yaptıklarınızı size haber verecektir." (el-En'âm: 6/60)

Kur'an-ı Kerim, kuraklık ve mevsim nedeniyle ölü hale gelen ve hayatı tamamen sönen toprağın, yağmurla veya sulanarak eski haline dönüşünü ve bereketlenmesini de, öldükten sonra dirilmeye delil göstererek şöyle buyuruyor:

"O'nun ayetlerinden biri de (şudur): Sen, toprağı, boynu bükük (kupkuru) görürsün. Onun üzerine suyu döktüğümüz zaman titretir ve kabarır. Onu dirilten (Allah), elbette ölüleri de diriltir. O, her şeye kadirdir." (Fussilet: 41/39)

El-Hacc: 22/5-6 ayetinde öldükten sonra dirilme konusunda şüphede olanların dikkatlerini, yaratılışlarının safhalarına çekerek, bu ifâdelerin altında tekrar diriltilmenin imkânını ortaya koymaktadır.

Âlemlerin yaratılışı, insanların yeniden dirilmelerine delil gösterilir:

"Elbette gökleri ve yeri yaratmak, insanları (öldükten sonra) yaratmaktan daha büyüktür. Fakat insanların çoğu bilmezler." (el-Mümin: 40/57; en-Naziât: 79/27, 33; Yâsin: 36/79, 81).

İnsanın boşuna yaratılmadığını[17]; başıboş terkedilmediğini[18], her nefsin ölümü tadacağını, inanan ve iyi amellerde bulunan kişilerin mükâfatlandırılması ve kâfirlerin de cezalandırılması için tekrar diriltileceklerini bildiren[19] ayetler de, ahiret hayatının birer delilidirler.

Mahlûkâtın, ölüp yok olduktan sonra tekrar dirilmelerindeki hikmet, mükelleflerin bu dünyada iradeleriyle kazandıklarının karşılığını görmeleridir. Çünkü bu dünya kazanç ve amel dünyasıdır. Öbür dünya ise, yapılanların karşılığının görüleceği yerdir.[20]

İnsanlar bu dünyada rızıklarında, işlerinde, ecellerinde, mutluluk ve mutsuzluklarında çok farklı bir yaşayış içindedirler. Kimi zalim, kimi mazlum, kimi iyi, kimi hasta, bir kısmı zengin, bir kısmı fakir, bir kısmı üstün, bir kısmı zelildir. Kimisi iyilik yapar, kimisi kötülük. Şayet ölüp de tekrar dirilmeyecek olsalardı, iyilik yapanlar mükâfat, kötülük yapanlar da ceza görmemiş olurlardı. Bu ise Allah'ın adâletine aykırı olurdu. Bundan dolayı Allah tekrar dirilmeyi ve cezayı yaratmıştır;

"İnkâr edenler, kat'iyyen diriltilmeyeceklerini sandılar. De ki: "Hayır, Rabbim hakkı için mutlaka diriltileceksiniz, sonra yaptıklarınız size haber verilecektir. Bu, Allah'a göre kolaydır." (et-Teğabun: 64/7, en-Nahl: 16/30-40)

Ahirete iman, kâinatta meydana gelecek olan korkunç inkılâbın kesin olduğunu kabul etmektir. Bu dünya hayatı tamamıyla son bulup, başka bir hayat başlayacaktır. Bu âleme iman, İslâm inancını meydana getiren altı esastan birisidir. Mümin, imanı ve Kur'an ahlâkı ile ahlâklanmasının neticesini ahirette göreceğine, Allah'ın lûtfuna nâil olacağına yakînen inandığı için ölüm ve âhiret hayatı, onu tedirgin etmezken; hayatını küfür ve isyanla, zulüm ve haksızlıkla geçiren kâfir, asî ve zalim ise ölümü ve ölümden sonraki ahiret hayatını istemez.[21]

Hz. Ali ahireti inkâr eden birisine şöyle demişti: "Benim dediğim olursa sonunda sen zararlı çıkarsın. Fakat senin dediğin olursa, ben zararlı çıkmam."

Ahiret inancı, insana ilerleme ve gelişme yolunda büyük bir güç kazandıran mükemmel bir inanç türüdür. Cenâb-ı Hakk şöyle buyurur: "Her kim inanarak ahireti ister ve onun için gerektiği şekilde çalışırsa, onun emeği mükâfatla karşılanır." (el-İsrâ: 17/19).

İnsan hayatı ile dünyanın varlığı, ancak sonunda bütün yapılanların sorgulanacağı bir ahiret hayatının olmasıyla bir anlam kazanır. Aksi takdirde hayatın ve dünyanın hiçbir anlamı olmadan insanın hayatına tam bir nihilizm hakim olacaktır. Bu da insanların büyük bir bunalıma ve ümitsizliğe sürüklenmesine yol açar. Ahirete iman insana sonsuzluğun yolunu açarken ölümü de en ince teferruatına kadar açıklayarak bir son olmadığını bildirmektedir. Ölüm yeni bir hayatın başlangıcı demektir. Ahiret inancıyla insanın bu dünyadaki hayatına bir anlam veriliyor. Ayrıca insanın yaşayışı da büyük bir disiplin altına alınmış oluyor. Zira ahirete iman insana büyük bir sorumluluk duygusu vermekte ve ilerde çekileceği büyük hesap gününe göre hayatını ve diğer insanlarla ilişkilerini sağlam bir karakter ve temele dayandırıyor. İnsan dünya hayatında yaptığı bütün amellerinin karşılığını o gün görecektir.

"Kim zerre miktarı iyilik yaparsa onu görecek ve kim zerre miktarı kötülük yaparsa karşılığını görecektir." (Zilzâl: 99/7-8)

Böylece ahirete iman insana büyük bir ümid kaynağı olduğu gibi onu adâlete ve sonsuzluğa inandırır. Bu da adil, dürüst ve sağlam bir toplumun oluşmasını sağlar.

Kur'an, inanan ve inanmayanların ahiret hayatını özetle şöyle izah eder:

"Sûr'a birinci üfleme üflendiği, arz ve dağlar yerlerinden kaldırılıp bir çarpışla birbirine çarpıldığı (ve hepsi darmadağın) olduğu zaman, işte o gün o vak'a olmuştur. Gök yarılmıştır, o gün o, zayıflamış, sarkmıştır. Melekler de onun kenarlarındadır. O gün Rabb'ının tahtını (arşını), bunların da üstünde sekiz (melek) taşımaktadır. O gün (hesap için Allah'a) arz olunursunuz. Sizden hiçbir sır gizli kalmaz. Kitabı sağından verilen: "Alın kitabımı okuyun " der, "Ben hesabımla karşılaşacağımı sezmiştim zaten. " Artık o, memnun edici bir hayat içindedir. Yüksek bir bahçede, devşirmesi kolay (meyveleri yakın). “Geçmiş günlerde yaptığınız işlerden ötürü (bugün) afiyetle yiyin, için. "

Kitabı sol tarafından verilen ise der ki: "Keşke bana kitabım verilmeseydi. Şu hesabımı hiç görmemiş olsaydım. Keşke (ölüm işimi) bitirmiş olsaydı. Malım bana hiçbir fayda vermedi. Gücüm (saltanatım) benden yok olup gitti (hiçbir şeyim kalmadı). (Yüce Allah, Cehhenem'in muhafızlarına emreder): "Tutun onu, bağlayın onu, sonra Cehennem'e sallayın onu. Sonra uzunluğu yetmiş arşın olan zincire vurun onu. Çünkü o, yüce Allah'a inanmıyordu, yoksulu doyurmaya ön ayak olmuyordu. Bugün onun için candan bir dost yoktur. İrinden başka yiyecek yoktur. Onu (bile bile) hata işleyenden başkası yemez." (el-Hakka: 69/13-37)

Yukarda çizilen manzara inanan ve inanmayan kişinin ahiret hayatını veciz bir şekilde ortaya koymaktadır. İnanan için müjde, inanmayan için korku kaynağı olan bu âlem, onu idrak eden her akıl sahibinin kendi dünyasını, fikir ve yaşayış biçimini, Allah'ın arzu ettiği biçimde intizama koymasına en büyük etkendir. Herkesin toplandığı ve kazandığı kendisine tastamam verildiği[22], kimsenin kimseden cezasına karşılık bir şey ödeyemediği[23] ana, baba, evlâd, dost herkesin kendi başlarının derdine düşerek ve hak talep edilmesi endişesiyle birbirinden kaçtığı[24], dünyada iken inanç ve amelleri nisbetinde bazı yüzlerin ak, bazı yüzlerin de kara olduğu[25] o ceza gününde insanların makam, mevki, zenginlik, tahsil gibi insanlarca meziyet kabul edilen hiçbir özelliklerine aldırış edilmeksizin, kulların yaptıklarına göre hak tecelli eder.

"Ey inananlar, Allah'tan korkun ve kişi, yarın için ne (yapıp) gönderdiğine baksın. Allah'tan korkun; ve Allah, yaptıklarınızı haber almaktadır." (el-Haşr: 59/18) [26]

Mü’minlerin akidelerini teşkil eden iman esaslarından birisi de “ahiret gününe inanmak”tır. Kur’an, bizden gaybi olan ahiret alemine yakinen, (kesin inançla) inanmamızı istemektedir. İsrafil (a.s.) birinci defa sura üfürdüğünde kıyamet kopacak, her şey yok olacaktır. İkinci defa üfürdüğünde ise herkes dirilecektir. İnsanların tekrar dirilmesiyle başlayan ve ebediyyen devam edecek olan zamana ahiret denir.

“Sonra siz kıyamet gününde muhakkak diriltileceksiniz.” (Müminun: 23/16)

“Onlar sana indirilene de, senden önce indirilenlere de inanırlar, ahirete de kesin inanç ile inanırlar.  (Bakara: 2/4)

Ahiret gününde dünyada kim ne işlemişse karşılığı tam olarak verilecektir. Bir ayet-i Kerimede şöyle buyuruluyor:

Kafirler öldükten sonra hiç dirilmeyeceklerini zannederler. Ey Muhammed! De ki, Hayır! Rabbime yemin ederim ki öldükten sonra yeniden dirileceksiniz. Sonra da yaptıklarınız size bildirilecektir. Bu Allah’a çok kolaydır.”  (Teğabün: 64/7)           

Her şey gibi dünyanın da bir sonu vardır. Bir gün gelecek her yaratılan şey gibi dünya da yok olacaktır. Her şey yok olduktan sonra insanlar Allah’ın emriyle tekrar dirilecektir. Herkes dünyada işlediğinden sorguya çekilecek, her yaptığının karşılığını görecektir. O gün insana iman ve salih amelden başka hiç bir şey fayda vermeyecektir. İslam’ı seçen ve gereklerini yerine getirenler cennete; batılı seçenler ise cehenneme gidecektir.

“Güneş dürülüp ışığı kalmadığı zaman;

Yıldızlar düşüp söndüğü zaman;

Doğurması yaklaşmış develer başıboş bırakıldığı zaman;

Yabani hayvanlar bir araya toplatıldığı zaman;

Denizler kaynaştırıldığı zaman;

Canlar bedenlerle birleştirildiği zaman;

Kız çocuğun hangi suçtan ötürü öldürüldüğü kendisine sorulduğu zaman;

Amel defterleri açıldığı zaman;

Gök yerinden oynatıldığı zaman;

Cehennem alevlendirildiği zaman;

Cennet yaklaştırıldığı zaman;

İnsanoğlu ne yaptığını görecektir.” (Tekvir: 81/1-14)

Ahiret alemine iman, Kur’an’da çoğunlukla Allah’a imandan hemen sonra zikr edilmektedir. Yani Allah’a iman ile ahirete iman birbirine bağlı olarak ifade edilmiştir. Biri başlangıç, öbürü ise sonuç. Çünkü yapılan her amel, her iyilik, işlenen her suç, çiğnenen her emir ve reddedilen her hükmün karşılığı ancak o adil mahkemede hallolunacaktır. O mahkemede hiç bir şey karşılıksız bırakılmayacaktır.

“Kim zerre miktarı bir hayır işlerse, onun mükafatını görecek; kim de zerre miktarı bir kötülük işlerse, onun cezasını görecektir.” (Zilzal: 99/7-8)

Evet, dünya bir imtihan yeri, ahiret de o imtihanın değerlendirileceği bir başka yerdir. O yerde Allah’tan başka  hiç bir yardımcı, O’nun izni olmadan hiç bir şefaatçı bulunamaz. Artık bütün işlemler bitmiş ve bütün hesaplar neticelendirilmiştir. Kur’an-ı Kerim bu manzarayı şöyle dile getirmektedir: 

“Bir de öyle bir azab gününden sakının ve korunun ki, o günde (kıyamette) hiç bir kimse, hiç bir kimse adına bir şey ödeyemez. Kimseden şefaat da kabul edilmez. Azabdan kurtulmak için kimseden bedel ve karşılık alınmaz. O kafirlere yardım da yapılmaz.” (Bakara: 2/48)

Mü’minler bilmelidir ki, o gün mesuliyet ferdîdir, hesaplar şahsidir. Herkes kendi nefsinden sorumludur. Hiç kimse başkasının günahını taşıyamaz. Hiç kimse kimseyi kurtaramaz.

Ahirete iman, mü’mine, mutlak adalete dayanan ferdî mesuliyeti yükler. Bu prensip, mü’mine, kendi değerini öğreten ve iç aleminde uyanıklığı hakim kılan en kuvvetli bir prensiptir. Ahirette mü’mini kurtaracak, onu himaye edecek ancak salih amelidir. Hiç bir fidye onu küfür ve masiyetinin cezasından kurtaramaz. Bunun içindir ki, ahirete  imanın,  mü’minin  hayatında  büyük  bir  etki  edeceği  kaçınılmazdır.  Öyle  ise  mü’min, bütün hazırlık ve çalışmasını ahirete yönelik yapmalıdır. İslami çalışma ve ibadet hayatında bunun dışında hiç bir menfaat beklememelidir. Çünkü, icraatında başkasını ortak eden (yani, Allah’tan başkası için ibadet edip, başkaları takdir etsin diye kulluk yapan) ahirette de kimi ortak yapmış ise, ecrini ondan isteyecektir.  Ahirette Allah’dan başkası mükafat ve ceza veremeyeceğine göre, o halde mü’min Allah’tan başkası için kulluk yapamaz.

Ahirete iman, insanoğlunun başıboş olmadığını, lüzumsuz yere yaratılmadığını, kendi heva ve hevesiyle baş başa bırakılmadığını insana öğretir. Bu akide, ameli karşılığı ile birleştiren bir inançtır. Bu inanç, insaanoğluna kesin olarak bildiriyor ki, mutlak bir adalet kendisini beklemektedir. Mü’min bu inanç sayesinde hesap ve adalet gününe kendini hazırlar.

Bu inanç, mü’min ile kafiri birbirinden yaşantı itibariyle de ayırır. Mü’min, ahirete inandığı için dünyayı bir imtihan yeri olarak kabul eder ve çalışmasını da ona göre yapar. Kafirler ise, ahirete inanmadıkları için, hayatı sadece bu dünyadan ibaret sayar ve çalışmasını da hep bu dünyaya ait kılar. Böylece onlar, ahirete eli boş olarak gider ve orada onlara sadece ateş arkadaşlık eder. Başka yardımcıları yoktur onların.

Ahirete iman, onun için çalışmayı da beraberinde getirir. Yani ahirete inandığını iddia eden herkes, çalışmasını ona göre yapmalıdır. Allah’a ve ahirete inanıp mü’min olduğunu iddia eden kimse, karşısındaki kim olursa olsun, onun sevgisi Allah’adır, Rasülünedir ve mü’minleredir. Kalbinde diğerlerine en ufak bir sevgi besleyemez. Allah’ın mü’minlerden istediği budur.[27]

İnsanın, bir şeyin kârını ve zararını düşünmesi fıtrattandır. Bu âlemden başka âlem tanımayan kimse, yalnızca bu dünyadaki kârı ve zararı düşünür; dünyevî faydalar beklemediği hiç bir işe yanaşmaz. Fakat, ahiret gününe  inanan kimse, dünyevî fayda ve zararlara pek aldanmaz. Çünkü onun bütün kazancı ahirete yöneliktir. O mükafatını sadece Allah’tan bekler. Ona hayırlı bir iş götürüldüğünde, madden kaybedeceği bir şey olsa bile onu kaçırmamaya çalışır. Karşısına kötü bir iş çıktığında da, maddi faydası ne kadar olursa olsun ondan kaçınır. Kısaca mü’min ahirete yönelik çalışmalarda bulunarak, geçici dünya menfaatının para, servet, mal, mülk, mevki, şöhret gibi aldatıcı meta’larına aldanmaz. O bilir ki, dünya üzerinde bulunan bütün varlıklar, tüm dünyevi faydalar geçicidir; günün birinde hepsi yok olup gidecektir.

Yine insan,  günün birinde, güneşin soğuyup bütün enerjisini kaybedeceğini, yıldızların dökülüp yok olacağını ve bütün kainatın altüst olacağını yakinen bilmelidir. Kıyametten sonra da insana yeni baştan hayat bahşedileceği, insanların bu dünyadaki fiillerinin kayıtlar altında tutulup, kıyamet gününde ortaya konulacağı, kıyamette herkesin Allah tarafından hesaba çekileceği, bir kısım insanların (iman ve amel-i salih sahiplerinin) Cennet’e; bir kısım insanların (isyankarların) da Cehennem’e gireceğini yakinen bilir ve inanır.

Kur’an-ı Kerim’de Cennet ve Cehennem ehlinin tasviri şöyle yapılmaktadır:

“Kıyamet gününde birtakım yüzler ak, birtakım yüzler de kara olacak. O vakit yüzleri kara olanlara şöyle denilecek: ‘İmanınızdan sonra küfrettiniz ha.. İşte o küfrün cezası olarak tadın azabı.’ Ama yüzleri ak olanlar Allah’ın rahmeti içindedirler. Onlar orada (Cennet’te) ebedi olarak kalacaklardır.” (Al-i İmran: 3/106-107)

Mü’min ahirete iman ederken, bunu sözde bırakmayarak ahiret için ne gerekirse onu yapar, çünkü ahiret mutluluğunu kazanabilmek için önceden ahirete yönelik gayret ve çalışmalarda bulunur. Çünkü Alah Teala şöyle buyurmaktadır:

“Kim de mü’min olduğu halde ahireti ister ve çalışmasını da onun için yaparsa, işte bunların çalışmaları makbuldür.” (İsra: 17/19)[28]

 

Ahiretin Gerekliliği ve Ahirete İnanmanın Faydaları

 

1) Dünya insan için bir imtihan yeridir. İnsan akıl ve irade sahibidir. Allah, gönderdiği peygamberler ve kitaplarla insanlara hakkı ve batılı açıklamıştır. İnsan imtihan olunmaktadır, eğer İslam’ı seçerse cennete girecektir, yok batıl bir din seçerse cehenneme girecektir.

Hanginizin daha iyi amellerde bulunacağını denemek için, ölümü ve hayatı yaratan O’dur.” (Mülk: 67/2)

İnsana kendisine verilen nimetleri nerede kullandığı mutlaka sorulacaktır:

Sonra, yemin olsun ki, o gün (Kıyamet günü) mutlaka nimetlerden sorulacaksınız.” (Tekâsür: 102/8)                                                                                       

2) Dünyada bir çok haksızlıklar yapılmaktadır. Yapılan zülumlerin hesabı ahirette, dünyadan çok daha ağır bir şekilde görülecektir.

3) Yaptığı amellerin hesabını vereceğine inanan kimse hareketlerine dikkat eder. Çünkü, bilir ki yaptığı işlerden mes’uldür, ahirette hesap verecektir. Bu yüzden kendisi ve insanlık için iyi amellerde bulunur.

4) Ahirete inanmak insanlık için bir huzur ve teselli kaynağıdır. İnsan da her canlı gibi ölecektir. Bu yüzden insan için öldükten sonra dirileceği inancı büyük bir nimettir. [29]

 

Neden Âhirete İnanmalıyız?

 

Aslında bu soruyla birlikte kendimize bir çok soru daha yöneltmeli­yiz. Ahirete neden inanmamız gerektiği noktası o zaman aydınlana­cak­tır. Önce sosyal hayatımızda yaşadığımız gerçeklerden hareket ede­lim ve insanların bu dünyadaki hesaplaşmalarına bir göz atalım. Haksızlığa uğ­ramayan he­men hiç bir kimse yoktur. En güçlü insanlar, her istediğini zorla yaptırabi­lenler, krallar ve imparatorlar bile zaman zaman çok büyük haksızlıklara uğradıklarını söylerler. Bu bir yana, ger­çekten tarihin her döneminde zül­mün, terör ve işkencenin, en kor­kunç örnekleri bu dün­yada yaşanmıştır ve yaşanmaktadır. Nice haklar yenmiş, nice namuslar kirletilmiş ve nice can­lara kıyılmıştır. Birçok in­sanın, değil yalnızca malı ve meşru hakları, bilakis namusu ve canı gibi en değerli varlıkları bile saldırıya uğramakta, haksız yere kanları akı­tılmakta ve bir hiç uğruna ha­yatlarına son verilmektedir.

Peki bu karışıklıklar, bu zorbalıklar sonsuza dek hep böyle sürüp gi­de­cek mi? Haklar çiğnenecek, zayıflar ezilecek, zâlimlerin yaptıkları yanla­rında mı kalacaktır? Ama başımızı kaldırıp kâinâta şöyle bir bak­tığımızda görü­yoruz ki: İnsan tasavvurunu aşan bu muazzam varlık âleminin ya­radılı­şından, küçük bir yağmut taneciğinin bulut­tan yere inmesine varın­caya ka­dar cereyan eden bütün olayların hiç bir noktada şaşmayan olağa­nüstü incelikte hesapları, sebep ve sonuç­ları vardır.

Şimdi bu iki tabloyu yanyana koyalım, birbirine tamamen aykırı olan bu iki gerçeği karşılaştıralım. Bir cephesini, özellikle canlılar ara­sın­daki ilişki­lerin oluşturduğu bu iki gerçekten birinde âdetâ anarşi ve kaos egemendir. Hemen hiç bir şey mutlak ideale ve mutlak adalete da­yanma­maktadır. En güzel emekler, en büyük fedakarlıklar, en er­demli, hatta en yüce ve en kut­sal söz ve davranışlar bile ancak övül­mek sure­tiyle ödüllendirilmektedir. İnsan övgüsü ise hiç bir zaman mutlak bir ölçü olamaz. Çoğunluğun öv­güsü, olsa olsa bir tolerans ve bir yaklaşık­lık ifade eder ve övgüler birbirin­den çok farklıdır. Hatta bi­rinin göklere çıkardığı şeyi, bir başkası çirkin gör­mekte ve aşağılamak­tadır.

Buna karşın, yine Allah'ın eseri olan doğa sistemlerinin ve arala­rın­daki ilişkilerin oluşturduğu ikinci cepheye baktığımızda görüyoruz ki bu cephe tamamen matematiksel bir şekilde işlemekte ve bu sistem­ler oto­matik ola­rak işlevlerini yerine getirmektedirler. Örneğin cisimle­rin, maddelerin ve kütlelerin hareketleri, titreşimleri, hızları, çekim ve tep­meleri, akımları, ay­rışmaları, çökme ve açığa çıkmaları, nötr­leşme­leri, kaynama, buharlaşma, donma ve erime dereceleri, kırılma ve yan­sıma­ları, keza canlı yapıları mey­dana getiren sistemlerin işleyiş şekilleri ve bu sistemlerdeki hayat olayları, canlı cansız ilişkileri ve ta­biatın den­gesini sağ­lamada bütün bunların görev ve rolleri akılları durduran şaşmaz ve ince hesaplara dayanmaktadır.

Peki bu kadar dakik işleyen, asla sekmeyen ve şaşmayan böylesi ha­rika bir düzen ve disiplinin yaratıcı ve yöneticisi, nasıl olur da aynı za­manda bu sistemin bir parçası olan insan adındaki eserini başıboş bı­ra­kır, sonsuza dek onun, istediği şekilde davranmasına ve üstelik yap­tıkt­ları­nın da yanında kalmasına izin verir?    

Öyle ise bu iki cephe arasında çelişki gibi görünen bu durum geçici­dir ve mutlaka akıllı ve irâdeli yaratıklar yargılanacaktır. Cünkü Allah (cc) onları ve özellikle insanı diğer varlıklardan çok farklı yaratmıştır.  Allah (cc)'ın eserleri arasında ondan daha imtiyazlı bir varlık yoktur.

Örneğin melekler ve cinler de insanlar gibi akıllı ve irâdelidirler. Ama insan meleklerden de  cinlerden de daha özgür, daha bağımsız, daha çok yönlü ve daha zevklidir. Bu nedenle insan, sanat icra eder, müzik yapar ve dinler, olayları kritik eder, aklı ve irâdesi sayesinde düşü­nür, he­saplar ve ta­sarlar. Ondan sonra da kendince doğru, haklı ya da zorunlu gör­düğü ge­rek­çelere tutunarak seçimini yapar. Bu gerekçelerin, insan tarafından doğru, haklı  ya da zo­runlu bir hükme bağlanması, tamamen onun kişisel ve özgür irâdesinden doğar.

Dolayısıyladır ki insanların düşünce, görüş, inanış ve kanaatları ara­sında sürekli bir çatışma vardır. Bu çatışma, hayvanlar arasındaki kav­ga­lar gibi iç­güdüsel ve basit değil, bilakis, irâdeli ve genellikle ön­ceden plan­lıdır. İnsanın en haksız ve en vahşi davranışı bile muha­kemeli bir kriti­ğin sonu­cudur.  Onun içindir ki düşmanlıkları da ba­zan kuşaktan kuşağa zincirleme devam eder. Kan davaları, din, mez­hep, ırk ve milli­yet bilin­cine dayalı savaşlar bunu kanıtlamaktadır. Bu kavgalarda hangi taraf daha güçlü ise da­ima o, egemen olmaya çalışır. Yani insanlararası ilişki­lerde ölçü, her ne ka­dar yasalarla, geleneklerle, din ve ahlâk kural­ları ile belirlenmekte ise de in­sanın duyguları ve psikolojisi bu ölçüleri zaman zaman gizliden gizliye reddeder. Bu yüzden kaba güce baş vurur. Bütün haksızlıkların, dengesizlik­lerin ve mutsuzlukların kaynağı da işte budur.

Temelde ilâhî bir hikmete dayanan sürekli eşitsizliklerin neden ol­duğu haksızlıklar mutlak surette bir sonuca bağlanacak ve nötr bir or­tam sağlana­caktır. Bu da bir âhiret hayatının, bir hesap ve bilançonun kesin, kaçınılmaz ve şart olduğunu kanıtlamaktadır. Akıllı ve özgür insanın vicdanı, mantığı ve sağduyusu bunun tersini yalnız reddet­mekle kalmaz. Aynı zamanda (ileri sürülebilecek böyle bir tezi) bir hiç sayar ve onu asla tartışmaya yanaşmaz, hatta buna isyan eder ! Bu ger­çeğe bir örnekle açık­lık getirmekte yarar vardır.

Ahirete (yani ölüm sonrası yeniden dirilişe, hesaba, sırata, cennete, ce­henneme ve ebedi hayata) asla inanmadığını söyleyen insanların her birine denilse ki:

“Tamamen haksız yere ve faili mechul kalmak üzere kesinlikle öl­dü­rü­leceğin bir sırada ve - ölümü âdetâ her nefeste solumaya başladığın böy­lesi korkunç dakikalarda - seni bu tanıma sığmaz haksızlığa uğrat­mak ve bir hiç uğruna hayatına son vermek isteyen kimseye (ya da kimselere) karşı içinde hiç bir intikam duygusu sezmez misin?”

Böyle bir soruya muhatap olan sağduyulu, ruh sağlığına sahip ve aklı başında hiç bir insanın “Hayır.” demesi düşünülemez. Çünkü in­san bıçak altına yatan koyun değildir. Haksız yere idam cezasına çarptı­rıl­mış nice insanların sehpa üzerinde “Ben suçsuzum!” diye haykır­dık­ları bir ger­çektir. İşte insanın içinde haksızlığa karşı doğan ve kendi­li­ğinden bir kö­rüklenme ile kabaran, irâdeli, gerekçeli ve pek anlamlı bu itiraz ya da in­tikam duygusu Allah'ın âhiretteki mukadder, kesin, ideal ve mutlak ada­letini haber ver­mektedir ki âhirete inanmayan in­san bile bir haksızlığa hedef olduğu za­man bunu yapanın, hakettiği ce­zaya mutlaka çarptırılaca­ğına -her şeye rağ­men- içinden gizli gizli ina­nır. Ama bunu diliyle ikrar etmediği ve ev­ren­sel bir realite olarak ka­bul etmediği sürece mümin sa­yılmaz.

Ahiret inancı olarak bu gizli duygunun insandaki varlığına gelince, far­kında olsun ya da olmasın, onun doğasına kazınmış kesin bir mü­hür gibi zâten vardır. Çünkü insan, diğer bütün canlılardan farklı ola­rak -akıl kay­nağına bağlı- engin bir iç dünyaya sahiptir. Çeşitli inanış­lar, kültürler, anla­yışlar, yorumlar, fanteziler, sanatlar, ilimler ve fel­sefeler insanın bu zengin iç dünyasını haber veren kanıtlar cümbüşü­dür. Ondaki bilinç ol­gusuna da­yanan içsel fenomenler o kadar kalaba­lık, o kadar zengin, o ka­dar çetrefil ve karmaşıktır ki psikoloji bilimi bu derinliğin içinde âdetâ tı­kanmış, hatta bo­ğulmuştur! İnsanoğlu büyük bö­lümünü dışa vurama­dığı bu engin dünya­sını biyolojik ya­şamıyla ancak sürdürebilmektedir. Bu yaşam sona erince onun tanım­lara sığmaz dünyasının, verilen son ne­fesle geri dönüşsüz ola­rak bir mum gibi sö­nüverip ebediyyen kayıplara karışması hiç bir şekilde açıklanamaz! Dolayısıyla bu biyolojik yaşam sü­resince insanın, nefes­ten he­ceye işle­diği her fiilin bir muhasebesi -zamanı gelince- kesin olarak yapıla­caktır. [30]

 

Ahiret, Bilimsel Açıdan da Ölümün Çağrıştırdığı Bir Gerçektir.

 

Duygular ve eğilimler, gerçeklerin habercileridir. İnsan, en karma­şık gerçekleri bile doğasındaki duygular ve eğilimler sayesinde algılama im­ka­nını bulur. İşte ölüm olayının da temelinde inkâr edilemez bazı gerçek­ler vardır ki bunlar insanı daima meşgul etmiştir.

Belirtmek gerekir ki ölüm denince hemen herkes kendi içinde gizli bir huzursuzluk yaşar. Ancak hiç bir insan ölümü, tamamen yok olup git­mek gibi bir sonuç olarak düşünmez ve düşünemez; Hatta böyle dü­şün­meyi bile beceremez. Çünkü ölüm denince iki önemli nokta sözko­nusu olur. Bunlardan biri, Hiçlik ya da Yokluk kavramıdır. Diğeri ise, hiç­liğin asla tasavvur bile edilemeyeceği gerçeğidir.

Bu noktada, insandaki bütün duygu ve eğilimlerin mutlak surette ger­çek olan şeylerle ilintili bulunduklarını unutmamak gerekir. Kurgu, temel gerçekleri duyumsama açısından spekülasyon değildir. Yani bir şey eğer gerçekte varsa, insan onu düşünür, ya da düşünebilir. Aksine mutlak yokluğu düşünmek mümkün değildir. Onun için “Yokluk” kavramı, “Var” olabile­cek şeylerin, henüz bulunmuyor olmaları ilgi­siyle kullanı­lır. İşte bu nedenledir ki insan, ölüm sonrası bir hayatı dü­şünebilmekte­dir, hatta düşünmek zorundadır.

İnsanın, ölüm denince geçici olarak içsel bir huzursuzluk duyması ise aslında ölümden sonra  yeniden yaşanacak olan gerçeklerin bir çağ­rı­şımı­dır. Çünkü insanın düşünme mekânizmasında metafizik ve “Amorphe” ger­çekleri bile rahatça duyumsayabilen kabiliyetler var­dır. Nitekim bu gerçek­lerden biri de ölüm sonrası ebedî hayattır ki in­san işte bu hakikatı, sahip bu­lunduğu doğal bir dispozisyon sayesinde du­yumsar. [31]

 

Kur'an'da Âhiret 

 

“Ahiret” kelimesi Kur'ân-ı Kerim'de 115 kez geçmektedir. Bunun üç tanesi hariç 112 si ölümle başlayan ebedi hayatı amaçlamaktadır.

Ahiret, ölümle başlayan berzah âlemini, kıyamet olayını, sıratı, cen­net ve cehennem hayatını kapsayan geniş bir kavramdır. Ahirete inan­mak, Allah'a, meleklere, kitaplara ve peygamberlere inanmak gibi ima­nın temel erkanındandır. Dolayısıyla âhirete inanmayan insan imanın diğer rükünle­rini de inkâr etmiş ve kâfir olmuş olur. Ahiret hayatı hem ruh hem de be­denle yaşanacağından, mümin sıfatını ka­za­nabilmek için âhirete bu şekilde inanmak şarttır.

Cennete ve cehenneme ilişkin bazı tasvirlerin dışında âhiret hayatı­nın nasıl olduğu Kur'ân-ı Kerim'de çok ayrıntılı olarak açıklanma­mış­tır. Ahiretten Kur'ân'da 112 kez söz edilmiş olmasına ve ebedili­ğine rağmen onun böyle yarı kapalı tutulmuş bulunması, belki de dünyada sahip ol­du­ğumuz sınırlı duyu ve duygularla oraya ait olağa­nüstü şey­leri tam an­la­mıyla kavrayamayacağımızdandır.

Örneğin cennetin tasviri yapılırken süt, şarap ve süzme bal ırmak­la­rın­dan söz edilmektedir. [32] Dünyada da süt, şarap ve süzme bal var­dır. Ancak bunların ırmak şeklinde akması dünyadaki kaynaklar ve şartlar ba­kımın­dan imkansızdır. Keza cehennemde cezalandırılan in­karcılardan söz edilir­ken “...derileri piştikçe (yanıp dökülen cildin ye­rine)  onlara başka de­ri­ler vereceğiz (...)” (Nisa: 4/56) denilmektedir. Demek ki buna rağmen ce­hennem­deki in­san ölmeyecektir. Halbuki dünyada de­risi soyulup dökü­lecek kadar yanan insanın yaşaması imkansızdır. İşte bu nedenle, dünya­daki sınırlı akıl ve du­yularımızla pek kavra­yamaya­cağımız, bu örneklere benzer âhiretin olağa­nüstü gerçeklerin­den Allah Teâlâ ancak gaybın ipuç­ları olarak bu sem­bolik bilgileri vermiştir.

Kur'ân-ı Kerim'de daha çok hangi ilgilerle âhiretten söz edildiğine ge­lince bunu şu örneklerle özetlemek mümkündür:

1- Bakara Sûresi'nin 1-4 âyetlerinde: Gayba inanan, namaz kılan, Allah'ın verdiği mal ve serveti onun hoşnutluğu uğrunda harcayan, (Hz. Muhammed'e ve ondan önceki peygamberlere indirilen)  vahye ve âhirete inanan kimselerden söz edilmekte ve Kur'ân-ı Kerim'in bun­lar için yol gösterici olduğu ifade edilmektedir. Bundan çıkarılacak sonuç şudur:

Bu sayılan beş şey arasında güçlü bir ilgi vardır. Bunlardan Allah ve me­lek gibi gaybî gerçeklere ve Allah elçilerine inen kitaplara inan­mak, aynen âhirete inanmak gibi zâten imanın rükünlerindendir. Namaz kıl­mak ve zekât vermek de İslamın şartlarındandır. Dolayısıyla bunla­rın hepsi imanın bütünlüğü içinde birer temel unsurdur. Allah ve me­lek gibi gaybî gerçeklere inanan insanın, âhirete inanmaması düşünü­lemez. Keza namaz kılan ve zekât veren insanın da mutlaka âhirete imanı var­dır. İşte âhiret bu güçlü ilgi sebebiyle imanın diğer unsurları yanında ve onları tamamlayıcı olarak âyet-i kerimede yerini almıştır.

2- Allah Teâlâ, bazı âyet-i kerimelerde, kötülük yapanların âhirette na­sipsiz kalacağını, bazılarında da onların ağır şekilde cezalandırılacak­larını açıklamıştır. [33] Ahiretin bu ilgiyle bir ceza yeri olduğu açıktır. Bu nedenle insanın, işlediği fiilerden daima sorumlu olacağı ve eğer bir kötülük yap­mış, ancak pişman olmamışsa, ya da hak yemiş, ama zimmetini ibra et­tir­memişse öldükten sonraki âlemde bunun hesabını vereceği ve ha­kettiği ce­zaya çarptırılacağı anlaşılmalıdır. Şirk, Allah'a isyan, imansız­lık, nifak ve bir mümini kasten öldürmek gibi son derece ağır suçların âhirette cezası ebedi hüsrandır. Kur'ân-ı Kerim bunu açıkça ifade et­mektedir. [34] Bundan ise günahkar müminlerin cezalarının ge­çici ola­cağı sonucu çıkmaktadır. 

3- İman eden, iyi niyetle ve hayırlı faaliyetlerle bu dünyada Allah Teâlâ'nın hoşnutluğunu kazanan kimseler için de, âhiret ebedi bir mü­ka­fat yeridir. Kur'ân-ı Kerim'de buna ilişkin kanıtlar çoktur. [35]

Âhiret, Kur’an-ı Kerim’de 110 yerde geçer. Kur’an’da son gün anlamında yevmü’l-âhir şeklinde, dünya ile karşılaştırmalı olarak veya yalın halde geçer. Yalın halde el-âhire şeklinde kullanıldığı yerlerde ed-dâru’l-âhire tamlaması, yani “âhiret yurdu”, “diğer ülke” anlamında olduğu veya âhiret hayatı demek olduğu kabul edilir. Bu kullanılış şekillerinden de anlaşılacağı gibi âhiret kavramı ile dünya kavramı arasında sıkı bir münasebet vardır.

Kur’an-ı Kerim’de yüzden fazla terim ve deyim kullanılarak âhiret akidesi işlenir. Âhiretle ilgili âyetler hem Mekkî, hem de Medenî surelerde sık sık tekrarlanmaktadır. Bu tekrarın, konunun önemini vurgulamak, sorumluluk duygusunu pekiştirmek, dünya ile âhiret arasındaki psikolojik mesafeyi kısaltarak mü’minin ruhunu yüceltmek ve hayatını ebedîleştirmek gibi hedeflere yönelik olduğunu söylemek mümkündür. Bir çok surede kâinatın, özellikle insanın yaratılışından ve hayatın akışından bahseden âyetlerle âhiret hayatını tasvir eden âyetler yan yana yer almıştır. Kur’an’ın tasvirine göre dünya hayatı bir “oyun ve eğlence” bir “süs ve öğünüş”tür; “mal, evlat ve nüfuz yarışı”dır. Netice itibariyle o geçici bir faydalanış ve aldanış vesilesidir. Asıl hayat, âhiret hayatıdır. Gerçek anlamda huzur ve sükûn sadece ölümsüz âlemdedir.[36] Her ne kadar ölüm, geride kalanlar için acı ve hasret dolu bir olay ise de, imanlı gönüller için fânîlikten ebedîliğe geçişi sağlayan bir vasıtadır. O yüzden birçok âyette ölüm ve âhiret hayatı “buluşmak, sevdiğine kavuşmak” anlamındaki “lika (likaullah, likau’l-âhire) kelimesiyle ifade edilmiştir.

Asıl hayatın ikinci âlemde başlayacağına iman edenler, ölümün ebedî yokluk olmadığını kabul ederler. Henüz hayattayken, bu gerçek vatanın, baba yurdunun, sonsuz mutluluk hayatının özlemini duyar ve ona göre yaşarlar.

Kur’an-ı Kerim’in âhireti ispat metodu, “nereden geldim, nereye gidiyorum?” sorusuna tatminkâr bir cevap bulmaya dayanır. Düşünen her insanın sormaya mecbur olduğu bu sorunun birinci kısmında, kendisine ve içinde yaşadığı tabiata hâkim, mutlak kudrete sahip bir yaratıcının varlığına inanan kimse, sözkonusu sorunun ikinci kısmında da aynı düşünce tarzını devam ettirerek öbür âlemin ölümsüzlüğünü kolaylıkla benimser. Bundan dolayı Allah'a imanla âhiret gününe iman Kur’an’da sık sık ve birlikte zikredilmek suretiyle bunun ne kadar önemli bir ilke olduğuna dikkat çekilmiştir.

Dünyaya ilk gelişinde pek âciz bir canlı olan insan, hayatının daha sonraki devrelerinde fizyolojik ve psikolojik yönden gelişip tabiat içindeki en mükemmel yaratık haline gelir. Ondaki ruhî ve fikrî gelişme devam ederek, fıtratındaki özellik ortaya çıkarak kendisinde ebediyet duygusu meydana getirir. İnsanın, iyi düşünmeden, ilk bakışta yok oluş (fenâ) gibi telakki ettiği ölümden korkması veya öbür âleme inanmayanlarla ona hazırlıklı olmayanların ölümden ürkmesi de bu ebediyet duygusuna bağlanabilir. O halde daha mükemmel ve ölümsüz bir âlem olan âhiretin varlığını benimsemek insanın tabii yaratılışında, fıtratında bulunan bir özelliktir. Ancak, dünya hayatının câzibesi, kişinin fıtratındaki ölümsüzlük duygusunu unutturup tabiatındaki seyri durdurabilir.[37]

 

Cennet ve Cehennem

 

Ahiret hayatının, hesap ve mizandan sonraki en önemli ve kalıcı par­çası cennet ve cehennemdir.

Cennet, ebedî mükâfat yeri, cehennem ise ebedî ceza yeridir. Ne cen­ne­tin güzellikleri, ne de cehennemin korkunçluğu dille ifade edilir gibi değil­dir.

Kur’ân-ı Kerim’de “cennet” kelimesi yalın olarak 66 kez, ayrıca ta­kı­larla birlikte birçok kez; Cennet bahçeleri anlamına gelen “cennât” keli­mesi de 69 kez geçmektedir.

“Cehennem” kelimesi de 77 kez, aynı anlama gelen “cahîm” keli­mesi 25 kez, yine aynı anlamda kullanılan ve ateş demek olan “nâr” keli­mesi birçok defa Kur’ân-ı Kerim’de yer almıştır.

Bütün bunlar, dünya hayatının sona ermesi ve âhiretin başlama­sıyla birlikte çetin bir hesap döneminin kesinlikle yaşanacağını, şaşmaz ilahî ada­letin tecelli edeceğini açıkça haber vermektedir.[38]

 

Âhiret; Anlam ve Mâhiyeti

 

Âhiret, kelime olarak Arapçada son, diğer, sonra gelen demektir. Âhiret, dünya hayatını takip eden, ona benzeyen yönler olduğu kadar, benzemeyen yönlerin de olduğu daha değişik ve ölümsüz bir hayattan, ebediyet âlemine ait çeşitli merhaleler ve hallerden ibarettir. "Yakîn" ise, gerçeğe uygun ve herhangi bir şüphe ile ortadan kalkmayacak şekilde şek ve şüpheden uzak olan sabit ve kesin bir inanış, şüphe karışmayan kesin bilgi demektir.

Âhiret inancı, Allah’ın varlığını kabul eden hemen hemen bütün din ve düşünce sistemlerinde (tabii bu arada hıristiyanlık ve yahudilikte de) mevcuttur. Kur’an’da Hz. Nuh, İbrahim, Yusuf, Musa, İsa ve diğer peygamberlerin kendi ümmetlerine âhiret akidesini telkin ettikleri ifade edilir.[39]

‘Ahiret’, ahir kelimesinin dişil şeklidir ki, son, sonra olan demektir. Evvel (ûla) kelimesinin karşıtıdır. 

‘Ahiret’ kavram olarak, öbür dünya, ölümden sonraki hayat demektir. Kur’an’da çok sık yer alan bu kavram, bazen ‘yevmü’l ahira-ahiret günü’, ‘darü'l ahira-son   yerleşim yeri’ şeklinde, ifade edilmektedir.

Dünya hayatı için ilk (ûla), ölümden sonraki hayat için ise ‘ahiret (son hayat)’ denmiştir. Bu anlamda dünya, yakın ikamet yeri, ‘ahiret’ ise son ikamet yeridir. Kur’an, ‘ahiret’ kamramını sık sık dünya kelimesi ile birlikte kullanmaktadır.

Her ikisi arasında sıkı bir ilişki vardır. Ahiret dünya hayatını takip eden, ama ölümsüz bir hayatın adıdır. Bir başka deyişle ‘ahiret’, dünya hayatının sonuçlarının alınacağı, dünya hayatının değerlendirileceği zamandır. Kelime anlamı yönunden, sonradan gelen olduğu için, insanın ölümüyle başlayan bir hayattır diyebiliriz.

İslâma göre, hayat ölümle bitmiyor ve dünya hayatı da sonsuz değildir. Günün birinde tıpkı diğer canlılar gibi dünya hayatının tümü sona erecek, yani Kıyamet gerçekleşecektir. Kur'an bir taraftan Kıyametin mutlaka olacağını vurgularken, diğer taraftan da bu olaydan sonra başlayacak ‘ahiret hayatına’ ilişkin sahneleri gözler önüne sermektedir.

Dünyanın ölümü ‘zelzele saati’[40], ‘Kıyamet günü’[41] adıyla anılır. O gün gelince İsrafil isimli melek ‘Sûr’ denen bir alete üfleyecek ve Kıyamet saati başlayacak. Sûr'a ikinci üfürülüşten sonra insanlar dirilip 'mahşer' yerinde toplanmaya başlayacaklar.[42]

Kıyamet olayı olurken gökler yarılacak, güneş dürülecek, denizler kaynayıp kabaracak, dağlar yürütülecek ve atılmış yün haline gelecek, hem yer hem de gökler şekil değiştirecek.[43] 

Kıyamet olayından sonra yeniden diriliş başlayacak ve insanlar hesap vermek üzere mahşer’de bir araya gelecekler. İnsanlar öldükleri yerden Allah’ın izniyle kalkacaklar ve belli bir hedefe doğru yürüyecekler.[44] Bu hedef, yaşanılan hayatın hesabının verileceği haşr olma (toplanma) yeridir. Yapılanların değerlendirileceği, iyinin ve kötünün ortaya konacağı, ilâhí teraziyle (mizan’la) amellerin tartılacağı, mutlak adaletin gerçekleşeceği yerdir.[45]

İnkârcılar böyle bir günün olmayacağını kabul ederler. Böyle bir zamanın gelmeyeceğine  inanırlar. Kendi akıllarınca bunu isbatlamaya çalışırlar, hatta bu haberleri veren peygamberle ve Kur’anla alay etmeye kalkışırlar. Ancak Kur’an kesin ifadelerle bütün bu olayların olacağını, inkârcıların  reddetmelerinin sonucu değiştirmeceğini haber veriyor.[46]

Mahşer meydanında herkes hayatının hesabını verecek. Bu hesap görme işi yazılı belgelerden olacaktır. Bilindiği gibi Kur’an, insanların yaptıklarının ‘Kiramen-Kâtibín’ melekleri tarafindan yazıldığını haber veriyor.[47] Hesap zamanı melekler tarafından yazılan bu ‘amel defteri’  ortaya konacak ve ona göre bir değerlendirme yapılacak. Çünkü amel defteri insanın yaptığı her şeyi içerisine almaktadır.[48]

İlâhí adalet terazisi ‘mizan’da amellerin tartılmasından sonra, tartısı ağır olanlar, yani dünyada müslümanca yaşayıp çok sevap kazananlar kurtulacak; tartıları hafif gelenler, yani dünyada iken inkâr edenler ve Allah’a karşı gelenler hüsrana uğrayacaklar.[49]

Ahiretteki kurtuluş (felah); Cennet ve Allah’ın rahmeti, hüsran (zarara uğramak) ise, Cehennem ve sonsuz üzüntüdür. Cennet, sonsuz nimet ve mükâfat yeri, Cehennem ise, sonsuz azap ve ceza yeridir. Dünyada iken Allah’ı razı etmeye çalışanlar, Allah’a teslim olarak salih amel işlemeye çaba harcayanlar, bunun sonucunu orada mükâfat olarak göreceklerdir. Dünyada iken Allah’ı tanımayan, kendi hevasına (aşırı istek ve tutkularına) uyarak, Allah’ın emir ve yasaklarını çiğneyenler, ahireti inkâr ederek sürekli günah işleyenler de bunun karşılığını alacaklardır. Kim zerre kadar hayr işlerse onun karşılığını, kim de zerre kadar şer işlerse onun karşılığını görecektir.[50]

Dünyada iken mü’min olarak iyilik yolunu seçenler sayısız nimet içinde olurlar.[51] Dünyada mü’minlerle alay edip, günah işlemeye devam edenler ise ceza yerine gönderileceklerdir.[52]

(Ahiretle ve oradaki olaylarla ilgili çok sayıda âyet ve hadis bulunmaktadır. Biz bir kaç örnekle yetiniyoruz.)

Kur’an Ahiret gününe ‘Din Günü’ de diyor. Yani karar günü, insanlar hakkında kesin hükmün verileceği, hesapların görüleceği gün demektir.[53]

         

Ahiretin Diğer İsimleri:

        

Kur’an ahiret gününe bir çok isim vermektedir. Ahirete bu kadar ismin verilmesinin sebebi onun pek çok yönüne dikkat çekme ve gün hakkında daha fazla bilinç vermek içindir.

Ahiretin, ‘yevmü’l kıyame-Kıyamet günü’, ‘yevmü’l hesap-hesap günü’ gibi bilinen adlarını yanında bazı isimleri de şunlardır:

‘Yevmü’l hurûc’, çıkış günü[54],

‘Yevmü’l ba’as’, diriliş günü[55],

‘Yevmü’l cem’’, toplanma, bir araya gelme günü[56],

‘Yevmü’l huld’, sonsuza dek sürecek gün[57],

‘Yevmü’l azife’, yaklaşan gün[58],

‘Yevmü’l karar’, devamlı yerleşme günü[59],

‘Yevmü’l Fasl’, kesin karar günü[60],

‘Yevmü’l hasre’, pişmanlık günü[61],

‘Yevmü’l ma’lûm’, bilinen gün[62],

‘Yevmü’t teğâbûn’, aldanma günü[63],

‘es-Sa’a’, saat, an[64],

‘el-Hâkka’, gerçek olan[65],

‘el-Karia’, büyük olay[66] ve diğerleri.[67]

        

Ahiret Gerçeği:

        

Ahiret’in bir adı da ‘gayb âlemi’dir. Yani insanlar tarafından dünyada iken bilinmesi, idrak edilmesi mümkün olmayan bir şeydir. Gayb, gözden kaybolan, duyularla idrak edilmeyen, insan bilgisi dışında kalan gerçektir. Bir şeyin ğayb oluşu insana göredir. Şüphesiz Allah hakkında böyle bir şey düşünülemez. Allah (cc) gayb âleminin ve görünen her şeyin şahididir (tanığıdır).[68]

Gaybın bir kısmı Allah’a aittir. Hiç kimse onu bilemez ve anlayamaz.[69] Bir kısım gayb’lar idrak edilemezler, ancak varlıkları bazı deliller ile ve kuvvetli haberlerle bilinir. Allah’ın varlığı, Ahiretin olacağı, meleklerin varlığı gibi.

Bütün bunları peygamberlere gelen vahy ile ve vahyin yazılı olduğu Kur’an ile öğreniyoruz. Bir şeyin duyu organlarıyla idrak edilememesi onun yokluğuna, var olmadığına delil olmaz. İnsan duyularının henüz ulaşamadığı; ama var olan, hissedilen, başka canlılar tarafından duyulan nice şeyler vardır.

Ahiret hayatı, insan için gayb haberlerindendir. Ahiretin olması akla ve ilme aykırı değildir. Çünkü, ahiretin olacağını haber veren kaynaklar en kesin haber kaynaklarıdır. Yani Allah’tan gelen vahy ile o vahyi insanlara tebliğ eden Peygamberdir. Akıl yönünden de ahiretin varlığı kaçınılmazdır. Bilindiği gibi, insanlar aynı seviyede değildirler.

İyileri, kötüleri, merhametlileri, zalimleri, iyilik yapanları, kötülük yapanları, çok ibadet edenleri, hiç ibadet etmeyenleri vardır. İyilere mükâfat, kötülere gereken cezanın dünyada verilmesi mümkün değildir. Hem bu karşılıkları kim verebilir ki? Âlemlerin Rabbi insanı dünyada serbest bırakmış, ancak yaptıklarının karşılığını ceza ve mükâfat olarak ahirette verecektir.

Bu açıdan ahiret inancı, hayatı düzene koyan, iyilik duygusunu artıran, kötülükleri azaltan, kişinin hayatını kontrol eden en önemli inançtır. Yaptığı iyiliklerin karşılığını görmeyen, en adi suçları işleyenlerin cezalandırılmadığını, zalimlerin yaptıklarının yanına kâr kaldığını gören; erdemin ve iyiliklerin anlamsız, hayatın bir hiç olduğunu düşünebilir. Bu bunalımdır, insanın içindeki umutsuzluktur. Halbuki Ahiret inancı kişiye umut verir, onu amaçsızlıktan kurtarır.

Ahiret inancı sürekli bir diriliştir. Öldükten sonra dirileceğini, iyiliklerinin ve kötülüklerinin karşılığını alacağını bilen bir kimse devamlı hareket halinde olur, kendini yeniler, eksikliklerini tamamlar, dünyaya dalmakla, günaha batmakla, değersiz şeylerin peşine koşmakla öldürdüğü benliğini her gün yeniden diriltir, kalbini sonsuzluk sevdasıyla meşgul eder.

Ahiret inancı, yaratılışın, yani dünya hayatının var oluş sorusunun cevabıdır. Bir başka açıdan, bu hayatın devamıdır. Sürekli olan Ahiret hayatının iyi veya kötü temelleri dünyada iken atılır. Burada yapılanlar, oradaki hayatın rengini belli edecektir. Buradaki tercih, orada hedeflediğimiz şeyin tercihidir. Sonsuz mutluluğu isteyenler, çok kısa, geçici ve evcilik oyununa benzeyen dünya hayatına razı olurlar, az bir zevkle yetinirler. Bunun karşılığında ise, sonsuz mükâfatı ve saadeti kaçırırlar, ateş azabını kendi elleriyle kazanırlar.[70]

Ahiret  hayatı ‘ba’sü ba’de’l mevt-ölümden sonra diriliş’tir. İlginç olan bir nokta da Allah’ın insanlara peygamber gönderme olayına da ‘ba’s’ denilmesidir. Yani peygamberler getirdikleri mesajla insanların dirilişine sebep olurlar. Diriliş ancak, ilâhí mesajı dinlemekle olur. Bununla dirilenler, batıl ve sapıklığın uykusunu ve ölümcül kötülüğünü bir tarafa atanlar, ölümden sonraki dirilişte de yüzleri ak[71], tartıları ağır[72],  kitabı (amel defteri) sağdan verilmiş bir halde[73] nimetlere ve güzelliklere, yani kurtuluşa kavuşacaktır.

Ahirete iman İslâmın inanç esaslarından biridir. Allah inancı, Peygamber inancı ve ahiret inancı; üçü birbirini izler. Kur’an, Allah’a imanla ahirete imanı sürekli beraber anmaktadır. Bu, Allah’a imanın ancak ahiret inancıyla bütünleşeceğine işarettir. Çünkü, yalnızca Allah (cc) var deyip, O’nun insan için getirdiği ölçülere uymamak, ya da bu ölçülere uyup uymamanın sonucunun görüleceği Ahireti hesaba katmamak doğru değildir.

Allah’a iman eden mü’min, hayatını inandığı dine göre yaşar, sonra da Ahiret kurtuluşunu umit eder, Cenneti kazanacağına umut besler. O bilir ki Cennet, dünyada iken takva üzere yaşayan ‘müttakiler’ için hazırlanmıştır.[74]

Ahiret inancı dünya hayatını düzene koymamızı, daha iyi insanlar olarak yaşamamızı sağlar. Ahiret olmayacaksa -haşa-, müslümanların nefislerinin zevkine göre yaşamadıkları için pek zararları olmaz. Ama ahiret hayatı gerçekleşecek olursa -ki mutlaka olacaktır-, ona inanmayanların zararı çok büyük olacaktır. Hz. Ali (ra) Ahirete inanmayan birine şöyle demiş:   

“Benim dediğim olursa (Kıyamet olayı olursa) sen zararlı çıkarsın. Senin dediğin olursa (ölümden sonra bir hayat olmayacaksa) ben zararlı çıkmam.”[75]

 

Yakînî Bilgi, Kesin İnanç

 

Yakînî bilgi, kendisinde şüphe olmayan bilgidir. Müttakiler, âhireti gözleriyle görmemişlerdir ama gözlerini yaratan Allah, âhiretin varlığını haber verdiği için şüphesiz iman ederler. Gözün görmesinde yanılma ve yanlışlık olabilir, fakat Allah'ın verdiği haberde yanlışlık olmaz. Çölde su görüp de ona doğru koşan insan, çoğu zaman su yerine serapla karşılaşabiliyor. Bu sebeple biz Allah'ın haberine gözlerimizle gördüğümüzden daha fazla inanırız. "Bu dünya hayatından başka hayat yoktur. Ölürüz ve yaşarız. Biz, diriltilecek değiliz." (En'âm: 6/29; Mü'minûn: 23/39; Câsiye: 45/24) diyen insanlar, mevsimlik böcekler gibi hiç görmedikleri baharı inkâr etmekteler. Ama, bu kışın bir baharı, bu dünyanın da bir âhireti var.

Ana rahmindeki bebeğe "buradan daha geniş bir dünya var" deseniz, gülüp geçebilir. Bu dünya da, âhiretin ana rahmidir. Bu toprak ana üzerinde yaşar, büyür ve ölerek âhirette doğarız. Baharda doğan, yazın gençliğini yaşayan, güz mevsiminde ölen, kardan kefenlerle toprağa gömülen çekirdeklerin baharda İsrafil'in surunu andıran ılık rüzgârlarla çiçeğe dönüşmeleri, âhiretin varlığını bize hatırlatan âyetlerdir.[76]

Âhiret konusu, İslâm'ın olmazsa olmaz ilkelerinden biridir ve sanıldığından çok daha fazla pratik değerlere sahiptir. Müslümanın arz üzerinde küçük ve büyük günahlardan kaçınabilmesi, dünyayı gözünde küçültüp, şehid cesaretini elde edebilmesi, dünya müstekbirleri-ne meydan okuyabilmesi ancak bu inancın sağlamlığı ölçüsünde mümkündür. Âhiret inancı, kesin bir kanaat, bir bilinç, bir şuurdur. Yani, insan hayatına yön veren yerleşik bir idrak etmedir. Bu yüzden âyette  "yûkınûn (yakînen iman)" istenmiştir.

Bir bilginin, ya da fikrin insanda, yakînen iman olması, şuur/bilinç haline gelmesi, o düşüncenin kişi gözüyle görüyor, şahid oluyor gibi konuyla kendi arasında yakınlık kurmasıyla, o düşüncenin kişiye mal olmasıyla mümkündür. Bir konu hakkında yakîne, şuura sahip olan kişi, o konu hakkında fikrî üretkenliğe ulaşabilir, bunu rahatlıkla başkalarına aktarabilir. Bundan da önemlisi, bundan elde ettiği bakış açısı ve yönelişi kendini ilgilendiren diğer alanlara da taşıyabilir. Öyleyse, çoğu insan tarafından ilme'l- yakîn olarak bilinen âhiret konusunun ayne'l- yakîn seviyesine taşınması gerekir.

Ayne'l-yakînde kişi, şahid olduğu şeyi gerçekmiş gibi görür. Ama bütünüyle duyumsayamaz. Çünkü bu seviye, hakka'l-yakînin alanına girer. Öyleyse ayne'l-yakînin güçlendirilmesi için sembollere, teşbihlere ihtiyaç vardır. Bu teşbih ve semboller yoluyla âhiret tasvir edilir. Kalp gözü açık olanlar, bu tasvirin en uç noktasına, yani sınırına varabilirler. Bizzat müşahede ise şüphesiz öldükten sonra olacaktır. İşte müslümanların âhirete imanları bu minval üzere olursa, âhiret konusu bir şuur haline dönüşecek ve pratik hayata aksedecektir.

Hayata birkaç damla su ile başlayıp ölümden sonra sonsuzluğa uzanan biz insanların ölüm sonrası hakkında ciddi endişelerimiz yoksa; bu, hem dünyevî hayatımız, hem de uhrevî hayatımız için büyük bir tehlikedir. Bugün insanların kafalarında taşıdıkları endişelerine bakın; tamamının veya tamamına yakınının dünyevî endişeler olduğunu göreceksiniz. Kalabalık bir şehrin en yoğun noktasında durun ve oradan geçen binlerce insandan her birine şu soruyu yöneltin: "Şu anda neyi düşünüyordunuz?"  Hiçbir insanın, "şu anda, bir gün öleceğimi ve yaşadığım hayatın hesabını vereceğimi düşünüyordum"  dediğini kolay kolay duyamayacaksınız. İnsan, başına yüzde yüz gelecek ölüm olayını ve hesaba çekilmeyi düşünmeden nasıl yaşar? Fakat, maalesef yaşıyorlar; buna yaşamak denirse.

Müslüman, hayata tevhid penceresinden bakmak zorundadır. Tevhid, birlemek demek olduğuna göre, laik bir anlayışla dünya ile âhiret arasını ayırmak bu inanca zıt olacaktır. Âhiretten ayırdığımız dünyayı, tekrar âhiretle birleştirmek zorundayız. Sadece ölüme kadar olan süre olarak algıladığımız istikbal (gelecek) kavramını, ölümden sonrasını da içine alacak şekilde anlamaya ve bu anlayışı gündelik yaşayışa geçirmek, kulluk görevimizdir.

Bir ayağımız âhirette; bir ayağımız dünyada, bir gözümüz âhirette; bir gözümüz dünyada ve bir kulağımız İsrafil'in surunda; bir kulağımız dünyada olarak yaşarsak dünya-âhiret dengesini kurmuş oluruz. Yoksa hem kendimiz, hem de bizden etkilenen her şey fesada uğrayacaktır.  "Öyle binalar ediniyorsunuz ki, sanki içinde ebedî kalacaksınız!" (Şuarâ: 26/129) [77]   

 

Âhirete İmanın İnsan Hayatındaki Yeri

 

İnsanlara bakıyorsunuz, sulu ve yeşillik bir yer görünce, hemen hafta sonu orada birkaç saat zevkli anlar geçirmek için piknik programları yapıyorlar. Ama aynı insanlar, Allah'ın, altından ırmaklar akan yeşillik mekânında (cennette) ebedî piknik yapmanın programını yapmıyorlar. Veya yazın sıcak günlerinde 40-50 derecelik sıcağa dayanamayıp kaçan insanlar, o dehşetli günün ve yerin (cehennemin) bilmem kaç bin derecelik sıcağından korunmuyorlar. Şu hayatta apartmanlar ve villalar yaptırmaya kalkan insanlar, öbür tarafta bir gecekondu olsun yapmaya kolay kolay kalkışmıyorlar. Sanki bir gün oraya gitmeyeceklermiş gibi. Yine bu insanlar, şu hayatta, boğazlarından kısarak kooperatiflere yazılıyorlar. Yazıldıkları daireyi elde edip içinde rahat bir şekilde oturmak için canları çıkarcasına yıllarca taksit ödüyorlar. İyi, olsun, ev dünyada bir ihtiyaçtır ama, aynı kişiler cennet kooperatifinden bir köşke talip olup da  "taksitlerini düzenli bir şekilde ödeyeyim; günü gelince bana anahtarı teslim edilsin" diye düşünmüyorlar. Yine bu insanlar, mahkemeye düştüklerinde beraat etmek için ellerinden geleni yapıyorlar. En iyi avukatı tutuyorlar, hakimi görmek gerekiyorsa görüyorlar... Ama aynı insanlar, birgün kurulacak olan ilahî mahkemede berat etmek için pek de fazla bir çaba harcamıyorlar.

Biz birine iyilik yapsak, adam karşılığında teşekkür etmeden çekip gitse "ne karaktersiz bir adam; o kadar iyilik yaptım, bir teşekkür bile etmedi. Nankör, sen bundan sonra görürsün!" deriz. Ama biz aynı şeyi Allah'a karşı yapmıyor muyuz? Evet, bütün meseleler gelip âhirete ve dirilişe ciddi manada iman (yakînî bir bilgi ve kesin bir inanç) noktasında düğümleniyor.

"O (Allah), hanginizin daha güzel amel işleyeceğini denemek için ölümü ve hayatı yarattı." (Mülk: 67/2) 

Bu âyetin ifadesiyle hayata baktığımızda sanki bir terslik varmış gibi görebiliriz. Çünkü biz insanlar, önce yaşar sonra ölürüz; ama âyette önce ölüm, sonra hayat denilmiş. Burada Allah bize şunu ima ediyor: "Hayatı anlamak ve doğru yaşamak istiyorsanız, önce ölümü anlamalısınız." İnsanın hayatı nasıl anladığı, her şeyden önce ölümü nasıl anladığına bağlıdır. Eğer siz ölümü bir bitiş ve yok olma  şeklinde anlasanız, hayatı da "nasıl olsa ölüm var; o halde ölmeden önce ne yaparsam kârdır" şeklinde anlar ve öyle yaşarsınız. Ama ölümü bir bitiş değil de, aksine bir diriliş ve gerçek hayat olarak anlarsanız, o zaman hayatı;  "en ince teferruatına kadar hesabının verileceği bir olay"  olarak anlar ve o şekilde yaşarsınız. Herhangi bir şey yapmadan önce, onun hesabını yapar, hesaba çekileceğiniz bilinciyle hesaplı ve ölçülü davranırsınız. [78]      

 

Âhiret Şuuru

        

Kur'an'ın, üzerinde en fazla durduğu konuların başında âhirete iman gelir. İnsanların İslâm'a girmeleri, Allah'ın dinine teslim olmaları ancak bu iman ile mümkündür. Bunun için âhiret konusunun en fazla işlendiği sureler Mekkî surelerdir. Bunun böyle olması kaçınılmazdı. Çünkü  müşrik,  kâfir,  ya  da putçu her ne olursa olsun, insanların her tür şirk, küfür ve cahiliyye düşüncesinden temizlenmeleri ve hayatlarının bütününde İslâm'ı kendilerine bir yaşam biçimi edinmeleri, bu iman ile mümkündür. Herşeyden önce Allah'a ve bu dünyadan sonra gelecek ebedî âhiret hayatına inanmayan bir insanın, yeryüzünde şeytanın oyunlarına karşı sebat etmesi, canı ve malı pahasına mustaz'afların haklarını savunup zalimlere karşı durması beklenemez. Bu insanlar, yaşadıkları hayat gereği, tüccarca bir felsefeyi kendilerine rehber edinmişlerdir. Yaptıkları her tür iyilik ya da yardımın karşılığını bu dünyada ve dünyanın geçer akçesiyle almak isterler. Oysa İslâm, müslümanlara böyle bir şey va'detmez. Aksine insan, akidesi için sadece malını ve dünyevî zevklerini değil, canını bile feda etse, bunun karşılığını yalnızca âlemlerin rabbı olan Allah'tan beklemek zorundadır. Allah'a teslimiyet, dünyevî zevk, rahat ve menfaatlerden ferâgat anlamına geldiğine göre sağlam bir âhiret inancı, mü'minde olmazsa olmaz bir özellik demektir.                                                                      

Sağlam bir âhiret inancına sahip olmayan bir insanın, cahilî düşünce ve yaşayışlardan uzak durması, imkân haricindedir. Bu yüzden Kur'an, her konuda olduğu gibi, bu konuda da en doğru yolu takip etmiş ve yeryüzünde Allah'ın hilafetini yüklenecek ve ilahî adaletini arz üzerinde tesis edecek insanları somut haram ve helallerden uzaklaştırmadan önce, yakîn bir âhiret (ceza-mükâfat) inancına davet etmiştir. Nitekim Mekke'de de böyle olmuş ve namaz, oruç, hac, içki, zina gibi konularla ilgili hükümler gelmeden önce bu inancın sağlamlaştırılmasına uğraşılmıştır.

İnsanın fıtratından uzaklaşıp, gittikçe artan bir hızla nefsini, dünyevî ve hayvanî zevkini öne çıkartan bir anlayışla gücü yettiği her şeye hükmetme istemesi her yerde fesadı artırmıştır. Bunun sonucu olarak, İslâm'dan uzak anlayış ve yaşayış; insandan tabiata, felsefeden bilime, dinden siyasete hemen hemen her şeyin dengesini altüst etmiştir. İşin garibi, modern insan, bu altüst olmuş dengenin hâlâ en iyi olduğunu ve ilerleme felsefesi gereği daha da iyi olacağını söylüyor. Bu dengenin bozulması sonucu adaletin arz üzerindeki tesisi de ortadan kalkmıştır. Ve artık yeryüzünde suç işleyen, zulmeden, milyonlarca mustaz'af insanı sömüren müstekbirler, emperyalistler, çağdaş firavunlar cezalandırılmadan bu dünyadan ayrılıyorlar. İşte bunların nihaî cezasını Allah, âhirete saklamıştır. Adalet konusu, sadece kâfir ve mücrimlerin suçlarıyla değil, aynı zamanda müslümanların ecirleriyle de ilgilidir. "Göğü, yeri ve ikisi arasındakileri boş yere yaratmadık; bu, inkâr edenlerin bir zannıdır. Bu yüzden o inkâr edenlere ateşten helak vardır. Yoksa biz, iman edip iyi işler yapanları yeryüzünde bozgunculuk yapanlar gibi mi tutacağız? Yoksa muttakîleri, yoldan çıkaranlar gibi tutacağız?" (Sâd: 38/27-28)

Bu dünyada sırf Rabbinin rızasını gözeterek her tür meşakkate katlanan, Allah'ın davası için işkence, hapis, kınanma, işinden edilme gibi her tür zorluğa göğüs geren insanların, Allah'ın bir lütfu olarak âhirette bir karşılığının bulunması gerekir. Gerçi bir müslüman, dünyada sırf Rabbine olan bağlılığından dolayı gördüğü eza ve cefalarla hiçbir zaman alçalmaz; aksine O'nun katında daha fazla yükselir. [79]

 

Yaratılışa İnanan, Yeniden Yaratılmaya da İman Eder

 

Yaratılış olarak da âhiretin varlığında şüphe edilemez. Müşriklerin kesin inkârlarına getirdikleri en büyük delil; yok olan, toprağa karışan insan bir daha nasıl diriltilebilir? Oysa âlemlerin rabbi olan Allah'ın buna gücü elbette yeter.

"Elbette gökleri ve yeri yaratmak, insanları yaratmaktan daha büyük (bir şey)dir. Fakat insanların çoğu bilmezler. Kör ile gören bir olmaz. İnanıp salih ameller yapanlarla kötülük yapan bir olmaz. Ne kadar az düşünüyorsunuz! (Kıyamet) saat(i) mutlaka gelecektir. Bunda asla şüphe yoktur. Fakat insanların çoğu inanmaz-lar." (Mü'min: 40/57-59)

"Yaratılışça siz mi daha çetinsiniz, yoksa gök mü? (Allah) onu yaptı. Kalınlığını (tavanını) yükseltti, onu düzenledi." (Nâziât: 79/27-28)

"De ki: 'Allah sizi yaşatıyor, sonra sizi öldürüyor, sonra sizi kendisinde şüphe olmayan günde toplayacaktır. Fakat insanların çoğu bilmezler." (Câsiye: 45/26)

Öldükten sonra dirilme; bir de insanın yaratılış felsefesi ile ilgilidir. Peygamberimiz: "insanın dünyada bir yolcu, dünyanın da ağaç altında bir solukluk dinlenme yeri" olduğunu söylemiştir. Yani başı O'ndan gelen ve sonu yine O'na ulaşacak olan bir yolculuk. (İnnâ lillâhi ve innâ ileyhi râciûn.). Bu yolculukta insan başıboş bırakılmamıştır.

"İnsan, başıboş bırakılacağını mı sanır?" (Kıyâme(t): 75/36).

"Bizim sizi boş yere, bir oyun ve eğlence olarak yarattığımızı ve sizin bize döndürülüp getirilmeyeceğinizi mi sandınız?" (Mü'minûn: 23/115).

Allah, insanı boş yere yaratmadığına göre, helakını da boş yere yapmayacaktır. Bu dünyada kendisine bu kadar nimet ve hasletler verilen, mahlukatın en şereflisi kılınan ve tüm bunların karşılığında sadece Allah'a kulluk etmesi istenen insanın, tüm bu imkân ve lütufları boş yere harcaması, ya da sırat-ı müstakim doğrultusunda kullanması karşılıksız kalmayacaktır.

"...(O müttakiler) âhirete yakîn olarak iman ederler. İşte onlar, Rablerinden bir hidâyet üzeredirler ve kurtuluşa erenler de onlardır." (Bakara: 2/1-5).

Âyette geçen yakînen iman önemlidir. İslâm'ın temel özelliklerinden birisi, insanları, gaybe imana davet etmesidir. Bu gaybın varlığı, bizim duyularımızla müşahede edilmez; aklî çıkarsamalar ya da mantıksal önermelerle de bilinmez. Aksine gaybe imanın en sağlam teminatı, sadık habere duyulan güvendir. Kur'an gibi sadık bir haberde herhangi bir yanlışlık ya da tezatlık olmayacağına göre, gaybin varlığı da kesindir. Âhiret gaybî olduğuna göre, ona yakînî iman da ancak Allah'a olan  imanla mümkündür. Çünkü gerçek yakîn, bizatihi müşahede iledir. Oysa âhiret konusunda böyle bir imkân yoktur. Dolayısıyla konu, Allah'ın sözüne iman ile alakalıdır. [80]

 

Âhiret Anlayışı Bizi Dirilişe Ulaştırır/Ulaştırmalıdır

 

Bugün yaşadığımız toplumda âhiret inancı, bir mit ve hurâfeler yığını olarak yaşamaktadır. İnsanlar bu inancın getirdiği her tür dinamizm, coşkunluk ve aşktan fersah fersah uzaktadırlar. Bu avamî anlayış, tevhid bilincine sahip mücadeleci müslümanlar için geçerli değildir. Avamdan, ya da ehl-i dünyadan birisi yaşadığı hayat ve sahip olduğu hayat felsefesince âhirete inanmaktadır ve büyük bir ihtimalle de kendini cennette görmektedir.

Gerçek müslümanlar için durum çok farklıdır. Çünkü müslümanlar 'dünyadadırlar'  ama,  'dünyadan ve dünyevî'  değildirler. Dünyada, bütün ömürleri boyunca bir yolcu ya da garip gibidirler. Yani onlar, niçin yaratıldıklarını, nasıl yaşayacaklarını ve buna bağlı olarak sonlarının nereye ulaşacağını bilen insanlardır. İnsan, şu anda yaşadığına göre, öncelikle bilmesi gereken; nasıl yaşayacağı ve sonunun ne olacağıdır. Aslında son dediğimiz şeye, fazla uzak gözüyle bakıl-mamalıdır. Çünkü "Dünya" kelimesi, denâ'dan gelir ve 'yakınlaştırılmış şey'  demektir. Demek ki dünya, insanın akıl ve idrak tecrübesine ve bilincine yakınlaştırılmış bir şeydir. Yakına getirilen şeyin (dünyanın) tabir caizse bizi kuşatması ve etkilemesi gerçeği, bilincimizi, son varış yerimizden (âhiretten) başka yöne çevirir. Bu son gidilecek yer,  'daha sonra'  geldiğinden; bize  'uzak'  gibi gelir. Halbuki bu,  'yakın'  olan (dünya)nın sebep olduğu yanılsama ve şaşırtmacadan dolayı böyledir. Yani, son, âhiret bize o kadar uzak değildir. Uzak sanmamız, duyularımızın bizi yanıltması nedeniyledir. Öyleyse yaşadığımız ile ulaşacağımız sonu düşünmek ve her anımıza bir muhâsebe yapmak durumundayız.           

Müslüman birey, kendi bilinç ve dimağını devamlı diri tutmak zorundadır. Bir taraftan cahilî yaşamın, diğer taraftan nefsin/şeytanın öne sürdüğü zaaf ve oyalanmalar arasında kalan birey, cihadın herşeyden önce bunlara karşı verilmesi gereken bir mücadele olduğunu bilmelidir. Bunun sağlanabilmesi ise ancak yaşanılan dünyadan ve hayattan daha yüksek, yüce ilkelere, hedeflere bağlanmakla mümkündür. Bu ilke ya da hedef, günlük yaşamadan ve denîlikten uzak ve yüce olduğu ölçüde bu hayatı anlamlı kılabilecektir. Hangi düzeyde olursa olsun, müslüman birey için mücadele zorunlu olduğundan, mücadeleye liyakat için fertlerin dimağlarını her zaman diri tutacak donanımlara, eskimeyen kaynaklara ihtiyacı vardır. İşte bu kaynakların başında âhiret inancı gelir. Kişi, dünyanın geçici zevklerinden, korku ve umutsuzluktan, hedef sapmalarından ve hilâfet görevini unutmaktan, ancak bu inanç ile uzaklaşabilir. İnsanoğlu nisyâna  (unutmaya)  meyillidir  ve  nisyan  arttıkça  isyan  ve  sapma  da  artar.   Dahası,  insanın gönlünde iki ayrı (üstelik zıt) ilkenin, idealin ya da duygunun bulunması mümkün değildir. Bir yandan hilafet görevini yerine getirmeye çalışmak, özgürlük ve adalet için mücadele etmek, bir yandan da dünyanın ve şeytanın geçici oyunları, hileleri karşısında aldanmak, korkmak ve zavallı yaşam biçimlerine istek duymak, bir müslümanın şahsında birleşemez.

"Dünya hayatını âhiret hayatı karşılığında satanlar, Allah yolunda savaşsınlar. Kim Allah yolunda savaşır da öldürülür ya da galip gelirse, biz ona yakında büyük bir mükâfat vereceğiz." (Nisâ: 4/74).

Allah'ın yolunda mücadele, -alanı ve biçimi ne olursa olsun- ancak dünya hayatının satılmasından sonradır. Sağlam bir irade ve direnme duygusuna sahip olmayan insanların, düşmanın güç ve oyunları karşısında kısa zamanda umutsuzluk ve korkuya düşmesi mümkündür. Halbuki sorgulama, tahkir edilme, işkence görme ve nihâyet şehidlik ile kaybedecek hiçbir şeyi olmadığını; aksine cennetlere ve bunun ötesinde temiz ve özgür bir ruha sahip olacağını ve Rabbinin huzuruna bu tertemiz haliyle çıkacağını bilen bir insan için, korku son derece arızî bir şeydir. [81]

 

Gündüz Yaşıyor, Gece Ölüyor, Sabah Diriliyoruz

 

"Niçin varsın?" şeklindeki soruya "yok olmak için" şeklinde cevap vermek, var olan ve yaşanılan her şeyi bir anda anlamsız kılmak demektir. Öyle ya, siz bir şey icad eder, bir şey var edersiniz; ardından size sorarlar: "Bunu niçin var ettin?"  Cevap verirsiniz: "Var etmiş olmak için var ettim!"  Neticede her iki cevap da oldukça anlamsız olup, kişinin kendisini, hayatı ve varlığı tanımadığını, olup bitenlerden gaflet içinde yaşadığını gösterir.

"Onlar, ayakta, oturarak ve yanları üzerine yatarken Allah'ı anarlar. Göklerin ve yerin yaratılışı üzerinde düşünürler. Rabbimiz! Bunu boş yere yaratmadın (derler). Sen yücesin, bizi ateş azabından koru." (Âl-i İmran: 3/191)

Her şeyin bir anlamı vardır. Hayatın, ölümün, ağaçların, dağların, insanların, hayvanların... Ölümü anlamlandırdığımız zaman, her şey bir anlam kazanacaktır. Ölüm, bir yok olma değil; yeni bir hayatın başlangıcıdır. Ölümlü, fani sıkıntılarla dolu bir diyardan, ölümün olmadığı, ebedî, mükâfatlarla dolu zahmet ve sıkıntının bulunmadığı, sevdiğimiz her şeyin bulunduğu bir diyara yolculuktur. Onun için müslüman ölümden korkmaz; sadece ona hazır olur. Hatta, yeri geldiğinde seve seve canını verir, âhiret karşılığında dünyayı satar. "Ölüm yok olmak değil; bir diriliştir, yeni bir hayata geçiştir"  cümlesinden hareketle, yaşadığımız hayatı ve varlıkları seyredelim:

Her gece bir ölüm, her sabah bir diriliştir. Gece olur uyuruz. Uyku, ölümün kardeşidir, ölmenin provasıdır. Bir müddet sonra uyanırız. Yani ölümden dirilişe geçeriz. Bunu her gün tekrarlarız. Gündüz yaşar, gece ölür, sabah diriliriz. [82]

 

Her Kış Bir Ölüm, Her Bahar Bir Diriliştir

 

Güneşin her batışı bir ölüm, her doğuşu bir diriliştir. Her gün tekrarlanan bu batış ve doğuş gösterileri, bize şu gerçeği fısıldar: Ey insan! Tıpkı benim gibi sen de bir gün böyle batıp sonra tekrar doğacaksın, yani öleceksin ve dirileceksin. Bu gerçeği unutturmamak için Rabbimiz hergün bu manzarayı bize seyrettiriyor. Bakmasını bilenler, baktıklarında görenler için güneşin doğuş ve batışı da âhirete imanı içeren bir âyettir.

Mevsimler de bize ölüm ve ardından dirilişi anlatır. Her kış bir ölüm, her bahar bir diriliştir.  Kış geldiğinde toprağı ve hayatı ölü görürüz. O yeşil yeşil canlı bitkiler ve toprağın üstünde kaynaşan, devinen, gezinen böcekler, hayvanlar yoktur artık. Ama baharın gelip yağmurların inmesiyle birlikte toprağın dirilişe geçtiğini görürüz. Kışın, nice sineklerin kaybolması bir ölüm, baharla ortaya çıkması bir diriliştir. Kışın odun haline gelen ağaç için bu bir ölüm, baharla çiçek açıp meyve vermesi bir diriliştir. Tabiat, kendi diliyle haykırır: "Ey insan! Bir gün sen de böyle ölecek ve dirileceksin!" Rabbimiz, kış ve bahar mevsimlerini yaşatırken aynı zamanda ölümleri ve dirilişleri de aylarca seyrettirir. Tohumların toprağa atılışı bir ölüm, günler sonra topraktan çıkışı bir diriliştir. Tohumun toprağın içinde yok olduğunu zannederiz; halbuki yokluk yoktur. O, toprağın altında diriliş sürecini yaşamaktadır.  Nihâyet  bir  müddet  sonra,  bahar  rüzgârı  borusunu öttürecek,  tohum, kıyameti yaşayarak kıyam edecek, yeşillikler içinde yeni bir hayata kalkacaktır. İnsan da böyle bir tohum gibidir. Yaşarken bir gün toprağın altına düştüğünü görürüz. İnsanın düştüğü yer, onun kabridir. Tohum gibi o da bir gün düştüğü yerden kalkacaktır. Kıyamet günü, zaten kalkış günü demektir.

"Gökten bereketli bir su indirdik. Kullara rızık olmak üzere onunla bahçeler, biçilecek taneli ekinler, küme küme tomurcukları olan hurma ağaçları yetiştirdik. O su ile ölü yeri dirilttik. İşte insanların diriltilmesi de böyledir." (Kaf: 50/9-11)

"O (Allah), ölüden diri, diriden ölü çıkarır; yeryüzünü ölümünden sonra o canlandırır. Ey insanlar! İşte siz de böyle diriltileceksiniz.! (Rûm: 30/19)                    

Doğum da bir diriliştir. Doğum, ölü gibi olan bebeklerin ana rahminde dirilişe geçip dünyaya adım atmasıdır. Bakmasını ve görmesini bilenler için bir damla suyun (atılan pis suyun milyonlarca parçasından birinin) dirilişe geçmesidir.

"Allah'ı nasıl inkâr edersiniz ki, siz ölüler idiniz; O sizi diriltti. Yine öldürecek, yine diriltecek, sonra O'na döndürüleceksiniz." (Bakara: 2/28)

"İnsan görmez mi ki, biz onu meniden yarattık. Bir de bakıyorsun ki, apaçık düşman kesilmiş. Kendi yaratılışını unutarak bize karşı misal getirmeye kalkışıyor ve: 'şu çürümüş kemikleri kim diriltecek?'  diyor. De ki: 'Onları ilk defa yaratmış olan diriltecek. Çünkü O, her türlü yaratmayı gâyet iyi bilir." (Yâsin: 36/77-79)           

İçinde yaşadığımız hayatın kuruluş düzeni de ölümden sonra dirilişin ve hesaba çekilmenin gerçekleşeceğine başlı başına bir delildir. Çünkü yaşadığımız hayatta güçlü ve zalim insanlar var. Çoğu kez bunlar, "ben istediğimi yaparım ve kimseye hesap vermem!" havası içinde  yaşıyorlar. Diğer taraftan zavallı, güçsüz, her türlü haksızlığa maruz kalıp hakkını alamayanlar var. Günün birinde, zalim cezasını, mazlum da hakkını alamadan ölüp gidebiliyor. Hayat, bu kadar dengesiz ve anlamsız, zalimlerin yaptıklarının yanına kâr kalacağı adaletsiz olamaz. Hemen insanın aklına şu geliyor:  "Ölümden önce haklıya hakkı, suçluya cezası tümüyle  verilmediğine göre, demek ki ölümden sonraya bırakılıyor." İşte ancak bu değerlendirmeden sonra hayat anlam kazanıyor. İnsan, dirilişin sancılarını çekmektedir. Vicdan azabının da temelinde  "öldükten sonra bir gün dirilme ve yaşanılan hayatın hesabını vermenin getirdiği endişeler" vardır. 

Sadece bu dünyada yaşayacağınızı düşünerek yaşarsanız ölü yaşarsınız. Ama öleceğinizi düşünerek yaşarsanız diri yaşarsınız. Çevremizdeki insanlar hep dirilişin etkisiyle, âhiret şuuruyla yaşasalar!.. Seyredin o zaman hayatın güzelliğini. İkinci asr-ı saadet olur çağımız. İnanın, iman ettiğimiz cenneti daha burada iken yaşamaya başlarız. Fakat biz, tüm yatırımlarımızı bu dünyaya yönlendirerek yaşadığımız hayatı ve yeri sahte cennet haline getirmeye koyulunca cenneti de unuttuk. Özlemez olduk. Nasıl özleyebiliriz ki; lüks, israf demeden yaşadığımız hayatı, materyalistlerin uydurma cenneti gibi yapmak için bir ömür boyu gece gündüz koşturunca. Sahabe, cenneti öyle bir özlüyordu ki! Enes bin Nadr, Uhud savaşında "cennetin kokusunu Uhud'un arkasından duyar gibi oluyorum" diyordu. Bilirsiniz, insan çok acıkınca yemeğin kokusunu çok uzaktan duyar. Sahabe de cennete öyle acıkıyordu ki, daha dünyada iken kokuları geliyordu cennetin.

İmam Gazali diyor ki: "Mezardakilerin pişman oldukları şeyler yüzünden dünyadakiler birbirlerini kırıp geçiriyor." Ölüm öncesindeki kavgaların ölümden sonra pişmanlık getireceğini hissederek yaşayan insan, hiç pişman olacağı şeyin kavgasını verir mi? Hırsla hayatın ve eşyaların, burada kalacak şeylerin ardına bir ömür boyu düşer mi?

"Onlar, geride nice şeyler bıraktılar; bahçeler, çeşmeler, ekinler, güzel makamlar ve zevk ü sefa sürecekleri nice nimetler. İşte böyle oldu ve biz onları başka topluma miras verdik." (Duhân: 44/25-28)

"Ey iman edenler, size ne oldu ki: 'Allah yolunda topluca savaşa çıkın' denildiği zaman yere çakılıp kaldınız? Âhirettense dünya hayatına mı razı oldunuz? Ama dünya hayatının geçimi (zevki), âhiret yanında pek azdır." (Tevbe: 9/38)

Gerçek özgürlük, Allah'a koşmakta ve Allah'a yakın olmaktadır. İnsan, Allah'a ne kadar yakın olur, O'na ne kadar bağlanırsa o kadar özgür sayılır. Allah'tan uzak yaşayan insanlar köle insanlardır. Mesela; mobilyalarının ve arabalarının çizilmesine hiç dayanamazlar. Çünkü o çizilen şeylerin kölesi durumundadırlar. Efendilerinin zarar görmesinden rahatsız olurlar. Ama hergün dinleri, imanları, şerefleri, namusları çizilir, hiç rahatsız olmazlar. Başörtüsüne uzanan ele kızmaz; yeter ki o el, kendi putlarına, efendilerine zarar vermesin. Menfaatine dokunuldu-ğunda etrafı velveleye boğanlar, dinlerine ve âhiretlerine yapılan hücumdan hiç rahatsızlık duymamaktalar.  Böyle insanların özgürlükten bahsetmeleri, kölelerin özgürlük dersi vermesine benzer.

Peygamberimiz'in tavsiyesi şöyle idi: "Bu dünyada, sanki gurbete gitmiş, birgün yuvasına tekrar dönecek biri gibi ol veya gelip geçici bir yolcu gibi yaşa." Hayatın geçiciliğini kalbine ve kafasına oturtmuş bir müslüman geçici şeylere sevgi beslemez ve kendini bağlamaz. Zaten şu bir gerçektir ki; Allah'ın dışındaki şeylere olan ilgi ile Allah'a olan ilgi arasında ters orantı vardır. Bir kimsenin Allah'ın dışındaki varlıklara, eşyaya ilgisi ne kadar fazla ise, Allah'a olan ilgisi o kadar azdır. Böyle bir durumda ilgi duyulan şeyler Allah ile kul arasında engel  teşkil ederler. Bu yüzden İslâm, insanın duygularını âhirete yönetmek için Kur'an'da çok sık şekilde ölüm, âhiret, kıyamet, hayatın geçiciliği üzerinde durur. Mekkî surelerin aşağı yukarı tamamında, diğer surelerin de genelinde bu havanın verilmeye çalışıldığını görürsünüz.

"Bilin ki, dünya hayatı bir oyun, eğlence, süs, kendi aranızda övünme, mal ve evlat çoğaltma yarışıdır. (Bu) tıpkı bir yağmura benzer ki, bitirdiği ot ekincilerin hoşuna gider, sonra kurur, onu sapsarı görürsün, sonra çerçöp olur. Âhirette ise çetin bir azab; Allah'tan mağfiret ve rıza vardır. Dünya hayatı aldatıcı bir zevkten başka bir şey değildir." (Hadîd: 57/20) [83]

 

Ölüm; Gurbetten Vuslata Hicret

 

Ölümü tefekkür ederek yaşamak, hayatta "gidici" olarak yaşama sonucunu doğurur. Böyle yaşayan insan da hesabını ve yatırımını gideceği yere göre yapar. Hesaba çekilme günü gelmeden önce kendini hesaba çeker. Aksi halde, insan gideceği saata kadar kalacakmış gibi yaşar ve tercihini ona göre yapar.

"Ama siz, dünya hayatını tercih ediyorsunuz. Oysa âhiret daha hayırlı ve daha kalıcıdır." (A'lâ: 87/16-17)

Aşağı yukarı her insan, bir eşya satın alırken, önüne konan iki maldan "iyisi olsun, pahalı olsun" diyerek daha kalıcısını tercih ettiği halde, Allah'ın önüne koyduğu iki hayattan geçicisini tercih ediyor; kalıcısını bırakıyor.

"Hayır, siz acele geçiveren şu dünyayı çok seviyorsunuz da âhireti bırakıyorsunuz!" (Kıyâme(t): 75/20-21).

Hayır, siz yaptığınız işlerin karşılıklarının acele, peşin verildiği şu dünyayı çok sevdiğiniz için karşılıkların veresiye olduğu öteki dünyayı bırakıyorsunuz, sevmiyorsunuz.

"Muhakkak sizi biraz korku, biraz açlık ve mallardan, canlardan, ürünlerden biraz eksiltmekle imtihan eder, deneriz. Sabredenleri müjdele." (Bakara: 2/155)

"Yoksa içinizden Alah cihad edenleri ve sabredenleri belirtmeden cennete gireceğinizi mi sanıyordunuz?" (Âl-i İmran: 3/142)

Görüldüğü gibi, dünyadaki acıların ve zevklerin altında imtihana çekilme esprisi yatmaktadır. O halde böyle durumlarda alınması gereken ilaç sabırdır. Çünkü bu zevkler ve acılar geçicidir. Geçici olması da sabrı kolaylaştırıyor. Sabretmediğimizde ne olur? Geçici zevklere sabretmeyip dalarsak, âhiretteki ebedî ve hakiki zevklerden mahrum kalırız. Şu hayatın geçici elemlerine sabretmezsek, bu defa hem ebedî, hem de daha ağır âhiret azabına maruz kalırız ve âhirette bize şöyle denilir:

"İnkâr edenler, ateşe sunuldukları gün, onlara: 'Dünyadaki hayatınızda sizin için güzel olan her şeyi harcadınız, onların zevkini sürdünüz; ama bugün, yeryüzünde haksız yere büyüklük taslamanızın ve yoldan çıkmanızın karşılığında alçaltıcı bir azab göreceksiniz'  denir." (Ahkaf: 46/20)

Kur'an'a baktığımız zaman adeta tüm azgınlık, isyan ve başkaldırıların sebeplerinin tek sebebe bağlandığını görürüz. O da âhireti hesaba katmadan ve âhiretten korkmadan yaşamak.

"Hayır, doğrusu onlar âhiretten korkmuyorlar." (Müddessir: 74/53)

Kur'an, terbiye etmeye çalıştığı insanda ilk etapta âhiret endişesi  oluşturmaya çalışır. Bu endişe  belli bir boyuta ulaştığı zaman insanların hayatlarında inkılabların gerçekleştiğine şahit oluruz. Mesela; içki Medine döneminde ve yaklaşık Uhud savaşı yıllarına kadar yasaklanmamıştır. Fakat o tarihlerde içkiyi kesin olarak yasaklayan âyet inince evdeki şarap küplerinin kırılarak içkili hayata son verildiğini görürüz. Peki, bu neden kaynaklanıyor? Tabii ki âhiret ve Allah korkusundan. O insanlar o güne kadar öyle eğitilmiş ki, yaptıkları işin âhirette kendilerine çok pahalıya malolacağı söylendiği anda hemen o işten vazgeçiyorlar.

Âhirete imanı, âhiret endişelerini, cennet ve cehennem mefhumlarını ortadan kaldırdığınızda insanları gerçek anlamda motive edemezsiniz. Yani iyi şeyleri kendiliklerinden yaptırıp, kötülüklerden de kendiliklerinden vazgeçiremezsiniz. Âhirete iman; en büyük ve gerçek anlamda tek otokontrol mekanizmasıdır. Âhiret ve Allah korkusu olmadan insanları neye göre ahlaklı ve dürüst olmaya sevkedeceksiniz? Eğer bir insan, yaptığı bir kötülüğün cezasını görmeyeceğini bilse, niye o kötülükten vazgeçsin veya yapacağı bir iyiliğin karşılığında mükâfat yoksa niçin o iyiliği yapsın? Denilebilir ki; insanlık için. Ben ölür ölmez bu insanlar çok kısa  bir  süre içinde beni unutacaklar. Unutmasalar bile, öldükten sonra bana ne faydaları dokunabilecek ki?

Ama düşünün ki "bir varlık" var ve "bir gün"  var. O varlık, o günde yaptığınız tüm iyiliklerin karşılıklarını kat kat fazlasıyla verecek ve yaptığınız kötülüklerin de cezasını verecek. O varlık ki, hiçbir iyiliği unutmaz, adaletli, kimseye zerre kadar zulmetmez, hiçbir şeye ihtiyacı yok. Her şeyin yaratıcısı ve sahibi, çok merhametli, çok affedici. İnsan, böyle bir varlığa iman edip sadece O'nun rızasını kazanmak idealiyle yaşadığı zaman artık siz bu insanları "Allah'ın rızasını kazanma" amacıyla iyi şeylere kolayca yönlendirebilir ve kötü şeylerden de kolayca sakındırabilirsiniz. Aksi takdirde bütün çabalarınız sonuçsuz kalır. Âhiret korkusu olmadan insanlar, fırsat bulduklarında kötülük yapabilecekleri için kimsenin kimseye güveni olmaz.

İnsanın ve insanlığın kemali, âhirete iman olmadan mümkün olamazdı. Toplumsal huzurun ve ferdin saadetinin âhiret inancına bağlı olduğunu bize saadet asrının örnek toplumu öğretti. Hiçbir ahlakî kural tanımayan, fuhşun alenen işlenip suç sayılmadığı, birçok insanın  babasının tombala usulü belirlendiği, kokuşmuş gelenek dışında kanun ve nizamın bulunmadığı, hak ve hukukun değil; gücün egemen olduğu, güçlünün hep haklı olduğu, kız çocuklarının diri diri toprağa gömüldüğü, faizin ve her türlü haksız kazancın normal sayıldığı, ezmeyene ezilmekten başka bir seçenek tanınmadığı cahiliyye toplumundan dünya tarihinin ender şahid olduğu faziletli bir toplum çıkarılmasında, âhiret inancının payı sanıldığından da daha büyüktür.

Kur'an ve Sünnette Allah'a iman ile âhirete iman birlikte zikredilir. Zaten ikisini birbirinden ayırmak mümkün değildir. Ayırdığımız zaman bir anlamı kalmaz. Örneğin, laiklerin inandığı gibi bir Allah'a inanıyorsunuz. Yani Allah'ın, kendi varlığınızı ve her şeyi yarattığını kabul ediyorsunuz. Fakat Allah'ı hayatınıza karıştırmıyorsunuz. Kötülük yaptığınızda ceza vermiyor; iyi ve dürüst davrananlara da ödül vermiyor. Allah aşkına bana söyler misiniz böyle bir Allah'a inanmakla inanmamak arasında ne fark var? Hiçbir fark yok. Ama Allah'ın iyileri mükâfatlandıran, suçluları cezalandıran bir varlık olduğuna iman eden, ayrıca zalimin cezasını görmediği, mazlumun da hakkını şu hayatta alamadıklarını gören bir insan, elbette ölümden sonra bu işlerin tamamlandığı bir günün olduğuna zorunlu olarak iman eder. Zaten âhiret gününün bir başka adı da "din günü"dür. Din'in sözlük anlamlarından birisi de mükâfat ve ceza olduğuna göre din günü; yapılan işlerin karşılıklarının verileceği gün manasına gelir.

İki insan düşününüz. Birincisi hep onun bunun hakkını gasbetmiş, başkalarının alın teri ve emeği üzerinde keyif çatmış, ikincisi, başkalarının hukukuna tecavüz etmediği gibi bir ekmeğini ikiye bölerek tasadduk etmiş. Birincisi zulmetmiş, ezmiş, sömürmüş ve semirmiş. İkincisi yardım etmiş, gönül yapmış, onarmış ve mazlumu kollamış. Birincisi cana, mala, ırza tecavüz etmiş; ikincisi canı, malı, ırzı aziz ve muhterem bilmiş  ve  korumuş.  Birincisi  her  türlü ahlakî kurallardan ve insanî faziletlerden uzak, arzularının ve tutkularının esiri olarak yaşamış; ikincisi Allah'ın kendisi için çizdiği sınırları yine O'nun sevgisi ve korkusuyla çiğnememiş ve hep ahlakî, insanî değer ve faziletleri koruyarak kuralları yaşamış.

Evet, şimdi bu iki kişinin de öldükten sonra aynı sonuçla karşılaşıp yaptıklarının yanlarına kalacağını düşünmek hangi akla, hangi vicdana ve hangi adalete sığar?[84]

Dünyanın; ekolojik anlamda tabii dengenin bozulması sınırından; ahlakî, kültürel, siyasi, ekonomik vb. anlamlarda da toplumsal dengenin deformasyonu sınırına kadar, ilahî olan her tür dengenin, tabiiliğin, sünnetullahın sınırlarını zorlayıcı bir sona doğru hızla yaklaştığını gördüğümüz bu dünyanın her şeye rağmen  "halifesi" olarak seçilmişleri olan insanlarının, bu ilahî misyonlarını yerine getirebilmeleri için hâlâ bir fırsatları, bir şansları var.

Batı uygarlığının; insanı ve tabiatı tahrip eden, baş döndürücü bir ilerleme-kalkınma yarışı ile büyüleyici çağdaşlık, modernlik sendromu ile ifsad edici iletişim-medya hegemonyası, iğfal edici gayri ahlakî yaşam tarzı ile artık âşina olduğumuz bu şeytanî uygarlığın sağına, soluna, ortasına bakmaksızın bütün yorumları, uzantıları ve sonuçları ile dünyayı ve insanlığı tehdit etmesine son verebilmek için hâlâ insanlığın en erdemlilerinin yapacakları bir şeyler var.

Bu erdemlilerin ve daha doğrusu insana üflenen ilahî ruhun bütün erdemlerini temsil eden İslâm inancının insanlığa sunacağı ilahî hikmetin bir ayağını tevhid; diğer ayağını âhiret bilinci oluşturuyor. Batının şeytanî hegemonyasına alarak ilahî olana yüz çevirttiği, hikmeti ve ilahî bilgiyi unutturduğu, insanî olan, tabii olan, hak olan her şeye sırtını döndürdüğü insanlık, içine düştüğü şeytanî bataktan ancak tevhid ve âhiret ayaklarına basarak doğrulabilir. Bu gerçek, yeryüzünün her yöresinde her gün her saat her an kendini gösteren trajik akıbetin farkına varan, farkında olan müslümanlar için üstlenilmesi gereken ağır sorumluluklar manasına geliyor.

Dünya ve içindekilerin gelip geçici olduğunu, bir sınama ve imtihan aracı olduğunu bilen ve böyle inanan İslâm insanı, bu bilgisini ve bu imanını, kuru ve şematik, içi boş ve vicdanî inanç kofluğundan çıkartıp, olması gereken yere, âlemlerin rabbi olanın, dünya ve âhiretin sahibi olanın istediği yere, hayatın tam ortasına oturtmak zorundadır.

Âhiret inancını hayatın tam ortasına oturtmak ne demektir? Ve bu, nasıl olabilir? Bu sorulara müslümanın, her müslüman topluluğun âhiret inancını gözden geçirmesi, içi boş bir inanç olmaktan çıkartıp, hayatına yön veren bir şuur/bilinç düzeyinde el alması ve müslüman insanın dünyevî yaşantısının bu bilinçle nasıl şekilleneceğini ortaya koyması ile cevap verilebilir. Bu da, elbette ki dünyaya değer vermeyerek, bir oyun ve eğlence gözüyle görerek dünyevî olana itibar etmeyerek, gelip geçici değerlerden yüz çevirip, o büyük gün için, Rabbimiz'in karşısına tek tek çıkacağımız, titreyerek ya da açık alınla çıkacağımız hesap günü için yaşamakla mümkündür. Bu mümkünü, hayatın tam ortasına oturmuş bir gerçekliğe dönüştürebilmek, yani gerçekten hesap günü için, hesap gününe ayarlanmış bir biçimde yaşayabilmek için de âhiretin bilincine varmış olmak gerekiyor.

Ufukları ölümle sınırlı, ölüme kadar uzanabilen bir yaşam felsefesine inanan, ölüm öncesini de Allah'sız, âhiretsiz, ed-Din'siz beşerî ideolojilerin yaşam projeleriyle tasarlayan şeytanın kemalist ve batıcı dostlarının egemen olduğu bir toplumda hem bu bilince ulaşabilmek, hem de bu bilincin gerektirdiği tarzda yaşayabilmek -işin doğrusu- o kadar da kolay değil. Çünkü iki yüz yıldır ümmetin başına bela olan batı işbirlikçisi egemen güçlerin, ezerek, zulmederek, hile, dolap ve desiseler kurarak, batı batağına sürüklemeye çalıştığı ümmetin ve bir parçası olan yaşadığımız toprakların  insanlarını,  inkârın,  şirkin,  sapmanın,  yüz  çevirmenin,  yalanlamanın, küçümsemenin, hor görmenin anaforundan baktığı ilahî değerlere, ed-din gerçeğine, felah (kurtuluş) yoluna yeniden, bıkmaksızın, usanmaksızın çağırmak ve bununla birlikte işbirlikçilerin, satılmışların, sömürücülerin, insanlık düşmanlarının, Allah düşmanlarının düzenlerine karşı bitmez tükenmez bir kin pınarından beslenerek savaşmak, bir ve en büyük olan Allah'a, âhiret gününe yakînen iman edenlerin mesleğidir. Âhiret bilincinin gerektirdiği tarzda yaşayabilmek bu mesleği icra etmektir ve onun için kolay değildir.

Yaşadığımız toplumda bir asra yakın ifsad ve inkâr kaynaklı zulüm düzeninin, pozitivist ve modernist paradigmalar temelinde ürettiği kemalist, sağcı, solcu, milliyetçi, kapitalist vb. ideolojilerin kıskacında bulunan insanların arasından çıkan müslümanların, bu kıskacın etkilerini tamamen silebildiğini söyleyebilmek çok zordur. Şu veya bu şekilde tevhid bilincine erişmiş insanların aynı oranda ve önemde âhiret bilincine de ulaşabildiklerini ne yazık ki iddia edemiyoruz. Eğer tevhid bilinci insanlara beyinlerdeki ve kalplerdeki putları, tağutları yıktırıyorsa; âhiret bilinci de hayattaki putları ve tağutları yıkma mücadelesine sevkeder. Dünyayı değiştirmenin, toplumu değiştirmenin, insanı değiştirmenin en doğal, en sıradan faturası ve bedeli olan ölümü göze almanın, ölüme atılabilmenin, ölümden korkmamanın insanı davası uğruna mücadeleye sevkeden en güçlü sâik olduğunu görürüz.

Eğer insanlar tevhid bilinciyle yorumlayabildikleri dünyayı değiştirebilmek için kıllarını dahi kıpırdatmıyorlarsa, ya da sadece kıllarını, ya da dillerini kıpırdatıyorlarsa, işte o zaman insanların iç dünyalarına inip oradaki tortuyu, toplumun kültüründen kalmış gizli kalıntıları, yani o çıplak ölüm korkusunu, o açık dünya sevgisini bulup çıkarmak gerekir; zira insanları, tevhide ulaştığı halde yerinde tutacak olan, hâlâ yaşamaya, yalnızca yaşamaya sevkedecek olan tek sebep, bütün teorik, ilmî, fikrî izahların, yorumların, anlayışların aldatıcı perdesi arkasına gizlenen tek sebep; dünya sevgisi ve ölüm korkusudur. İslâmî bilincine rağmen bu içgüdüsel tortuyu barındıran insanların ölüm korkusu diğer insanlardan daha fazla, dünya sevgisi diğer insanlarınkinden daha yoğun ve kalıcı olur. Çünkü, bir içgüdü olarak, bilinçaltında sürekli beyin, kalp ve dildeki gerçeklerin perdesiyle örtülüp, bir biçimde buu gerçeklere inanıyor olmanın rahatlatıcı, yeterli gördürücü, tatmin edici işleviyle oyalanıyor olarak dünyayı sevmek daha meşru, ölümden korkmak daha doğal hale gelir ve bu insanlar âhiretin bilincine daha uzak bir noktaya düşerler. Çünkü bu bilinci de taşıdıklarını var saymakta ve kendilerini de başkalarını da buna inandırabilmektedirler. Oysa âhiret bilincini sıradan bir insana kavratabilmek daha kolay; bu tür insanların yeniden kavrayabilmeleri daha zordur.

"La ilahe illallah"ın bütün bir tarihi, bütün bir dünyayı, bütün bir toplumu izah eden esprisini kavrayıp da, yeryüzünde işlenen bunca zulme, bunca haksızlığa, bunca iğrençliğe şahid olup da, içinde yaşadığı toplumda ne yapmasını ve ne yapmamasını açık ve net bir şekilde kavrayıp da, hiçbir şey yokmuş gibi yaşamanın, hiçbir şey bilmiyormuş gibi davranmanın, hiç bir sorumluluğa sahip değilmiş gibi ömür tüketmenin başka bir izahı yoktur. Mücâdelesiz, kavgasız, çilesiz, hapissiz, işkencesiz, kansız, şehidsiz geçen günlerin; daha fazla küfür, daha fazla zulüm, daha fazla tuğyan, daha fazla zillet demek olduğunu bilen insanların, bilmesi ve gereken insanların hâlâ yerlerinde durabilmeleri, hâlâ mücadeleye atılmamaları, hâlâ kavgayı yarınlara erteleyici çözümlere sarılmaları, hâlâ kolay ve rahat yolları bayraklaştırabilmeleri, başka bir şeyle izah edilemez. Mücâdelenin, kanın, şehidin olmadığı yerde âhiret bilinci de gereği kadar yoktur demektir. Âhiret bilincinin gereği kadar olduğu bir yerde insanlar günlerini meydanlarda, sokaklarda, karakollarda, mahkemelerde, cezaevlerinde, mezarlarda ya da mezar başlarındaki şehadet andlarında doldururlar.

Oysa düşmanın açık seçik belli olduğu, kavganın bütün yakıcılığıyla kendini dayattığı, inancın kan, ter ve gözyaşı ile ispat istediği bir zamanda, insanlar hâlâ kaybetmekten korkacakları şeyleri biriktirmekle meşgullerse, hâlâ yaşamak için, sıradan bir vatandaş olarak yaşamak için, sıradan bir vatandaş olarak  yaşamak için çaba gösteriyorlarsa, hâlâ hayatın yutucu gerçekleri hesap gününün ürpertici gerçeğinin önüne geçebiliyorsa, hâlâ şerefsizce yaşamanın sermayesi olan dünyalık şeyler peşinde koşmak, âhiret kazanma çabasına girmemenin mazereti olabiliyorsa, o zaman Allah'ın ipine tutunarak ayağa kalkabilmenin bir ayağı yani âhiret bilinci eksik demektir. Zaten yüce Rabbimiz de Kur'an-ı Kerim'de sık sık "Allah'a ve âhiret gününe iman edenler" diyerek, iki ayağın kopmaz birliğini vurgulamıyor mu?

Her gün ve her gece, namaz sonlarında, işimizin arasında özellikle ölümü, dirilişi, kıyameti, mahşeri, cenneti, cehennemi, günahlarımızı, Allah'ın nimetlerine teşekkürdeki kusurlarımızı derin derin düşünelim. Bunu kendimize görev edinelim. Bu dünyadaki rahatımızdan fedakârlık yapalım. Hem burada tam bir rahat etme, hem de orada rahat etme gibi imkânsız ve gülünç olan sevdadan vazgeçelim. Sahâbeler, Hz. Peygamber'e, biraz rahatına bakması, kendini fazla yormaması yolunda birtakım şeyler söyleyince, Önder ve Örneğimiz'den şu cevabı alırlar:

"Nasıl refah ve nimetin tadını bulurum ki, boynuz sahibi (İsrafil) boynuz (sur)u ağzına koymuş, alnını eğdirmiş ve kulağını vermiş, ne zaman üfleyeceğine dair emir bekliyor."[85]

Kabirlere, hele gece karanlığında gidip, oralarda ölümle kolkola yaşayacağımız günleri düşünelim. Ölüm ve şehadet râbıtası yapalım. Allah'ın dinini yaşayamıyor, müslümanca hayat süremiyorsak müslümanca ölmenin de zor olduğunun bilincine varalım. Mezarlarda ve hayalinde düşünerek canlandırdığın kabir hayatında düşün ki, bir-iki metrelik çukur, içinde birkaç kemik parçası ve mezar taşında da senin adın, evet senin adın, benim adım yazılı. Artık Rabbinle karşı karşıyasın. Büyük kıyametin kopmasını bekliyordun veya beklemiyordun. Ama öldün, yani senin kıyametin koptu. İşte bu kıyamete hazırlandın mı? Yaptın mı yapacaklarını? Sakındın mı yapmaman gerekenlerden? Hazır mısın ölüme? Borçların-harçların, ümitlerin, beklentilerin, yatırımların... neresi için? Ölüm... Ne zaman? Evet ey insan! Tohumun toprağın üstüne yeni bir hayatla çıktığı gibi bir gün kabrinden çıkartılacağını, Rabbinin huzuruna gidip yaptıklarının ve yapmadıklarının hesabını vereceğini düşün ve hayatını ona göre düzenle: Çünkü, ölüm bir yok oluş değil; diriliştir. Ölüm uzakta değil; çok yakınımızdadır. 

Âhirete iman etmiş olmak, âhiret bilincine erişmiş olmak, yalnızca kafalarda âhiretle ilgili bilgileri arttırmakla, kalplerde âhirete olan inancı tazelemekle gerçekleşmez. Çünkü âhiret bilinci kafa ve kalpte başlayıp biten işlevsiz bir olgu değil; insan hayatının bütün boyutlarını ve ömrünün bütün anlarını belirleyen canlı ve dinamik bir olgudur. O yüzden Bakara suresi 4. âyette Kur'an'ın doğru yola kılavuzluk edeceği muttakîlerin vasıfları sayılırken "âhirete inananlar" değil;  "âhirete yakînen (şuurlu / bilinçli olarak) iman ederler." denilir. O yüzden âhiret bilincinin varlığını ve derecesini ölçebilmenin bir yolu sürekli olarak kafa ve kalbi gözden geçirmekse, bir diğer yolu da bizatihi yaşanan hayatı gözden geçirmek ve hesap günündeki ilahî sorguya uyup uymadığının muhâsebesini yapmaktır. Bu muhâsebe de, dünya ve içindekilere bağlılık, dünyevî zevk ve değerlere iltifat, ölüm duygusu ve gerçeğinden uzaklaşmak olumsuz; âhirete ve hesap gününe ayarlı bir hayat yaşamaya çalışmak, dünyadan, içindekilerden, geçici zevk ve değerlerden -Allah'ın istediği vasatın dışında- uzaklaşabilmek ve hayatı, enerjiyi, yetenekleri, bilgiyi, gücü, bedeni, kafayı Allah'ın davası için harcamak olumlu olarak değerlendirilmelidir. Birey olarak muhâsebesinde olumsuz hanesi ağır basanlar istedikleri kadar tevhid bilincine ulaştıklarını iddia etsinler, yaşadıkları hayatın yüzlerine çarpılacağını unutmamak zorundadırlar.

Muhâsebesinde olumlu hanesi ağır basanlar ise, zaten içiçe yaşadıkları ölümle gerçek hayata geçtikleri andan itibaren Rablerine kavuşmanın mutluluğunu tadarlar. Ne mutlu onlara! Ne mutlu, ölümden korkmayan, ölümü sevebilen, ölümü arzulayabilen, ölümle dostluk kurabilen,  ölümün   koynunda   ömür  tüketebilen  Allah  erlerine! " Rabbinizin  mağfiretine (bağışına) ve takva sahipleri için hazırlanmış olup genişliği gökler ve yer kadar olan cennete koşun!" (Al-i İmran: 3/133). Âhiret bilinci; ölümü sevmek, ölümle bir yaşamak ve nasıl gelirse gelsin, ama müslümanca yaşayış üzerine gelsin, müslümana yakışır şekilde ölüme, yani cennete koşabilmektir.[86]             

 

Konuyla İlgili Geniş Bilgi Alınabilecek Kaynaklar

 

Hak Dini Kur'an Dili, Elmalılı Muhammed Hamdi Yazır, Azim Y. c. 1,  s. 184-188

Tefsir-i Kebir (Mefatihu'l Gayb), Fahreddin Razi, Akçağ Y. c. 1, s. 467

Hadislerle Kur'an-ı Kerim Tefsiri, İbn Kesir, Çağrı Y. c. 2,  s. 173-178

Fi Zılalil Kur'an, Seyyid Kutub, Hikmet Y. c. 1,  s. 82-83

Tefhimu'l-Kur'an, Mevdudi, İnsan Y. c. 1,  s. 51

Kur'an-ı Kerim Şifa Tefsiri, Mahmut Toptaş, Cantaş Y. c. 1, s. 87-89

Min Vahyi'l Kur'an, Tefsir Dersleri, M. Hüseyin Fadlullah, Akademi Y. s. 49-50

Davetçinin Tefsiri, Seyfuddin El-Muvahhid, Hak Y. s. 40-41

Bakara Suresi Yorumu, Haluk Nurbaki, Damla Y. s. 65-71

Kur'an'da Mü'minlerin Özellikleri, Beşir İslâmoğlu, Pınar Y. s. 94-99

İman Risalesi, Mustafa İslâmoğlu, Denge Y. s. 285-298

Arınma Yolu,  c. 2, s. 75-130

İslâm Ansiklopedisi, Şamil Y. C. 1s. 401 , C. 4 s. 133-134

İslâm Ansiklopedisi, T. Diyanet Vakfı Y. c. 1,  s. 543-548   

Kur'an'da Tevhid, Mehmet Kubat, Şafak Y. s. 197-204

Kur'an'da Tevhid Eğitimi, Abdullah Özbek, Esra Y. s. 26-28

Kur'an'da Uluhiyet, Suad Yıldırım, Kayıhan Y. s. 127-133; 232-233; 258

Kur'an'da Temel Kavramlar, Ali Ünal, Kırkambar Y. s. 221-226

Haşir Risalesi, Said Nursi, Med-Zehra Y.

İlk Mesajlar, M. Ali Baltaşı, Birleşik Y. s. 22-25

İslâm ve Sosyal Değişim,  36-39, 82

İslâm -Temel İlkeler- Ali Ünal, Beyan Y. s. 121-136

İnanç ve Amelde Kur'ani Kavramlar, Muhammed El-Behiy, Yöneliş Y. s. 191-199

Kur'ani Araştırmalar, Murteza Mutahhari, Tuba Y. s. 115-118

Esenlik Yurdunun Çağrısı, Celaleddin Vatandaş, Pınar Y. s. 144-148

İtikat Üzerine, İhsan Eliaçık, Şafak Y. s. 115-119

İlahi Kanunların Hikmetleri, Abdülkerim Zeydan, İhtar Y. s. 331-342

İslâm Nizamı, Ali Rıza Demircan, Eymen Y. c. 2, s. 314-344

Yakin: Kur'an'da Temel Kavramlar, Ali Ünal, Kırkambar Y. s. 423-425

Kur'an Penceresinden Bakış, Mevlüt Güngör, Kur'an Kitaplığı,  s. 77-113

İslâm Nizamı, Ali Rıza Demircan, Eymen Y. c. 2, s. 314-344

İnançla İlgili Temel Kavramlar, Mehmet Soysaldı, Çağlayan Y. s. 152-173

Âhiret Bilinci, Hüseyin Özhazar, Bengisu Y.

Âhiret Bilinci, Hasan Eker, Denge Y.

Âhiret Hazırlığı, Sadık Dana, Erkam Y.

Âhirete İnanıyorum, M. Yaşar Kandemir, Damla Y.

Âhirete Giden Yol, Ali Rıza Altay, Sönmez Neşriyat

Âhirete Açılan Kapı Kabir, Yusuf Şensoy, Furkan Dergisi Y.

Âhiret Perdesini Aralarken, Haris el-Muhasibi, Nesil Basım Yayın

Dünya-Âhiret, Ömer Öngüt, Hakikat Y.

Bediüzzaman'ın Görüşleri Işığında Ölüm, Cenaze, Kabir, İsmail Mutlu, Mutlu Y.

Bediüzzaman'ın Görüşleri Işığında Ölümden Sonra Diriliş, İsmail Mutlu, Mutlu Y.

Bediüzzaman'ın Yorumları Işığında Kıyamet Alametleri, İsmail Mutlu, Mutlu Y.

Kıyamet Alametleri, İsmail Mutlu, Mutlu Y.

Gençlik ve Ölüm, Burhan Bozgeyik, Türdav A.Ş.

Gerçek Hayat, M. Necati polat, Kaynak Y.

Haşir Risalesi, Said Nursi, Sözler/Envar Y.

İman Nurları, Âhiret Sırları, Ali Küçüker, Bahar Y.

Kur'an-ı Kerim'de Kıyamet ve Âhiret, İmam Gazali, Salah Bilici Kitabevi Y.

Kıyamet Yaklaşıyor, Vehbi Karakaş, Cihan Y.

Ölüm, Kabir, Kıyamet, M. Necati Bursalı, Erhan Y.

Ölüm, Kıyamet, Âhiret ve Ahir Zaman Alametleri, Şarani, Bedir Y.

Ölüm, Kıyamet ve Diriliş, Şarani, Pamuk Y.

Ölüm Ötesi Hayat, Abdülhay Nasih, Nil A.Ş.

Ölüm ve Âhiret, İmam Gazali, Arslan Y.

Ölüm ve Sonrası, İmam Gazali, Vural Y.

Ölüm ve Ötesi, Hüseyin S. Erdoğan, Çelik Y.

Ölümden Sonra Diriliş, Subhi Salih, Kayıhan Y.

Ölümden Sonraki Hayat, Süleyman Toprak, Esra Y.

Ölüm, Kıyamet ve Âhiret, Sıddık Naci Eren, Demir Kitabevi

Ölüm, Mehmed Zahit Kotku, Seha Neşriyat

Ölüm ve Diriliş, Safvet Senih, Nil A.Ş.

Ölüm ve Ölümden Sonraki Hayat, Murat Tarık Yüksel, Demir Kitabevi

Ölüm ve Ötesi, Heyet, Sağlam Y.

Ölüm Yokluk mudur? Hekimoğlu İsmail, Timaş Y.

Ölüm Son Değildir, Selim Gündüzalp, Zafer Y. 

Kur'an'da ve Kitab-ı Mukaddes'te Âhiret İnancı, Mehmet Paçacı, Nun Y.

Dünya Ötesi Yolculuk, Abdülaziz Hatip, Gençlik Y.

Dünya ve Âhiret Hayatı, Muhammed İhsan Oğuz, Oğuz Y.

Ebediyet Yolcusunu Uğurlarken, Hayreddin Karaman, T. Diyanet Vakfı Y.

Kıyamet ve Âhiret, İmam Gazali, Hakikat Y.

Kıyamet ve Âhiret, Naim Erdoğan, Huzur Y.

Kur'an'da Kıyamet Sahneleri, Seyyid Kutub, Çizgi Y.

Onbirinci Saat, Martin Lings, İnsan Y.

Âyetlerle Ölüm ve Diriliş, Said Köşk, Anahtar Y.

Âhiret Hazırlığı, Sadık Dana, Erkam Y.

Gözle Görülen Kıyamet, Muhammed Mahmud Savvaf, Çelik Y.

Hüvel Baki, Mustafa Özdamar, Kırk Kandil Y.

Mezar Notları, Muammer Özkan, İnsan Dergisi Y.

Kabir Alemi, Celaleddin Suyuti, Kahraman Y.

Kırık Tayflar, Şemseddin Nuri, T.Ö.V. Y.

Kıyamet ve Âhiret, Ahmet Faiz, Uysal Kitabevi

Ecel, Kıyamet, Âhiret, Ali Eren, Çile Y./ Merve Yayın Pazarlama

Ruh Aleminde Bir Seyahat, Kemal Osmanbay, Kitsan Kitap Kırtasiye Y.

Haşir Risalesi, Said Nursi, Med-Zehra Y.

Reenkarnasyon Var mı? Sevim Asımgil, Gonca Y.

Ölümden Sonra Dirilmek ve Reenkarnasyon, Naim Erdoğan, Enes Kitabevi Y.

Türk Edebiyatında Ölüm Şiirleri Antolojisi, Ahmet Sezgin - Cengiz Yalçın, Ünlem Y.

 

HESAP GÜNÜ

 

Allah tarafından insanların bu dünyada iken yaptıkları iyilik ve kötülüklerden dolayı âhirette hesaba çekileceklerine dair dikkat çekilen günün adı "Din günü - Ceza günü" ile hemen hemen aynı anlama gelir.

"Hesap günü"ne iman etmek İslâmiyetin inanç esaslarından birini teşkil eder. Bu günün hak olduğu, bir gün mutlaka ' gerçekleşeceği Kitap (Kur'ân)la sabittir.

"Allah herkesi kazandığının karşılığını vermek üzere (diriltecektir). Şüphesiz Allah, hesabı çabuk görendir." (İbrâhim: 14/51) buyrulmaktadır. Diğer bir âyette Hak Teâlâ şöyle buyurur:

"Elbette kendilerine peygamber gönderilenlere de gönderilmiş olan peygamberlere de soracağız. Ve onlara olup bitenleri tam bir bilgi ile mutlaka anlatacağız. Zaten biz onlardan uzak değiliz." (el-A'raf: 7/6)

Âyetlerden açıkça anlaşılıyor ki, sorguya çekilmesi gereken herkesin, "Hesap günü", ifadesi alınacaktır. Kendilerine peygamber gönderilen her ümmete peygamberlere itaat edip etmedikleri; peygamberlere de, tebliğ vazifelerini ne dereceye kadar yaptıkları ve nelerle karşılaştıkları sorulacaktır. Şu kadar var ki: "Biz bir rasûl göndermedikçe azap edecek değiliz." (el-İsrâ: 17/I5) âyet-i celîlesi hükmünce, kendilerine "Rasûl" gönderilmeyenler bu hesap ve azaptan muaf olacaklardır. Diğer insanlar da dünyadaki amellerine göre hesaba çekileceklerdir:

"O gün insanlar, yaptıkları kendilerine gösterilmek için bölük bölük dönerler." (ez-Zilzâl: 99/6)

"Bugün herkese kazandığının karşılığı verilir. Bugün haksızlık yoktur. Doğrusu Allah, hesabı çabuk görendir." (el-Mü'min: 40/17)

"Herkesin yaptığı her hayrı ve işlediği her kötülüğü, önünde hazır bulacağı gün yaklaşmaktadır. O gün kişi, kendisiyle yaptığı kötülükler arasında uzak bir mesafe bulunmasını ister. Allah sizi, kendisinden korkmanız için uyarıyor." (Âli İmrân: 3/30)

Gerçekten öyle zamanlar olur ki, insanın yaptığının yüzüne vurulması veya yaptıklarıyla yüzleştirilmesi her çeşit cezadan daha ağır gelir. Ne var ki, böyle bir cezayı hakketmişse bundan kurtuluş da yoktur.

"Hesap günü", kişi yaptıklarıyla yüzleştirildikten sonra, tartıya vurulmayan, cezası verilmeyen zerre miktarı hayır ve şerrin bırakılmadığı ince hesap anına geçilir. Artık o gün:

"Kim zerre miktarı bir hayır işlemişse, onu görecektir ve her kim de zerre miktarı kötülük işlemişse onu görecektir." (ez-Zilzâl: 99/7-8)

O dehşetli "hesap günü"nde Allah'ın mü'min kullarına korku yoktur, onlar mahzun da olmayacaklardır. Dünyada iken yaptıklarına karşılık Rablerinin kendilerine hazırladığı nimetlere sevinç içinde kavuşacaklardır. Cenâb-ı Hak bu gibi mü'minler için şöyle buyurur:

"Şüphesiz iman edenlerle, Yahudilerden, Hiristiyanlardan ve Sâbiîlerden Allah'a ve âhiret gününe hakkıyla inanıp salih amel işleyenler için Rabları katında mükâfatlar vardır. Onlar için herhangi bir korku olmadığı gibi üzülmeyecekler de." (el-Bakara: 2/62) Onlara:

"Îşte bu, hesap günü için size söz verilenlerdir." (Sâd: 38/53) denilecek ve kolay bir hesaptan geçirileceklerdir:

"Kimin kitabı sağından verilirse, kolay bir hesapla hesaba çekilecek ve sevinçli olarak ailesine dönecek." (el-İnşikâk: 84/7-9)

"Kitabı sağ tarafından verilen; Alın kitabımı okuyun, doğrusu ben hesabımla karşılaşacağımı zaten bekliyordum, der." (el, Hâkka: 69/19-20) Böylece hakettiği cennete girer.

Rasûlüllah (s.a.s) mü'minlerin "hesap günü"nündeki durumunu şöyle dile getirir: "Mü'min kıyamet günü Rabbine öyle yaklaştırılır ki, artık Rabbi onun sırrını mahşer ehlinden saklamış olur. Sonra ona bütün günahlarını ikrar ettirir: "Şunu işlediğini sen bilir misin?" diye sorar. O da: Ya Rabbi bilirim, der. Sonunda, mü'minin işlediği günahlar hakkındaki itirafları Allah'ın dilediği miktara ulaşınca Allah Teâlâ ona: "Şüphesiz Ben senin işlediğin günahları dünyada senin için örttüm. Bu gün de senin için günahlarını mağfiret ediyorum," buyurur."[87]

Bu delillerden açıkça anlaşılıyor ki, dünyada iken Allah'a ve âhiret gününe iman ederek O'nun emirlerine uyan, yasakladıklarından sakınan ve salih amel işleyen mü'minler, kolay bir hesaptan sonra Allah'ın kendilerine mükâfat olarak hazırladığı nimetlere kavuşacaklardır. Ancak müslüman olduğu halde, mutlak sûrette cezayı hakkedecek davranışlarda bulunan kimselerin hesabı zor olacaktır.

Hz. Peygamber bir gün ashabına şöyle sorar:

"Müflis kimdir bilir misiniz?” Ashâb: “Bizim aramızda müflis, hiç bir dirhemi ve malı olmayandır,” demişler. Bunun üzerine Rasûlullah (s.a.s) şöyle buyurur: "Benim ümmetimden gerçek müflis; kıyamet gününde namaz, oruç ve zekatla gelipte şuna sövmüş, buna iftirada bulunmuş, şunun malını yemiş, bunun kanını dökmüş, başkasını da dövmüş olarak gelendir. Şuna buna hasenâtından verilecek. Şayet davası görülmeden hasenatı biterse, onların günahlarından alınarak kendisinin üzerine yüklenecek, sonra cehenneme atılacaktır."[88]

Günahkâr mü'minin durumu böyle olunca; inkârcıların ve başkalarına zulüm yapanların, daha büyük sıkıntılara düşeceklerinde şüphe yoktur. Onlar, "Hesap günü"nden söz eden âyetleri işittiklerinde alaylı bir şekilde:

"Dediler ki: Rabbimiz, hesap gününden önce (bize vadettiğin) hissemizi şimdiden ver." (Sâd: 38/16)

Müşrikler böyle söylemekle; "hesap gününe kadar beklemeye ne gerek var, o cezadan bizim payımıza düşeni şimdiden ver." diyerek alay etmek istiyorlardı. Cenab-ı Hak da:

"Şüphesiz onların dönüşü bizedir. Sonra onların hesaba çekilmesi de bize aittir." (el-Ğâşiye: 88/25-26) buyurarak, hem Rasûlünü teselli etmiş, hem de onları tekrar uyarmıştır. Bu uyarılara kulak asmayıp sapık yollarına devam edenler için de şöyle buyurmuştur:

"Doğrusu Allah yolundan sapanlara, hesap gününü unutmalarından dolayı çetin bir azap vardır." (Sad: 38/26)

O dehşetli gün gelip de insanlar hesaba çekilmeye başlanınca pişmanlık duymanın hiçbir yararı olmayacaktır.

"Kimlerin tartısı ağır basarsa, işte asıl kurtuluşa erenler onlardır. Kimlerin de tartıları hafif gelirse, artık bunlar da kendilerine yazık etmişlerdir, ebediyyen cehennemdedirler." (el-Mü'minûn: 23/102-103)

"Kitapları sol taraflarından verilenlere gelince, o: Keşke bana kitabım verilmeseydi de, hesabımın ne olduğunu bilmeseydim, der." (el-Hâkka: 69/25-26) Cenab-ı Hak onlara:

"Âyetlerim okunurken onları yalanlayanlar siz değil miydiniz?" (el-Mü'minûn: 23/105) diye sorunca, sanıyorlar ki konuşmalarına izin verilmiş, kendilerine ümit kapıları açılmış belki suçluluklarını itiraf ederlerse istedikleri kabul görür:

"Derler ki: Rabbimiz, bize kötülüğümüz gâlip geldi. Biz, sapık bir kavim olduk. Rabbimiz, bizi buradan çıkar, eğer tekrar inkâra dönersek gerçekten zâlimler oluruz." (el-Mü'minûn: 23/106-107). Onların bu sözlerine karşılık:

"Allah da buyurur: Kesin sesi. Artık benimle konuşmayın. Çünkü kullarımdan bir zümre vardı ki bunlar, Rabbimiz inandık, artık bağışla bizi, acı bize. Sen acıyanların en hayırlısısın, diyorlardı. Siz ise onları alaya alıyordunuz, bunlar size beni anmayı unutturuyordu. Ve hep gülüyordunuz onlara." (el-Mü'minûn: 23/108-110) diyerek cehenneme gönderilecekler. Bu arada kendilerinin bu acı hallerini gören mü'minler, cehenneme giriş nedenlerini sorarlar:

"Kitapları sağdan verilenler suçlulara: Sizi bu yakıcı ateşe sürükleyen nedir? diye sorarlar. Onlar derler ki; "Namaz kılanlardan değildik düşkünü doyurmuyorduk. Bâtıla dalanlarla beraber biz de dalardık. "Ceza günü"nü yalanlardık. Bu durumumuz, ölüm bize gelinceye kadar devam etti" derler." (el-Müddessir: 74/42-47)

Akâid kitapları, "hesap günü" ile ilgili âyet ve hadislere dayanarak, bu günün gerçek olduğunu şu şekilde açıklarlar:

a) Amellerin tartılması haktır: Çünkü Cenab-ı Allah "O gün tartı (vezn) haktır." (el-A'râf: 7/l8) buyurmuştur. Mu'tezile ise amellerin tartılmasını inkâr etmiş ve bu konudaki nasları tevil etmiştir.

b) Amel defteri haktır: Bu defterden maksat, insanlara ait sevap ve günahların üzerinde tesbit edildiği şeydir. Mü'minlere sağ, kâfirlere sol ve arka taraflarından verilir.[89] Mu'tezile, bu konudaki nassları da te'vil ederek amel defterini gereksiz görür.

c) Öldükten sonra sorguya çekilme haktır.[90]

 

KABİR

 

Mezar, ölen kimsenin toprağa gömüldüğü yer. Çoğulu "kubûr" dur.

İnsan, ruh ve bedenden meydana gelen bir canlıdır. Ruhun yaratılışı bedenden öncedir. Buna göre insan hayatının devreleri dörde ayrılabilir. Birincisi, yaratıldığı zamandan bedene ruh üfleninceye kadar ruh devresi.

Kur'an-ı Kerîm'de ruhların topluca yaratılmasından sonra Cenâb-ı Hakk'ın ilk uyarı ve tebliği şöyle ifade edilir: "Hani Rabbin, Âdemoğullarından, onların sulblerinden zürriyetlerini çıkarıp kendilerini nefislerine şahit tutmuş; ben sizin Rabbiniz değil miyim? demişti. Onlar da; evet rabbimizsin, şahit olduk, demişlerdi. İşte bu şahitlendirme, kıyamet günü; bizim bundan haberimiz yoktu dememeniz içindi." (el-A'raf: 7/172). İkinci safha, dünya hayatıdır. Doğumla başlar, ölümle sona erer. Dünya hayatının amacı, kimin nasıl fiil ve hareketlerde bulunacağını denemek, sonuçları tesbit etmektir.[91]  Üçüncü safha, kabir hayatı olup, ölümle başlar, kıyamet gününe kadar devam eder. Dördüncü safha ise, kıyametin kopmasıyla sonsuza kadar sürecek olan ahiret hayatıdır.

Kabir hayatı, bir bakıma ahiretin giriş kapısı ve başlangıcı sayılır. Ölen kimse, ister kabre defnedilsin, yırtıcı hayvanlarca parçalansın; ister ateşte yanıp külleri savrulsun ya da denizde kaybolsun, onun için kabir hayatı başlamış olur. Münker ve Nekir melekleri kabir sorgulamasını yapar. Rabbini, peygamberini ve dini sorar. Bu sorgudan sadece peygamberler ve çocuklar muaftır.

Ehl-i Sünnet inancına göre, kâfirlere ve bazı günahkâr müminlere kabir azabı vardır. Kabir, iman ve salih amel sahipleri için Cennet bahçelerinden bir bahçe; kâfirler için de Cehennem çukurlarından bir çukurdur. Kabir hayatının, azap şeklinin mahiyeti hakkında, âlimler ayrı görüşler ileri sürmüşlerdir. Azabın ruha, bedene veya her ikisine birlikte yapılması, sonucu değiştirmez. Çünkü salih amel sahibi insanlar kabirde güzel bir hayat yaşarken, kâfirler, büyük bir sıkıntı ve ızdırap içinde bulunacaklardır.[92]

Kabirdeki ölü cennetlik (said) bir kimse ise, onun ruhu Cennet'e gider, eğer günahkâr ve cehennemlik (şâkî) ise, Cehennem'in yanına gider. Bir kısım ruhlar da berzah'ta bulunurlar ki, burası ne Cennet ne de Cehennem'dir.

Bazı âlimlere göre, saidlerin rûhu Cennette olmakla birlikte kabirleriyle olan bağlantıları kesilmez. Bu irtibat özellikle cum'a gecesi ve gündüzü ile cumartesi gecesi güneş doğuncaya kadar, pek canlı bir şekilde devam eder. Saidlerin ruhları dünya haberlerini izleme imkânı bulabilirler Vefat edip yeni gelenlere dünyadan haber sorarlar. Kendilerini ziyarete gelenlerin selâmını duyarlar, hatta izin verilirse, selâma karşılık vermeleri de mümkündür.[93]

 

Kabirlerin Hazırlanışı:

 

Kabir hazırlanırken şu hususlara dikkat edilmelidir Kabir, bir adam boyu veya göğüs hizasına kadar kazılır. Ölüyü daha iyi koruyacağı düşüncesiyle kabir daha derin açılabilir. Toprak sert ise kabrin kıble tarafına bir lahd (oyuk) açılır. Eğer lahd açılmakla toprak göçecek kadar yumuşak olursa o zaman kabrin ortasında ölünün sığacağı kadar bir yer açılır ve oraya defnedilir.

İslâm müctehidleri ve fakihleri, kabirlerin kireç ve benzeri ile yapılmasının, kendi toprağına ilâve edilerek yükseltilmesinin, üzerine kubbeli bina yapılmasının, taşına övücü veya kadere sitem edici kelimeler yazılmasının caiz olmadığı konusunda görüşbirliği içindedir. Buna karşılık kabrin, yerden bir-iki karış yükselmesi, şeklinin deve hörgücü gibi olması, kerpiçle yapılması, kabrin baş tarafına bir taş konulması ve ölünün isminin yazılmasında bir sakınca görülmemiştir. Ancak kabrin üstüne mescit gibi bina inşa edilerek buranın mabed edinilmesi hadisle yasaklanmıştır.

Hz. Âîşe (r.a), Rasulullah (s.a.s)'ın son hastalığında şöyle buyurduğunu rivayet etmiştir: "Allah, Yahudi ve Hristiyanlara lânet etsin, Onlar, peygamberlerinin kabrini mabed haline getirdiler." Hz. Âîşe diyor ki: "Eğer bundan korkulmasaydı, Hz. Peygamberin kabri dışarıdan belli olacak şekilde yapılacaktı."[94] Peygamberin ve Hz. Âîşe'nin ifadelerinden; kabrin dış şekli üzerinde titizlikle durulmasının ve bazı yasaklar konmasının sebebinin tevhit inancını korumak ve insanların şirke düşmelerini önlemek olduğu anlaşılmaktadır.

Diğer yandan İslâm dini, israfı yasaklamıştır. israf, malın lüzumsuz yere ve ölçüsüz harcanması, sarfedilmesi demektir. Aç, çıplak, ilaçsız, tahsilsiz. eşsiz, işsiz, muhtaç müslümanlara yardım etmek yerine, büyük masraflarla heybetli, süslü ve masraflı kabirlerin bina edilmesi israf sınırları içine girebilir.

Cenaze için namaz kılındıktan sonra cemaatle birlikte yaya veya ihtiyaç olunca araç vasıtasıyla kabristana gidilir. Derince ve uygun boyda açılan kabre cenazeyi gömmek farz-ı kifayedir. Cenazeyi taşıyanlar gibi kabre indirenlerin de; "Bismillah ve ala milleti Rasulullah" demeleri müstehabtır.

Ölü, kabirde yüzü kıbleye gelmek şartıyla sağ yanı üzerine yatırılır. Sonra kefenin düğümleri çözülür. Kabrin tahtası dizildikten sonra kürekle veya elle üzerine toprak atılır. Kabrin üstünü biraz yükseltmek menduptur. Toprak pekişsin diye kabrin üzerine su serpilebilir. [95]

 

Kabir Hayatı:

 

Dünya hayatından sonra, ahiret hayatından da önce fakat ahiret hayatı için de ele alınması gereken bir başka hayat daha vardır ki o da kabir hayatı veya "Âlem-i Berzah" denilen hayattır. Berzah, asıl manasında iki şey arasında bulunan engel, ayırıcı sınır demektir. Bu kelime Kur'an'ın "el-Mü'minûn: 23/100; er-Rahmân: 55/20; el-Furkan: 25/53" ayetlerinde "iki şey arasındaki engel" manasında kullanılmıştır.

Râgıp, el-Müfredât adlı eserinde şöyle der: "Berzah; ahirette insan ile yüksek menzillere ulaşması arasındaki engeldir. Bu kelime, el-Beled: 90/11 ayetindeki "el-Akabe" kelimesine işarettir. Ayetin meâli şöyledir: "Fakat o, (hedefe varmak, yapılan iyiliklere teşekkür etmek için) sarp yokuşu geçemedi." Ayette bildirilen engeli ise ancak sâlihler aşabilir. Berzah'ın ölüm ile kıyâmet arasındaki engel olduğu da söylenir.

İnsan için üç hayat vardır:

1) Dünya hayatı: Ruhun cesetle birlikte yaşadığı içinde bulunduğumuz hayat.

2) Berzah hayatı: Ruh, dünyada iken içinde bulunduğu cesetten ayrılmış, azab yahut ta nimet içinde müstakil hale gelmiştir.

3) Ahiret hayatı: Ruhların dünyada iken içinde oldukları cesetlere dönmeleri ile meydana gelen son hayat. Görüldüğü gibi Berzah hayatı, birinci hayat ile ikinci hayat arasındadır. Dünya hayatı çalışma, Ahiret hayatı ise çalışmanın karşılığını görme hayatıdır. Bu ikisi arasındaki hayat da, beklemekten ibaret olan Berzah hayatıdır.[96]

Ölüm anında, ruhlar cesetten ayrılırken rahmet veya azab melekleri vasıtasıyla onlara, hallerine uygun durumlar gösterilir:

"Melekler, o kâfirlerin yüzlerine ve arkalarına vura vura: "Tadın Cehennem azabını. " diyerek canlarını alırken bir görmeliydin..." (el-Enfâl: 8/50, el-En'âm: 6/93-94).

Ayetlerde bildirilen azab, ölüm anında kâfir ve günahkârlara yapılan azabtır.

Ahmed İbn Hanbel'in Müsned'inde[97] yer alan rivayetlere göre Hz. Peygamber şöyle buyurmuştur:

"Mümin kul, dünyadan ayrılmak üzere ve ahirete yöneldiği anda ona semadan beyaz yüzlü melekler iner. Yüzleri sanki güneş gibidir. Yanlarında Cennet kefenlerinden ve kokularından vardır. Onun görebileceği yere otururlar. Ölüm meleği gelir, baş tarafına oturur ve şöyle der: "Ey güzel ruh, çık ve Rabbi'nin rızasına ve mağfiretine gel." O da, ağızdan damlayan bir damla gibi çıkar. Kâfir kul dünyadan ayrılmak ve ahirete yönelmek üzere olunca, yanında kaba bir elbise olan siyah yüzlü bir melek gelir, onun görebileceği bir yerde oturur, şöyle der: "Ey çirkin ruh, haydi çık, Rabb'inin öfkesine ve gazabına gel. Ruh cesedden korkarak ve güçlükle ayrılır."

Ölümden sonra berzah âleminin ikinci makamı olan kabir hayatı başlar. Kabirde ilk zamanlarda ruh cesetle birlikte bulunurlar, beraber azab ve mükâfat görürler. Daha sonra ruh cesetten ayrılır ve müstakil olur. Peygamberimiz (s.a.s.)'in ifadesine göre; "Kabir ya Cennet bahçelerinden bir bahçe, yahut Cehennem çukurlarından bir çukurdur."[98]

Ruhun cesetle birlikte kabirde azap ve mükâfat görmesinin bir benzeri, hepimizin zaman zaman gördüğümüz acı veya tatlı rüyalardır ki kişi kendisini sonsuz nimetler veya azap içinde görür de bunlar ancak uyanmakla sona erer.

Kabir hayatı hakkında Peygamberimiz (s.a.s.) şöyle buyuruyor:

"Ölüm meleği Mümin kulun ruhunu aldığı zaman melekler onu, göz açıp kapayacak kadar ölüm meleğinin elinde bırakmazlar. Onu alır, bu kefene koyarlar. Ondan, yeryüzünde bulunan mis kokusu gibi bir koku çıkar. Onu melekler arasından geçirirken:

"Bu güzel ruh nedir?" derler. Dünyada iken söylenen en güzel ismini söyleyerek:

"Falan oğlu falandır" derler. Dünya semasına ulaşıncaya kadar çıkarırlar. Nihâyet Cenâb-ı Allah:

"Kulumu 'İlliyyine' yazınız. " buyurur. Bu, Cennet'in en yüksek derecesidir.

"Ben onu yeryüzündeki cesedine iade edeceğim." İki melek yanına gelir ve:

"Rabbin kimdir?" derler. Ruh:

"Rabbim Allah'tır. " der. Onlar:

"Dinin nedir?" derler. Mümin ruh:

"Dinim İslâm 'dır. " der. Onlar:

"Bunları sana bildiren nedir?" derler. O da:

"Allah'ın kitabını okudum, ona inandım ve tasdik ettim" der.

Bunun üzerine semadan bir ses gelir:

"Kulum doğru söyledi. Cennet'te makamını hazırlayınız. Onun için Cennet'ten bir kapı açınız. der."

Kâfir kulun ruhunun berzah hayatı hakkında Peygamber Efendimiz (s.a.s.) şöyle buyurmaktadır:

"Ölüm meleği kâfir kulun ruhunu aldığı zaman, melekler bu ruhu onun elinde göz açıp kapayıncaya kadar bırakmazlar. Onu hemen kalın bir elbiseye koyarlar. Ondan yer yüzünde bulunan leş kokusu gibi bir koku çıkar. Onu semaya yükseltirler. Meleklerin yanından geçerken:

"Bu kötü ruh kimindir?" derler. Melekler, en kötü ismini söyleyerek:

"Falan oğlu falandır." derler. Onun için semanın kapısını açmasını isterler, fakat açmazlar."

Bu esnada Peygamberimiz (s.a.s.) şu ayeti okudu:

"Onlara gök kapıları açılmaz (ruhları göğe yükselmez) ve deve iğnenin deliğinden geçinceye kadar (hiçbir zaman) Cennet'e giremezler." (el-A'raf: 7/40).

Allah:

"Onun kitabını en aşağı makama yazınız" der. Sonra onun ruhu uzaklaştırılır.

Peygamberimiz (s.a.s.) sonra şu ayeti okudu:

"...Kim Allah'a ortak koşarsa o, sanki gökten düşmüş de kendisini kuş kapıyor veya rüzgâr onu uzak bir yere sürüklüyor gibidir." (el-Hacc: 22/31).

Ruhu cesede iade olunur da iki melek (Münker ve Nekir) gelir, yanına oturur ve:

"Rabbin kimdir?" derler. O da:

"Şey şey, bilmiyorum,"der. Onlar:

"Dinin nedir?" derler, o da:

"Şey şey, bilmiyorum,"der. Onlar:

"Size kim peygamber olarak gönderildi? Peygamberiniz kimdir?" derler:

"Şey şey, bilmiyorum,"der. Bunun üzerine semadan bir ses:

"Yalan söyledi, Cehennem'deki yerini hazırlayınız." der. Onun için Cehennem'e bir kapı açarlar. Cehennem'in harareti ve kokusu gelir, kabri daralır ve onu sıkıştırır. Çirkin yüzlü ve kötü elbiseli bir adam gelir ve ona şöyle der:

"Sana yazıklar olsun, va'd olunduğun gün işte bu gündür. " Kâfir ruh ona:

"Sen kimsin? Çirkin yüz kötülük getirdi," der. O da:

"Ben senin çirkin amelinim" der. Bunun üzerine:

"Rabbim, kıyameti koparma." der. Sonra kör, sağır, dilsiz ve elinde balyoz olan birisi gelir. Elindeki bu balyozu bir dağa vursa toprak olur, ona bir vurur, toprak oluverir. Sonra onu Allah eski haline getirir, tekrar bir daha vurur. Öyle bir çığlık atar ki insanlar ve cinlerden başka her şey duyar."[99]

Ruh, kabirde sorulan suallere verdiği cevaplara göre ya İlliyyîne ya da Siccîn'e gönderilir. Burada, yeniden diriltilecekleri güne kadar emaneten dururlar. Yeniden dirilme gününde ise Allah'ın emri ile tekrar cesetlere girerler. İyi, kötü, bütün ruhların kendi kabirleriyle alâkaları vardır. Bu alâka ile ziyaretçilerini tanırlar. Nimetlerin lezzetlerini, yahut ta cehennem'in acısını yanlarında hissederler. Şehidlerin ruhları ise yeşil kuşlar gibi Cennet'lerde otlar ve Arş'ın altında asılı bulunan kandillere sığınırlar. Ayette[100] Allah yolunda öldürülen şehidlerin, gerçekte, ölü olmadıkları, Allah katında Cennet nimetleriyle rızıklandırıldıkları bildirilmektedir. Ayrıca şehid ruhlarının, Cennet'te kendilerine yapılan ikramlar nedeniyle, bir daha Allah yolunda öldürülebilmek için ruhlarının cesetlerine iade edilmesini istedikleri bildirilmektedir.[101]

İnsan hayatı üç bölüme ayrılır:

Birincisi dünya hayatıdır, ölümle son bulur. İkincisi ölümden yeniden dirilişe kadar devam edecek olan kabir hayatıdır. Üçüncüsü ise, ebedî olan ahiret hayatıdır.

İnsanlar öldükten sonra kabir âleminde bir müddet bulunacaklardır. İnsana kabir âleminde münker ve nekir isimli melekler tarafından, “Rabbin kim?, Peygamberin kim? ve Dinin ne?” soruları sorulacaktır. İnsan bu soruların cevabını, dünyada kimi rab ve  peygamber edinmiş, hangi dini kabul etmişse ona göre  verecektir.

Kabirde azab ve nimet vardır. Bu, kişinin işlediği amellere göredir. Allah (c.c.) kabir âleminde de müslümanları mükâfatlandıracak ve kâfirleri cezalandıracaktır. Bazı hareketler insanların kabir azabı çekmelerine sebep olur.

Peygamberimiz ashabı ile birlikte iken iki kabre rastladı ve ashabına şöyle dedi:

“Bu ikisi  azab görüyor. Onlar size göre büyük bir günahdan dolayı azab görüyor değiller; biri insanlar arasında laf taşıyarak fitne çıkarıyor, diğeri ise idrarından temizlenme lüzumunu duymuyordu.”[102]

 

Kabir Azabı:

 

Her insan ister ölerek toprağa gömülsün, ister boğularak denizin dibinde kalsın veya yırtıcı bir hayvan karnında bulunsun veya yanarak külü havaya karışsın, mutlaka kabir hayatı geçirecektir. İnsan öldükten sonra kabre konulunca, Münker ve Nekir adında iki melek, kendisine gelerek; "Rabbin kimdir? Peygamberin kimdir: Dinin nedir?" diye sorarlar. İman ve güzel amel sahipleri bu gibi sorulara doğru cevap verirler. Bu gibi ölülere cennet kapıları açılır ve Cennet kendilerine gösterilir. Kâfir veya münafık olanlar ise bu sorulara doğru cevap veremezler. Onlara da Cehennem kapıları açılır, oradaki azap kendilerine gösterilir. Müminler nimet içerisinde, sıkıntısız ve huzurlu yaşarken, kâfir ve münâfıklar ise kabirde azap göreceklerdir.[103]

Kabirde azap ve nimetin varlığını gösteren birtakım ayet ve hadisler vardır. Bir ayet-i kerimede şöyle buyurulur: "Firavun ve adamları sabah-akşam ateşe atılırlar. Kıyametin kopacağı gün de denilir ki; Firavun hanedanını ateşin en şiddetlisine sokun." (el-Mümin: 40/46)

Buna göre kıyamet kopmadan önce de yani kabirde de azap vardır. Peygamber efendimiz; "Allah, iman edenlere bu dünya hayatında ve ahirette, o sabit sözlerinde daima sebat ihsan eder." (İbrahim: 14/17) ayetinin kabir nimeti hakkında indiğini açıklamıştır.[104]

Kabir azabı ile ilgili hadis kitaplarında pek çok hadis-i şerif zikredilmektedir.

Bunlardan bir kaçı şöyledir: Hz. Peygamber (s.a.s) bir mezarlıktan geçerken, iki mezardaki ölünün bazı küçük şeylerden dolayı azap çekmekte olduklarını gördü. Bu iki mezardaki ölülerden biri hayatında koğuculuk yapıyor, diğeri ise idrardan sakınmıyordu. Bunun üzerine Rasulullah (s.a.s) yaş bir dal almış, ortadan ikiye bölmüş ve her bir parçayı iki kabre de birer birer dikmiştir. Bunu gören ashap, niye böyle yaptığını sorduklarında: "Bu iki dal kurumadığı sürece, o ikisinin çekmekte olduğu azabın hafifletilmesi umulur." buyurmuşlardır.[105]

Hz. Peygamber diğer bir hadislerinde şöyle buyururlar: "Kabir ya Cennet bahçelerinden bir bahçedir veya Cehennem çukurlarından bir çukurdur"[106]

Başka bir hadiste de şöyle buyurur: "Ölü mezara konulunca, birine Münker, diğerine Nekir adı verilen siyah mavi iki melek gelir; ölüye derler ki: "Şu Muhammed (s.a.s) denilen zat hakkında ne dersin?" O da şöyle cevap verir. "O, Allah'ın kulu ve Rasuludur. Ben şahitlik ederim ki Allah'tan başka ilâh yoktur, Muhammed de O'nun kulu ve elçisidir. Bunun üzerine melekler; Biz senin böyle diyeceğini zaten bilmekte idik", derler. Sonra onun mezarını yetmiş arşın genişletirler. Daha sonra bu ölünün mezarı ışıklandırılır ve aydınlatılır. Daha sonra melekler ölüye: "Yat ve uyu" derler. O da; "Aileme gidin de durumu haber verin" der. Melekler ona; "Zifafa giren ve sadece en çok sevdiği kişi tarafından uyandırılan şahıs gibi mahşer gününe kadar sen uyumana devam et." derler. Eğer ölü münâfık olursa, melekler şöyle der: "Şu Muhammed (s.a.s) denilen zat hakkında ne dersin?" Münâfık da şöyle cevap verir: "Halkın Muhammed hakkında bir şeyler söylediklerini işitmiş, ben de onlar gibi konuşmuştum. Başka bir şey bilmiyorum. Melekler ona; "Böyle diyeceğini zaten biliyorduk." derler. Daha sonra yere "Bu adamı alabildiğine sıkıştır." diye seslenilir. Yer de sıkıştırmaya başlar. Öyle ki o kimse kemiklerini birbirine geçmiş gibi hisseder. Mahşer gününe kadar bu sıkıntı devam eder."[107]

Kur'an'da şehitlerin kabir hayatıyla ilgili olarak şöyle buyurulur:

"Allah yolunda öldürenleri, sakın ölüler sanmayın. Bilâkis onlar diridirler. Rableri katından rızıklandırılmaktadırlar." (Âli İmrân: 3/169)

"Allah yolunda öldürülenlere ölüler demeyin. Bilâkis onlar diridirler. Fakat siz farkında değilsiniz." (el-Bakara: 2/154)

Kabir azabının yalnız ruha mı, yoksa bedene mi, yahut da her ikisine mi yapılacağı konusu bilginler arasında tartışmalıdır. Bu azabın hem rûha, hem de bedene yapılacağı görüşü tercihe şayandır. Ancak azabın niteliği hakkında fazla bilgi yoktur. Rûhun gerçeği üzerinde de görüş ayrılıkları vardır. Bir görüşe göre ruh lâtif (ince, şeffaf, nüfuz kabiliyeti olan) bir cisimdir. Yaş ağaca suyun nüfûzu gibi bedene nüfûz etmiştir. Allah, rûh cesette kaldığı sürece hayatı devam ettirmeyi âdet kılmıştır. Ruh cesetten çıkınca ölüm hayatı ortadan kaldırır. Başka bir görüşe göre de, ruh ceset için güneşin ışıkları gibidir. Mutasavvıflar bu görüşü benimsemişlerdir. Ehl-i Sünnete mensup bir topluluk, gülsuyunun güle sirâyet ettiği gibi, rûhun da bedene sirâyet eden bir cevher olduğunu söylemişlerdir.[108] Ayette şöyle buyurulur: "De ki ruh, Rabbimin bildiği bir iştir. Size bu konuda pek az bilgi verilmiştir." (İsrâ: 17/85)

Ebû Hanife'ye göre, peygamberler, çocuklar ve şehitler kabir sorusu ile karşılaşmazlar. Ancak Ebû Hanîfe kâfirlerin çocuklarına kabirde soru sorulması, Cennete girmeleri ve onlarla ilgili benzeri bazı soruları cevapsız bırakmıştır.[109]

 

Kabristan:

 

Ölülerin toprağa verildiği ve "mezarlık" da denen saha.

İslâm dini, hayatında olduğu gibi ölümünde de insana gereken değeri vermiş ve saygıyı göstermiş, öldüğü andan itibaren ona yapılacak muameleyi de belirlemiştir.

Toprağa defnedilen insanın en uzun süre bulunacağı yer kabristandır. Bu sebeple İslâm dini, kabristanın düzenli ve tertipli yapılmasını, temiz tutulmasını ve yeşillendirilmesini, hayatta bulunan insanların ölülere karşı bir vefa borcu olarak görür. Buna rağmen dinimiz öncelikle ölünün cesedine değil hatırasına değer verir. Bu konuda Hz. Peygamber "Ölülerinizi hayırla yâd ediniz." buyurur.[110]

Müslümanlara ait kabristan son derece sade, tabiî ve mütevâzi olmalı; mezar yapımında da basit ve ucuz malzeme kullanılmalıdır. Camide Allah'ın huzurunda-kariyer ve sosyal durumları ne olursa olsun-aynı safı paylaşan müslümanların mezarlarının da görünüş itibariyle birbirine yakın olması İslâm'ın ruhuna daha uygundur.

Kabristana cenaze ile birlikte veya daha sonra ölüyü yâdetmek için çelenk getirerek kabrin üzerine konulması, bid'at olup, gayri müslimlere benzemek amacıyla yapıldığı takdirde ilgilileri manevî sorumlulukla karşı karşıya getireceği açıktır. [111]

 

Nakl-i kubûr:

 

Kabirleri başka yere nakletmek, önemli bir sebep bulunmadıkça caiz görülmemiştir. Bir kabristan ne kadar eski olursa olsun, artık kendisine ihtiyaç kalmamış olsa bile yine bunun kabristan olarak korunması asıldır. Burasının satılarak veya üzerine binalar yapılarak, ölü kemiklerinin başka bir kabristana nakli, ölülerin hakkını çiğnemek olarak değerlendirilmiştir. Çünkü İslâm'da, ölülerin hakları dirilerin hakları kadar koruma altına alınmıştır.

Ancak su basması, yol geçmesi veya düşman tarafında kalması gibi nedenlerle kabristanı başka yere nakletmek caizdir.

Cenaze, kabre konulup üzerine toprak atıldıktan sonra, artık cemaatın elinden çıkmış, yüce Allah'a teslim edilmiş sayılır. Artık zaruret bulunmadıkça kabrin açılmaması gerekir. Cenazenin gasbedilmiş yere veya gasbedilmiş bir elbise ile gömülmesi veya bu yere başkasının sonra şûf'a yoluyla mâlik olması, zaruret hallerine örnek verilebilir. Bu takdirde, arazi veya elbise sahibinin isteği üzerine kabir açılır. Elbise alınınca kabir kapatılır, ya da cenaze bu mülkten başka yere nakledilir. Bu yapılmadığı takdirde mülk sahibi toprağı düzelterek ekim yapabilir. Elbise sahibi de isterse elbisenin kıymetini alabilir.

Bir ölünün cesedi tamamen toprak kesilip kemikleri de kalmamış olmadıkça kabri açılarak yerine başkası defnedilemez. Ancak cenazeyi defin için başka bir yer kalmamışsa bu taktirde kemikleri toplanır, kendisiyle, yeni gömülecek olan ölü arasına toprak vb. şeyler engel olarak doldurulur ve kabir kapatılır.

Zaruret bulunmadıkça iki ve daha fazla cenaze bir kabre gömülmez. Zaruret olursa, aralarına toprak gibi bir engel konularak toplu mezar kullanımı caiz olur. Nitekim Uhud şehitleri için uygulama böyle olmuştur. Cabir b. Abdullah'tan şöyle dediği nakledilmiştir: "Uhud savaşında şehit düşen babam, başka bir şehit olan Amr İbnü'l-Cümûh ile birlikte bir kabre gömülmüştü. Babamı bu şekilde başkası ile bir kabirde bırakmaya gönlüm razı olmadı. Altı ay sonra kabri açtım. Babamı, kulağından başka, hemen hemen kabre koyduğum gündeki gibi taze bir halde buldum; çıkardım ve başka bir kabre yalnız başına gömdüm.”

İslâm ülkesinde bulunan zimmîlerin (hristiyan ve yahudiler) kabirleri de, müslüman kabirleri gibi koruma altındadır. Onlara hayatlarında eziyet edilmesi haram olduğu gibi, ölümlerinden sonra da kemiklerinin kırılması, kabirlerinin dümdüz edilmesi yasaklanmıştır. Ancak, müslümanların yeni ele geçirdikleri bir yerde, ihtiyaç görülürse, düşmana ait kabirleri açmak, kemiklerini kaldırıp, burasını müslüman kabristanlığı veya mescid yapmak gibi başka bir amaçla kullanmak mümkün ve caizdir.[112]

 

Kabir Ziyareti:

 

Genel olarak kabirleri ziyaret etmek erkekler için müstehab olup, kadınlar için caizdir. Salih kimselerin, anne, baba ve yakın akrabanın kabirlerini ziyaret etmek mendup sayılmıştır. Kadınların kabirleri ziyaret etmesi, bağırıp çağırma, saçını başını yolma ve kabirlere aşırı saygı gibi bir fitne korkusu olmadığı zaman mümkün ve caizdir. Çünkü Hz. Peygamber, çocuğunun kabri başında ağlamakta olan bir kadına sabır tavsiye etmiş, onu ziyaretten alıkoymamıştır.[113] Diğer yandan Hz. Âîşe'nin de kardeşi Abdurrahman b. Ebi Bekr'in kabrini ziyaret ettiği nakledilir.[114]

Hz. Peygamber, henüz kader inancının kökleşmediği ve cahiliye alışkanlıklarının devam ettiği dönemde kabir ziyaretini bir ara yasaklamış, ancak bunu daha sonra serbest bırakmıştır. Hadiste şöyle buyrulur:

"Size kabir ziyaretini yasaklamıştım. Artık kabirleri ziyaret edebilirsiniz."[115] Hz. Peygamber'in kabirleri çok ziyaret eden kadınlara lânet ettiğini bildiren hadisler[116] ziyaret yasağı olan döneme aittir. Tirmizi bunu açıkça ifade etmiştir.[117] Hz. Âîşe ve İbn Abdilberr bu görüştedir.

Hanefilerin sağlam görüşüne göre, saç baş yolma, ağlamayı tazeleme gibi aşırılıklar olmamak şartıyla kadının kabir ziyareti caiz görülmüştür. Çünkü hadislerde yer alan ruhsat, kadınları da kapsamına almaktadır.[118]

Kabir ziyaretinin, tarihi akış içinde, ölülerden yardım istemek, hatta tapılmak için de yapıldığı görülmektedir.

İslâm'ın başlangıcında Hz. Peygamberin kabir ziyaretlerini yasaklamasının sebebi bu idi. Yahudi ve Hristiyanlar, aziz saydıkları kimselerin kabirlerini ibadet yeri edinmişlerdi. Cahiliyye devrinde kabirlere secde ediliyor, putlara tapılıyordu. Putperestlik, büyük tanınan kimselerin heykellerine saygı ve ta'zim ile başlamış, neticede bu saygı putlara ibadete dönüşmüştü. İslâm Dininin gayesi tevhid akidesini (Allah'ı yegane hâlık ve müessir tanıyıp yalnızca ona ibadet etmeyi) kalblere yerleştirmekti. Önceleri Hz. Peygamber (s.a.s) bu sebeple tehlikeli gördüğü kabir ziyaretini yasaklamıştı. Fakat tevhid inancı gönüllere iyice yerleşip müslümanlar tarafından gayet iyi anlaşıldıktan sonra, kabir ziyaretine izin verilmiştir.

Çünkü kabir ziyaretinde, hem hayattakiler, hem de ölüler için faydalar vardır. Resulullah (s.a.s) Mekke seferi sırasında annesi Amine'nin kabrini ziyaret ederek ağlamış, etrafındakileri de ağlatmış ve müslümanların kabirleri ziyaretine de izin verilmişti.[119] Bu izin hatta ziyareti teşvik konusu meşhur rivayetlerle sabittir.[120]

 

Kabir Ziyaretinin Faydaları:

 

a) İnsana ölümü ve ahireti hatırlatır ve ahireti için ibret almayı sağlar.

b) İnsanı zühd ve takvaya yöneltir. Aşırı dünya hırsını ve haram işlemeyi engeller. Kişiyi iyilik yapmaya yöneltir.[121]

c) Salih kişilerin kabirlerini, özellikle Hz. Peygamber'in kabrini ziyaret, ruhlara ferahlık sağlar ve yüce duyguların oluşmasına yardım eder. Hz. Peygamber'in ve Allah'ın veli kullarının kabirlerini ziyaret için yolculuğa çıkmak menduptur. Bir hadis-i şerifte; "Kim, beni öldükten sonra ziyaret ederse, sanki hayatımda iken ziyaret etmiş gibi olur." buyurulmuştur.[122]

d) Ziyaret; insanın geçmişi, dinî kültürü ve tarihi ile bağlarının güçlenmesine yardımcı olur. [123]

 

Ziyaretin Ölüye Faydası:

 

a) Özellikle anne, baba diğer akraba ve dostların kabirleri, ruhları için Allah'a dua ve istiğfar etmek amacıyla ziyaret edilir. Ölüler adına yapılan hayır ve hasenâtın sevabının onlara ulaşacağı sahih hadis ve icmâ delili ile sabittir. Ölüler ziyaret edilirken, onların ruhları için Allah'a dua edilir, Kur'an okunur, yapılan iyiliklerin sevabı bağışlanır. Kabre ağaç dikmek sevabtır. Dikilen ağaç ve bitkinin ölünün ruhundan azabın hafifletilmesine sebep olacağına dair hadisler vardır. Hristiyanların yaptığı gibi kabre çelenk götürmek mekruhtur.

Dua ve istiğfarın ölülerin ruhları için faydalı olacağına şu ayet-i kerime de delâlet eder: "Ey Rabbimiz, bizi ve iman ile bizden önce geçmiş olanları yarlığa. İman etmiş olanlar için kalbimizde bir kin bırakma." (el-Haşr: 59/10) Bu konuda varid olan pek çok hadis vardır.[124]

b) Ölünün dirileri işitmesi. Kabir ziyareti sırasında konuşulanları kabirdeki kişinin duyduğu ve verilen selâmı aldığı hadislerle sabittir.

Abdullah b. Ömer (r.a)'den nakledildiğine göre Hz. Peygamber Bedir gazvesinden sonra yerde yatan Kureyş büyüklerinin cesetlerine karşı: "Rabbinizin va'dettiği azabın doğru olduğunu anladınız mı?" diye seslenmişti. Hz. Ömer'in: "Ey Allah'ın Rasulu! Bu duygusuz cesetlere mi hitap ediyorsunuz?" demesi üzerine, Resulullah (s.a.s) şöyle buyurmuştur: "Siz bunlardan daha fazla işitici değilsiniz. Fakat bunlar cevap veremezler." buyurmuştur.[125] Bu konuda Hz. Aişe'den, ölülerin işitmesi yerine, Rasulullah'ın; "Gerçeği ölünce şimdi daha iyi anlarlar. Nitekim Cenâb-ı Hak'da: "Habibim sen, sözünü ölülere duyuramazsın" hadisi nakledilmiştir. Ancak çoğunluk İslâm bilginleri bu konuda Hz. Âîşe'ye muhalefet etmişler, başka rivayetlere uygun düştüğü için yukarıda zikrettiğimiz Abdullah b. Ömer'in hadisini esas almışlardır.[126]

 

Ziyaretin Âdabı:

 

Ziyaretçi mezarlığa varınca yüzünü mezarlara döndürerek Peygamberimizin dediği gibi şöyle selâm verir: "Ey müminler ve müslümanlar diyarının ahalisi, sizlere selâm olsun. İnşaallah, biz de sizlere katılacağız. Allah'tan bize ve size âfiyet dilerim." [127]

Hz. Âîşe'nin rivayetinde anlam aynı olduğu halde ifade biraz farklıdır. Tirmizi'nin İbn Abbâs'tan rivayetinde Rasulullah bir defasında Medine mezarlığına uğradı ve onlardan tarafa dönerek şöyle dedi:

"Ey kabirler ahâlisi, size selâm olsun! Allah bizi ve sizi mağfiret eylesin. Sizler, bizden önce gittiniz, biz de sizin ardınızdan (geleceğiz)"[128] Kişi, tanıdığı bir kimseye kabrinin başından geçerken selâm verirse, ölü selâmını alır ve onu tanır. Tanımadığı bir kimsenin kabrinin yanından geçerken selam verirse, ölü, selâmını alır.[129]

Kabir ziyareti sırasında mezarda namaz kılınmaz. Kabirler asla mescid edinilmez. Kabre karşı da namaz kılmak mekruhtur. Kabirlere mum dikmek ve yakmak caiz değildir.[130]

Boş yere para harcandığı için, ya da kabirlere tazim için buralarda mum yakılmasını Hz. Peygamber yasaklamıştır. Kabrin üzerine oturmak ve mezarları çiğnemek mekruhtur.[131]

Kabirde ziyaretle bağdaşmayan edep dışı ve boş söz söylemekten, kibirlenip çalım satarak yürümekten sakınmak ve mütevâzi bir durumda bulunmak gerekir.[132] Kabirlere, küçük ve büyük abdest bozmaktan sakınmak gerekir.[133] Kabristanın yaş ot ve ağaçlarını kesmek mekruhtur. Kabir yanında kurban kesmek Allah için kesilse bile mekruhtur. Hele ölünün rızasını kazanmak ve yardımım elde etmek için kesilmesi kesinlikle haramdır. Bunun şirk olduğunu söyleyenler de vardır. Çünkü kurban kesmek ibadettir; ibadet ise yalnız Allah'a mahsustur. Kabirler Kâbe tavaf edilir gibi dolaşılıp tavaf edilmez. Ölülerden yardım istemek ve bunun için mezar taşlarına bez, mendil ve paçavra bağlamak kişiye yarar sağlamaz. Bazı kabir ve türbelerin hastalıklara şifalı geldiğine inanmak ve bunların taş, toprak ve ağaçlarını kutsal saymak İslam'ın tevhit inancı ile bağdaşmaz.

Diri veya ölü olsun salih kimseleri Allah'tan bir şey istemek için aracı kılmaya "tevessül" denilir. Kabirde kişinin başkasına bizzat bir fayda vermeye veya bir zararı gidermeye gücü yetmez. ibn Teymiyye ve taraftarlarına göre Allah'tan bir şey isterken peygamber bile oka salih kulları aracı kılmak haram, hatta şirktir. Çoğunluk İslâm âlimlerine göre ise Allah'tan bir şey isterken salih zatları aracı ve vesile kılmak ve bunun için onların kabirlerini ziyaret etmek caizdir. Meselâ "Hz Muhammed hakkı için, onun hürmetine, ya Rabbi onunla sana dua ediyorum, şu isteğimi yerine getir" demek duaların kabulüne vesile olur. Hanefi ve Malikilere göre kabir ziyaretini cuma ve bunun iki yanındaki perşembe ve cumartesi günleri yapmak daha faziletlidir. Şafiîler, perşembe gününün ikindi vaktinden başlamak üzere cumartesi sabahına kadar ziyaretin daha uygun olacağını söylemişlerdir. Hanbeliler, ziyaret için belli bir gün tahsis etmenin doğru olmadığını belirtmişlerdir. Sonuç olarak cuma günü ziyaret daha faziletli ise de diğer günlerde ziyaret de mümkün ve caizdir.[134]

 

Kabirlerden Kalkış:

 

Kur'an, kıyametin kopmasından sonra Sûr'a ikinci defa üfürülme ile bütün canlı yaratıkların hesap için tekrar diriltileceklerini ifade eder. O kadar ki, öldükten sonra dirilmenin anlatılmadığı çok az sûre bulunabilir. Pek çok surede bu konuyu açıklayan örnekler getirilerek, akıllara gelebilecek tereddütleri ortadan kaldırır.

Kabirlerden kalkış dediğimiz tekrar dirilme inancı, kişilerin ve toplumun ıslahında çok önemli bir ilke olduğu için Kur'an-ı Kerim bu konuya önemle eğilir. Gerçekten de öldükten sonra tekrar dirilmenin gerçekleşeceğini bilen insan, hayır ve iyilik yapmaya, işlediği kötülükleri en aza indirmeye çalışır. Fakat yeniden dirilişe inanmayan kimse topluma ve kendisine her zaman zarar verebilir.

Öldükten sonra tekrar diriliş hem beden hem de ruh ile olacaktır Bu konuya açıklık getiren bir ayette: şöyle buyurulur:

"Ayetlerimizi inkar ile kâfir olanlar (var ya) onları muhakkak ki ateşe atacağız. Derileri piştikçe azabı tadıp durmaları için, onları başka derilerle yenileyip değiştireceğiz. Şüphesiz ki Allah mutlak galiptir, yegane hüküm ve hikmet sahibidir." (en-Nisâ: 4/56)

Kur'an-ı Kerim, öldükten sonra tekrar dirilmeyi inkâr eden kimselere karşı, yeniden dirilişin aklen mümkün olduğunu ve muhakkak meydana geleceğini açıklamak için bir kaç yol izlemiştir.

Yeniden dirilmeyi, ilk yaratmaya kıyaslamıştır. Bu konuda bize şöyle buyurur:

"O, kendi yaratılışını unutarak bize bir misal getirdi. "Bu çürümüş kemiklere kim can verecekmiş?" dedi. De ki: "Onları ilk defa yaratan diriltecek. O, her yaratmayı hakkıyla bilendir." (Yâsin: 36/78-79)

Zor bir şeyi yaratmaya gücü yetenin, kolay bir şeyi yaratması elbette mümkündür. Göklerin ve yerin yaratılması, insanın yaratılmasından daha zordur. Bunu yapabilen, insanı da öldükten sonra diriltebilir. Kur'an-ı Kerim'de şöyle buyurulur:

"Bütün varlıkları yoktan var eden ve sonra da tekrar diriltecek olan O'dur. Bu, O'na pek kolaydır. Göklerde ve yerde en yüce sıfatlar O'nundur." (er-Rûm: 30/27)

"Biz ilk yaratmadan âciz mi kaldık? Hayır, onlar yeniden yaratılmaktan şüphe ediyorlar." (Kâf: 50/15)

Kupkuru ve ölü bir durumda olan yeri, bitkilerle canlandıran, insanı da diriltebilir Ayetlerde şöyle buyurulur:

"...Sen yeryüzünü kupkuru ve ölü görürsün. Fakat biz onun üstüne suyu indirdiğimiz zaman, o harekete gelir, kabarır; her güzel çiftten nice bitki bitirir. Bunun sebebi şudur: Çünkü Allah hakkın ta kendisidir. Şüphesiz hakkıyla kâdirdir. O şüphesiz her şeye hakkıyla kâdirdir. O saat elbette gelecektir. Onda hiçbir şüphe yoktur. Doğrusu Allah, kabirlerde olan kimseleri de diriltip kaldıracaktır." (el-Hacc: 22/5-7)

Bir şeyi zıddına çevirmeğe gücü yeten, onu benzerine çevirebilir. Allah, ağaçlarda bol miktarda bulunan suya rağmen, nasıl ondan ateş çıkartıyorsa, öylece insanları da tekrar yaratabilir. Bu konuyla ilgili ayetlerde şöyle buyurulur:

"O Allah ki, size yeşil ağaçtan bir ateş yaptı da, simdi siz ondan yakıp duruyorsunuz. Gökleri ve yeri yaratan, onlar gibisini yaratılmaya gücü yetmez mi? elbette buna gücü yeter. O herşeyi yaratandır, her şeyi bilendir." (Yâsin: 36/80-81)

Kur'an-ı Kerim'de ikinci defa Sûr'a üfürülme ile meydana gelecek gelişmeler şöyle açıklanır:

Sûr'a ilk defa üfürüldüğünde kıyamet kopacaktır. Yani bu ilk üfürülmeyle, dünya hayatı sona erecek, Allah'ın istisnâ ettiği varlıkların dışında bütün canlılar ölecektir. Bu konuda ayet-i kerimede şöyle buyurulur:

"Sûr'a üfürülünce, Allah'ın dilediğinden başka, göklerde ne var, yerde ne varsa hepsi çarpılıp cansız yere düşer." (ez-Zümer: 39/68)

İsrâfil (a.s)'ın Sûr'a ikinci defa üfürmesiyle, insanlar kabirlerinden kalkıp Rablerine doğru akın akın koşacaklardır. Bu konuyla ilgili olarak iki ayeti hatırlatmak yeterlidir.

"Sur'a üfürülmüştür. Bir de görürsün ki, onlar kabirlerinden kalkıp Rablerine doğru koşup gidiyorlar." (Yasin: 36/51)

"Sonra ona (Sûr'a) bir daha üfürülecektir. O anda görürsün ki ölüler dirilip, ayakta bakınıp duruyorlar." (ez-Zümer: 39/68)

İsrâfil (a.s)'ın Sûr'a iki kez üfürmesi arasında geçecek süre kesin olarak bilinmemektedir. Çünkü Ebû Hüreyre (r.a)'den rivayet edilen bir hadiste Hz. Peygamber (s.a.s) "Sûr'a iki defa üfürülme olayı arasında kırk (zaman) vardır." buyurmuşlardır. Orada bulunanlar, hadisi nakleden Ebû Hureyre'ye "Ey Ebû Hureyre; kırk gün mü?" diye sormuşlar; "Bilmiyorum" cevabını alınca, "Kırk ay mı?" demişler; yine: "Bilmiyorum" karşılığını alınca, "Kırk yıl mı?" diye sormuşlar. Bu soruya da Ebû Hureyre "Bilmiyorum" cevabını vermiştir.[135]

Kur'an-ı Kerim'de ölülerin diriltilmesi ile ilgili olarak Cenâb-ı Hak'la ile İbrahim arasında geçen konuşma ibretlidir.

Rivayete göre Hz. İbrahim (a.s)'ın "Ey Rabbim ölüleri nasıl diriltiyorsun? Bana göster," sorusunu sormasının sebebi şu idi: Bir gün Hz. İbrahim (a.s) deniz kenarında bir insan ölüsü görür. Dalga, ölünün üzerini açtığı zaman, hemen denizdeki yaratıklar ölüye saldırır, kopardıkları parçanın bir kısmı denize düşer ve diğer kısmını yerler. Dalga çekilince kara ve hava hayvanları saldırır. Kara hayvanları kopardıklarının bir kısmını yer, bir kısmını da havada boşluğa bırakırlardı. Bunu gören Hz. İbrahim (a.s) merak eder. Bu parçaların nasıl ayrı ayrı yerlerden toplanıp bir araya getirileceğini görmek ister. İşte bu konuyla ilgili olarak Kur'an-ı Kerim'de şu ayeti buluyoruz:

"Bir vakit de İbrahim: Rabbim, ölüleri nasıl diriltirsin? Bana göster, demişti. Allah ona; inanmadın mı? buyurmuştu. O da; hayır, inandım. Fakat kalbim yatışsın diye (arzuluyorum) demişti. (Allah) dedi ki: "Dört kuş tut. Onları kendine alıştır, sonra parçalayıp her parçasını bu dağın üzerine bırak. Sonra da onları çağır. Koşarak sana geleceklerdir. Bil ki Allah, her şeye üstün ve yegane hikmet sahibidir." (el-Bakara: 2/260)

Cenâb-ı Hak kabirden kalkış ve mahşer meydanında toplanıp hesap verme işinin gerçekleşeceğini şöyle ifade buyurur: "Ey Rabbimiz; şüphesiz sen, geleceğinde şüphe olmayan bu günde insanları toplayacaksın. Şüphesiz ki Allah va'dinden dönmez derler." (el-Bakara: 2/9) Hz. Peygamber, ölümünden sonra insanın her şeyinin çürüyüp yok olacağını, ancak acbü'z-zeneb denilen "kuyruk sokumu kemiği"nin bundan müstesna olduğunu bildirmiş, kıyamet koptuktan sonra ikinci yaratılışın bu çürümeyen kemikten derlenip toparlanacağını belirtmiştir.[136]

Acbü'z-zeneb'le ilgili hadislerde tasvir edilen ikinci yaratılış, başka bir deyimle kabirlerden kalkış, insanın ana rahmindeki oluşumuna benzemektedir. Nitekim tıp ilminin verilerine göre, sperm ana rahmine düştüğü zaman, ilk oluşum sırasında ana rahmi ile insan embriyonu arasında birleştirici bir sap bulunur. Başlangıçta cenin bu sap üzerinde büyür. İşte bu sap, insan embriyonunun kuyruk sokumuna tekabül eden bölgesi ile bağlantılıdır. Sonuç olarak hadis-i şeriflerde acbü'z-zeneb veya acmü'z-zeneb diye ifade edilen unsurun ölümsüzlüğünü ve yeniden dirilişin çekirdeğini teşkil edeceğini düşünmek mümkündür. Allah ve Rasulunun haber verdiği bazı konuların nasıl gerçekleşeceğini bugün için pozitif, ilimlerin tam olarak açıklayamaması, sonucu değiştirmez. Çünkü yaratıcı ve O'nun adına konuşan elçisi bir şeyi söylemişse onun doğruluğuna inanmak gerekir. Nitekim, yeni bilimsel araştırmalar İslâm'ın daha önceki asırlarda açıklanamayan tabiatla ilgili pek çok konularını günümüzde gün ışığına çıkarmıştır.[137]

 

BERZAH

 

Set, engel, iki şey arasındaki perde. Istılahî anlamıyla berzah; madde âlemi ile mana âlemi (ruhlar âlemi), ruhlar âlemi yani ölümden sonra ruhların kıyamete kadar kalacakları âlem, ya da kabir âleminin adıdır.[138]

Berzah kelimesi Kur'an-ı Kerîm'de üç yerde geçmektedir. Bunlardan "İki denizi kavuşmaları için salıvermiştir. (Böyle iken) aralarında karışmalarına engel perde (berzah) vardır karışamazlar."(er-Rahman, 55/19-20) Ayrıca iki şey arasındaki engel anlamında kullanılmıştır.[139] Müminun suresinde ise "Nihayet onlara ölüm gelip çatınca tekrar tekrar şöyle diyecekler: "Rabbım beni dünyaya geri gönder, tâ ki ben zaâyi ettiğim ömrüm mukabilinde iyi amel ve harekette bulunayım ". Hayır onun söylediği hu söz hakikatte boş laftan ibarettir. Önlerinde ise diriltilip kaldırılacakları güne kadar (dönmelerine mani) bir engel (berzah) vardır." (el-Mû'minun, 23/100) şekliyle, yani dünya ve kabir âlemini ayıran perde anlamında kullanılmıştır. Bu ayetten anlamaktayız ki ruhlar ölmemekte; cesedin ölümünden sonra, İslâmî ıstılahta berzah denilen bir âlemde yaşamaktadırlar.

Mümin öldüğünde ise kendisi için bir berzah olmayacaktır. Hadislerde belirtildiğine göre kabirdeki soru ve cevaptan sonra salih amel işlemiş olanlara şöyle denilecektir: "Gelinler gibi uyuyun. Gelin çok sevildikçe rahat uyur. Allah onları bu uykudan uyandırıncaya kadar gelinler gibi uyurlar."[140]

Bu delillerden anlaşıldığına göre berzahtaki yaşayışda ruh bedenden ayrıdır.

Buradaki yaşayış nasıldır? sorusunun cevabında Şah Veliyyullah ed-Dehlevî şöyle der: "Bu âlemde insanların (yani ruhlarının) sayılamayacak kadar çok tabakaları vardır. Fakat bu tabakalar başlıca dört sınıftır.

Birincisi uyanıklık (yakaza) ehli olanlar ki iyiliklerinden ve kötülüklerinden dolayı iyilik veya azap görecek olan ruhlardır.

İkincisi ise tabiî uyku halinde olup rüya gören, rüya ile ferahlandırılan veya azaplandırılan ruhlardır.

Üçüncüsü behîmî (hayvanî) ve melekî yönleri zayıf olanlardır.

Bunlardan başka bir de fazilet ehli iyi ruhlar vardır ki (dördüncü sınıf olsa gerek) bunlar meleklere karışır, melekî bir hayat sürerler."[141]

Bilindiği gibi ruhlar birer emri ilâhidir. Asıl mahiyetleri insanlar tarafından pek bilinmez, insan ölünce ruhu geçici olarak başka bir âleme gider; orada ameline göre ya rahat yaşar, veya azap görür. O âleme "Âlemi Berzah" denir ki dünya ile ahiretten başka bir âlemdir. Yaşayışla ölüm arasındaki uyku âlemi nasılsa; dünya ile ahiret arasındaki berzah âlemi de o gibi bir varlıktır. Bunun mahiyetini ancak Allah bilir.[142]

 

KIYÂMET

 

Kalkmak, dikilmek, ayaklanmak, doğrulmak ve dirilmek. İslam inancında, evrenin düzeninin bozulması, her şeyin altüst olarak yok olması ile ölen tüm insanların yeniden dirilerek ayağa kalkması olayını dile getirir. Bu olay Kur'an'da çok çeşitli isimlerle anılır.

Bunların başlıcaları Yevmü'l-Kıyâme (Kalkış, Diriliş Günü), es-Saa (Saat), Yevmü'l-Âhir (Son Gün), el-Âhire (Gelecek Hayat), Yevmü'd-Din (Ceza Günü), Yevmü'l-Hesap (Hesap Günü), Yevmü'l-Fasl (Karar Günü), Yevmü'l-Cem (Toplanma Günü), Yevmü'l-Hulud (Sonsuzluk, Sonsuzlaşma Günü), Yevmü'l-Ba's (Diriliş Günü), Yevmü'l-Hasre (Pişmanlık Günü), Yevmü't-Teğabün (Kusurların Ortaya Çıktığı Gün), el-Karia (Şaşırtan Felâket), en-Naşiye (İnsanı Dehşete Düşüren Felâket), et-Tamme (Herşeyi Kuşatan Felâket), el-Hakka (Büyük Hakikat) ve el-Vakıa (Büyük Olay)'dır. Bu isimler Kıyamet'in oluş biçimi ve sonuçlarına ilişkin çeşitli nitelik ve yönlerini açığa çıkarmakta, tanımlamaktadır.

Kıyâmet, Allah inancından sonra İslâm'ın ikinci temel inancı olan Âhiret hayatının ilk aşamasını oluşturur. Genel bir yok oluş ve yeniden dirilişle birlikte gelişecek Haşr, Hesap, Mizan, Cennet ve Cehennem gibi olaylar hep Kıyâmet gününün gündem içindedir. Bu nedenle Âhiret inancı, Kıyâmet ve onunla birlikte gelecek olaylara inançtan başka birşey değildir. Bu büyük önemi yüzünden Kur'an Kıyâmet olayım sık sık hatırlatır, zaman zaman da bir korkutma, uyarma öğesi olarak kullanır. Kıyamet kesin olarak gerçekleşecek[143], şüphe götürmeyen bir olaydır.[144] Alametleri belirmiş[145], yaklaşmıştır.[146] Ancak bir göz kırpması gibi ya da daha yakındır.[147] Kâfirler bu günden devamı, bir şüphe içinde kalırlar[148], yalanlarlar.[149] Onun ağırlığına ne gökler, ne de yer dayanabilir, ansızın gelir.[150] Sarsıntısı korkunç bir şeydir.[151] Belalı ve acı bir Saat'tır.[152] Yalanlayanlar için çılgın bir ateş hazırlanmıştır.[153]

Kur'an, Kıyâmet olayının kesinliğini, yakınlığını bildirdiği, hatta oluş biçimine ilişkin tasvirler verdiği halde zamanı konusunda bir açıklama yapmaz. Kıyâmet doğrudan doğruya Allah'ın dilemesine bağlı bir olaydır ve O'ndan başka hiç kimsenin bu konuda bir bilgisi yoktur. Kur'an, "Kıyâmet saatinin bilgisi şüphesiz Allah katındadır." (Lokman: 31/34) gibi âyetlerle Kıyâmet'in zamanının hiç kimse tarafından bilinemeyeceğini belirttikten sonra, bu konuda sorulan soruları şöyle cevaplar: "De ki: 'Onun bilgisi ancak Rabbimin katındadır. Onun vaktini kendisinden başkası açıklayamaz." (el-A'raf: 7/187) "Kıyâmet'in ne zaman gelip çatacağını soruyorlar. Senin neyine gerek onun zamanını bildirmek. Onun nihayeti ancak Rabbine aittir." (en-Nâziât: 79/42-44). Cibril Hadisi olarak ünlü hadiste, Hz. Peygamber (s.a.s) Hz. Cebrâil'in bu konudaki sorusunu "Sorulan sorandan daha bilgili değildir."[154] diye cevaplayarak kendisinin de kıyâmet'in zamanına ilişkin bir bilgiye sahip olmadığını açıklamıştır.

Kur'an kıyâmet'in oluş biçimine ilişkin ayrıntılı ve dehşet verici tablolar çizer. Buna göre Kıyâmet "Sur'a üflenince"[155] başlayacak, kulakları sağır edecek bir ses ve korkunç bir sarsıntı nedeniyle emzikli kadınlar kucaklarındaki çocukları unutacak, hamile kadınlar bebeklerini düşürecek, insanlar sarhoş gibi olacaklardır.[156] Gök, erimiş maden gibi, dağlar atılmış yün gibi olacak, kimse dostunu soramayacaktır.[157] Gök yarılacak, yıldızlar dağılıp dökülecek, denizler fışkıracak, kabirler altüst edilecektir.[158] Gözler dehşetten kamaşacak, ay tutulacak, güneş ve ay kararacak, insanlar kaçacak sığınacak bir yer bulamayacaktır.[159] Dehşetten on aylık gebe develer bile salıverilecek, yabani hayvanlar bir araya toplanacak, denizler kaynatılacak, nefisler çiftleşecek, gök sıyrılıp düşecek, Cehennem alevlendirilecek, Cennet yakınlaştırılacaktır.[160]

Kıyâmet'in genel yok oluşu belirten bu ilk safhasını Sur'a ikinci kez üflenmesiyle ikinci safha izleyecek, tüm insanlar yeniden dirilerek ayağa kalkacaklardır.[161] Bu diriliş ve kalkışı (Bas') toplanma (Haşr) izleyecektir. Kur'an Kıyâmet'in bu ikinci safhasını da canlı tasvirlerle anlatır: O gün insanlar gözleri dönüp kararmış bir halde, öteye beriye yayılmış çekirgeler gibi kabirlerinden çıkacak ve davet edene koşacaklardır. Bu arada kâfirler "bu ne çetin gün" diyerek korkularını dile getireceklerdir.[162] Muttaki kullar ise Allah'ın huzuruna elçiler olarak toplanacaklardır.[163] O gün herkes kardeşinden, anasından babasından, eşinden ve oğlundan kaçacaktır. Çünkü her insan ancak kendi derdi ile uğraşacaktır. Mü'minlerin yüzleri parıl parıl parlayacak, gülecek ve sevinç içinde olacaklardır. Kâfir ve fâcirlerin yüzleri ise sanki toprak bürümüşçesine kapkara kesilecektir.[164] Tüm insanlar tabi oldukları önderlerle birlikte çağrılacak[165], peygamberler ümmetlerine şahitlik etmek üzere toplanacak[166], gök beyaz bulutlar halinde parçalanacak ve melekler bölük bölük ineceklerdir.[167]

Yeniden diriliş, kalkış ve toplanışın ardından insânlara amel defterleri dağıtılacak, mizan kurularak sevap ve günahları tartılacak, hakedenler Cennet'e, müstahak olanlar geçici ya da süresiz olarak Cehennem'e gönderilecek; böylece sonsuz âhiret hayatı mutluluk ya da azabla başlayacaktır.

Kur'an ve Sünnet'ten kesin bir delile dayanmamakla birlikte müslümanlar arasında ölüme küçük Kıyâmet (kıyâmet-i suğra) denilmesi gelenekleşmiştir. Bazı bilginlere göre bu tanımlama, ölümün âhiret hayatına bir geçiş olmasına dayanılarak yapılmıştır. Kimi bilginler ise bu tanımlamanın Kur'an'a dayandığını öne sürmektedir. Bu bilginlere göre "Allah'a kavuş(up huzura çık)mayı yalan sayanlar, gerçekten ziyana uğradı(lar). Nihayet kendilerine ansızın Saat gelince, onlar (günah) yüklerini sırtlarına yüklenerek (gelirler ve): "Orada (hayatta iken), işlediğimiz büyük kusurlardan dolayı yazıklar olsun bize! " derler..." (el-En'am: 6/31) ayetinde "Kıyâmet" anlamındaki "Saat" aynı zamanda ölümü de dile getirmektedir. Bu geleneğe göre gerçek kıyâmet, Kıyâmet-i Kübra (Büyük Kıyâmet) olarak anılır.

Küçük kıyâmet (ölüm) ile başlayan ve büyük kıyâmet'e kadar süren dönem Kabir Hayatı ya da Berzah olarak adlandırılır. Kabir Hayatı içinde Münker ve Nekir adlı meleklerin sorgusu ve ölünün mü'min ya da kâfir oluşuna göre mutluluk ya da azab vardır. Kabir Hayatı'na ilişkin bir hadisinde Hz. Peygamber (s.a.s) kabri ya Cennet bahçelerinden bir bahçe, ya da Cehennem çukurlarından bir çukur olarak nitelemiştir.[168] Bir başka hadiste de Münker ve Nekir'in sorgusundan sonra ölünün nimetlendirildiği ya da azaba uğratıldığı anlatılır. Buna göre Mü'minin mezarı yetmiş arşın genişletilir, aydınlatılır ve ona "Zifafa giren ve sadece en çok sevdiği kişi tarafından uyandırılan şahıs gibi Mahşer gününe kadar uyumana devam et" denilir. Münafık kişinin mezarına da "Bu adamı alabildiğine sıkıştır" emri verilir. Yer, cendere gibi adamı, kemikleri hurdahaş oluncaya kadar sıkıştırır ve ölü yeniden dirilene kadar böyle işkence görür.[169]

 

Kıyamet Nedir 

 

“Kıyâmeh” sözcüğü Kur'ân-ı Kerim'de 70 kez geçmekte ve istisna­sız “Yevm'el-Kıyâmeh” (yani kıyamet günü) şeklinde bileşik olarak bu­lun­maktadır. Bu sözcüğün sonundaki değişken (h) Türkçede eskiden beri de­ğişmez (t) olarak seslendirilmiştir. Kur'ân'da ayrıca “es-Sâah” kelimesi de kıyamet anlamında kullanılmıştır.

Bu olay, dille anlatılamayacak kadar çok büyük ve dehşetli olacaktır. Allah (cc)'ın vereceği emirle İsrâfil adlı meleğin yapacağı ilk korkunç uyarı üzerine bütün canlılar ölecek, ikinci uyarı üzerine de insanların tümü, ge­nel bir silkinişle yeniden dirilip neye uğradıklarını bilmeden şaşkın bir şe­kilde kalkacaklardır. İşte kıyâmet olayı kısaca budur. Elbetteki yaşanmadan tam anlamıyla bilinemeyecek olan bu mukad­der hadisenin ne derece kapsamlı ve ne kadar müthiş olduğunu bazı âyet­ler bize haber vermektedir.

Ancak şunu açıklamak gerekir ki: Kı­yamet, henüz insanlar tamamen yok olmadan başlayacak ve belki de çok uzun bir süreç boyu birbirini izleye­cek olaylardır. [170] Öyle ki ilk çalkantıların şokuyla anneler emzikteki bebeklerinden vazgeçip on­ları bir kenara atacak, gebe kadınlar çocuklarını dü­şüre­ceklerdir. [171] Kesin olarak bilinen bir şey varsa o da bu hadisenin ola­ğanüstü ve korkunç değişimler, patlamalar, gürültüler, sar­sıntılar ve yıkım­larla ka­rışık olarak meydana geleceğidir. [172]

Kainatın ilk yaratılışı nasıl ki milyonlarca yıllık uzun devrelerle ger­çek­leşmiş ise kıyamet olayı için de aynı şeyi düşünmek mümkün­dür. Çünkü kıyametin kâinât çapında bir yıkım ve çözülme olacağı dü­şü­nü­lürse bu olay uzaydaki bütün sistemlerin, disiplin ve düzenini kay­bet­mesi anlamına ge­lir. Kainattaki eşya ve olaylar arasında bulunan ince he­saba dayalı ilişkilerde Allah'ın dileyeceği bir sırada meydana ge­lebilecek bir kopukluktan sonra bunun birbirini izleyeceği ve niha­yet dünyamızın ve üzerindeki her şeyin de görülmedik bir yıkıma uğ­raya­cağı akla pek uy­gundur. Ancak bunu, “Big Bang” olayının bir kar­şıtı olarak açıklamak, yani ileri sürüldüğü üzere 20 milyar yıl kadar önce kâinâtın bir patlama sonucu meydana geldiğini, dola­yısıyla bu gerilim için bir de büzülme ve içe çekilme gibi tamamlayıcı bir zo­runlu dönüş olacağını kabul etmek herhalde erkenci bir gayret olur.

Bu dünyadaki hayatın tamamen sona ermesiyle birlikte üç büyük olay yaşanacaktır:

a) “Baas” (diriliş)

b) Kıyamet

c) Hesaba çekiliş

Kur'ân-ı Kerim bunların kesinliğini bildirmektedir. Diriliş olayının iç yüzünü yalnızca Allah Teâlâ bilir. Bizleri hiç yoktan var eden kaina­tın yara­tıcısı, canlıları öldürdükten sonra aynı parça ve organlarla on­ları ye­niden diriltecek güce elbetteki sahiptir. Reenkarnasyon iddiaları ise İslam âlimleri tarafından çürütülmüştür.

Dirilişle kıyamet, iç içe cereyan eden bir olaydır. Yani diriliş, kıya­me­tin bir parçası olarak gerçekleşecektir. Çünkü dünyada hayat henüz de­vam ederken kıyamet kopmaya başlayacak ve hayat tamamen sona erince de sürecektir. İşte bu süreç içinde hem dünyadaki hayat tama­men son bu­lacak hem de insanların yeniden dirilmesi olayı meydana gelecektir.

Hesaba gelince, bu hadise kıyamet ve âhiret gerçeğinin ağırlık mer­ke­zini oluşturur. Bu olay belki de sayılarını ifade etmek için rakamların yetmeye­ceği kadar insandan hesap sormak, bunların bir bölümünü ce­za­landırmak, bir kısmını ise ödüllendirmek demektir. Allah Teâlâ, el­bette ki ilâhî gücüyle bunu gerçekleştirecektir. Bu kadar insanı dün­yada yoktan var eden, onları rızıklandıran, kimisini aziz, kimisini de rezil eden, hik­met ve kudretiyle onlara türlü türlü olaylar yaşatan Yüce Allah, bu haya­tın hesabını âhirette onlardan sormaya ve herkesi adaleti veya lutfuyla yargılamaya kâdirdir.

Kıyamet: Nice masum kanların boş yere akıtılmasında parmağı bu­lu­nan canilerin; nice hak ve özgürlükleri çiğneyen, dokunulmaz mal ve mülkleri yağmalayan zâlimlerin; nice tertemiz namusları zorla kir­le­ten sa­distlerin; Allah'ın yüce divanında şaşmaz adalet terazisiyle yar­gılana­cakları korkunç gündür. Yine kıyamet: Dünyada adaletle hük­me­denlerin, daima hakkın ve ezilmiş haklının yanında yerini alanla­rın, erdemleri yaygınlaş­tırmak ve in­sanlığa gerçek mutluluğu yaşat­mak için çaba sar­fetmiş hayırlı insanların ödüllendirileceği güzel gündür.

İleride “Neden âhirete inanmalıyız?” sorusuna cevap verirken üze­rinde durulacak olan hesap olayının dünyamızdaki zaman kavra­mıyla ne kadar süreceği ve nasıl yapılacağı noktasında ne söylenirse ha­yalî olacak­tır. Ancak insanların bu dünyadaki tutum ve davranışla­rına, ahlâk ve gi­dişat­larına, kavga ve savaşlarına bakılacak olursa he­sabın herkes için ko­lay ol­mayacağı açıktır.

Bazen “Öbür dünya” ya da “Ebedî âlem” dediğimiz âhiretin kapısı ölümle aralanır. Basit bir ifadeyle, "Rûhun bedenden ayrılması" ola­rak ta­nımlanan ölüm olayının ise ne olduğunu insanoğlu gerçek yö­nüyle an­la­yamamış ve anlayamayacaktır.

Biyoloji dilinde: "Yaşamsal fonksi­yonla­rın geri dönüşsüz olarak son bulması" biçiminde tarif edi­len ölü­mün metafizik içyüzünü, bilim açıkla­maktan acizdir. Çünkü deyim ye­rinde ise bu olay, hücreler içindeki canlılık akımının madde­ötesi mer­kezden kesilen kontakla durdurulmasıdır. Ancak bunun mahiyetini kavramaya, insanın ne aklı, ne de bilgileri yeterlidir. Yalnız bunu değil, insan, berzah âlemini, kıyameti, sı­ratı, cenneti ve cehen­nemi de bu dünyadaki tahminleriyle ya da hayal gü­cüyle anla­yamaz. Esasında da insan bu gerçekleri duyumsa­malı, algılamalı an­cak anlamama­lıdır.

Çünkü insan bu dünyada ciddi bir sınavdan geçi­ril­mektedir. Bütün ya­ratıklar arasında Allah Teâlâ'nın doğrudan muhatabı olan insan, çok ayrıca­lıklı, so­rumlu, belli di­siplinlere bağlı bir varlık­tır; Kainatın Rabb'i tarafın­dan özel bir amaçla yara­tıl­mıştır. Bu amacın önemli bir ayrıntısı da onun bu dünyadaki tüm ya­şa­mının evrensel bir sınavdan ibaret olmasıdır. Dinin "Gayb" olarak örtülü tutuğu ve inanılma­sını teslimiyetle iste­diği gerçek­ler işte bu sı­navın en önemli sorularını oluş­turmaktadır.   

Bu dünyada mezara konabilenlerle bundan yoksun kalanlar ara­sında belki sağlar açısından psikolojik bir teselli farkı vardır. Çünkü ölümle bir­likte yolcu edilen insanın, bir mezara konabilmiş olmakla âhirette onun bir ayrıcalık kazanacağını hiç kimse kanıtlayamaz. Bu, aynı za­manda tür­belerin kubbeleri altında yatanlar için de söz konusu­dur. Peygamberler ha­riç, ahi­rete intikal etmiş olanlara biçilen değerle­rin ve takdir edilen ma­kam ve rüt­bele­rin hepsi insanların hayal ürü­nüdür ve insanlar bundan sorumludur. Çünkü ölümle birlikte insan önce aslına döner; Yüce Yaratıcının kurmuş olduğu zincirleme sistem içindeki biosferin kuca­ğında (hangi tip mezara konmuş olursa olsun ve kendisi kim olursa ol­sun) onu ayrıştıracak ve kı­yamet kopuncaya kadar yeniden ve tekrar tek­rar yararlı hale getirecek olan Allah'ın minicik as­kerlerine fani vücu­dunu kayıtsız şartsız teslim eder.

Dolayısıyla kurda kuşa yem olanlarla mermer lahitlere konan cesetler arasında sonuç iti­bariyle hiç bir fark yoktur. Hatta ve hatta mumya­lanmış müşrik ceset­leri, basit mezarlara konan müminlerinkine oranla daha geç aslına dö­nebilir. Şu da belirtilmelidir ki sağlam ve süslü türbelerin, mermer la­hitlerin ve mumyada kullanılan çeşitli kimyasal ve antibakteriyel mal­zemelerin tümü de kucaklarına tes­lim edilen cesetler gibi aynen ve ke­sinlikle fanidirler. Bir gün gelecek on­lar da yıkılacak, bozulacak çözüle­cek ve darmadağın olacaktır. Ahirete ilk yolculuk böyle başlar.

Ölen insanların, kıyamet kopuncaya kadar ruhlarının nerede bu­lun­duğu ve ne gibi bir muamele gördüğü ise Allah'dan başka hiç kimse tara­fından bilinmez. Allah Teâlâ, ruh ile ilgili olarak Hz. Peygamber (sav)'e şu bilgiyi vermiştir:

“Sana ruh hakkında sorarlar. De ki: "Ruh, rabbimin sistemlerin­den­dir" Size bilgi olarak pek az şey verilmiştir.” (İsra: 17/85)[173]

 

Kıyamet Ne Zaman Kopacaktır

 

Bu sorunun cevabını, kıyamete ve âhirete inanan hemen herkes me­rak eder. Ancak bu konuda bilinmesi gereken iki önemli nokta var­dır.

Birincisi: Geleceğin bilinmezliğidir. Allah Teâlâ, değil kıyametin ne zaman kopacağını, ileride meydana gelecek hiç bir olayı net bir şekilde in­sa­noğluna bildirmemiştir. İnsanlar geleceği çok merak ettikleri için yalnız kı­yamete ilişkin değil, çeşitli şeyler hakkında da bilgelere soru­lar yöneltir, meçhulleri araştırırlar. Hatta bu amaçla medyumlara, ka­hin­lere ve astro­log­lara gider fal açtırır yıldıznamelere baktırırlar ki bunla­rın hiç birisinin gerçekle ilişkisi yoktur. İnsana dünyada uygula­nan sı­navın bir esprisi de bu noktada saklıdır.

Tüm geleceğini karşısındaki bir ekranda seyreder gibi, hayatının so­nuna kadar başından geçecek her olayı önceden bilen birini hiç var say­mayı dü­şündünüz mü ? Örneğin nerede ve nasıl kaza geçireceğini, hangi yollarla ve ne kadar büyük servetler kazanacağını ya da kaybe­de­ceğini, nice yıllar yükse­leceğini ya da sürüneceğini, kimlerle, nere­lerde ve nasıl ilişkiler kuracağını, nerede ve nasıl öleceğini ya da öl­dürülece­ğini bir in­sanın önceden bilmesi kadar korkunç bir olay dü­şünülemez. Elbette ki böyle bir şeyin, Allah Teâlâ tarafından kurulmuş bulunan ha­yat gerçekle­riyle ve kâinât kanunlarıyla ne büyük bir çelişki oluşturdu­ğunu her akıllı insan farkeder.

Kıyametin ne zaman kopacağını Hz. Peygamber (sav)'e de soruyor­lardı. Allah Teâlâ, O'na bu konuda şöyle emrediyor:

"Sana kıyameti soruyorlar; Ne zaman gelip çatacak diye. De ki: O ko­nudaki bilgi ancak Rabb'imin katındadır. Vaktinden önce açıklama­yan O'dur. O, göklere de yere de ağır gelir. Ancak o size ansızın gele­cek­tir. Onu biliyormuşsun gibi sana soruyorlar. De ki onu bilmek Allah'a aittir, fakat insanların çoğu (bu gerçeği)  bilmezler." (A’raf: 7/187)

Kıyametle ilgili olarak bilinmesi gereken ikinci nokta, ise yeniden diri­len insanın dünyada yaşadığı süreyi çok azımsayacağıdır. Bu ko­nuda da Allah Teâlâ şöyle buyurmaktadır:

"Öyle ise sen de kararlı elçilerimizin dayandığı gibi sabret. Onlar (ın ce­zası) için acele etme. Onalar tehdit edildikleri işkenceyi gördükleri gün, yalnızca gündüzün bir saati kadar dünyada kalmış olduklarını sa­nırlar (...)" (Ahkaf: 46/35) [174]

Kıyametin ne zaman kopacağı, bu düzenin ne zaman bozulacağı konusu insanları çokça meşgul etmiştir. Bu zamanı bilebileceğini tahmin ettikleri kişilere her zaman sormuşlardır. Ama kıyametin zamanı, sadece Allah’ın bileceği bir sırdır.

Ey Muhammed! Sana, kıyamet saatinin ne zaman gelip çatacağını soruyorlar. De ki, onu ancak Rabbim bilir, onun vaktini ondan başka belirtecek yoktur. Göklerin ve yerin, ağırlığını kaldıramayacağı o saat, sizlere ansızın gelecektir.”  (A’raf: 7/187)[175]

 

Kıyametin Kopması:

 

Ahiret hayatı, insanın ölümü ile başlarsa da, genel manada Kıyamet hadisesi ile başlar. Kıyametin ne zaman kopacağını Allah'tan başka, peygamberler de dahil hiç kimse bilmez.[176] Bilgisi Allah'a ait olmakla birlikte, Kıyametin kopmasına yakın zamanlarda bir takım alâmetler meydana gelir. İnanmayanlar için ihtar mahiyetinde Allah şöyle buyurur:

"(İnanmayanlar, Kıyamet) saat(in)in, ansızın kendilerine gelip çatmasından başka neyi bekliyorlar? İşte onun alâmetler(inden sayılan âhir zaman Peygamber)'i gelmiştir." (Muhammed: 47/18) Kıyametin en büyük alâmeti Hz. Muhammed'in peygamber olarak gönderilmesidir. Ondan sonra artık başka peygamber gönderilmeyecektir. O, peygamberlerin sonuncusudur.[177] İşte bu, dünya hayatının sonunun yaklaştığına en büyük alâmettir. Hz. Peygamber de şöyle buyurmuştur: "Ben gönderildiğimde Kıyamet şu iki parmağımın birbirine yaklaştığı gibi yaklaşmıştır."[178]

Kur'an ayın ikiye bölünmesini de Kıyamet alâmetlerinden saymıştır:

"Kıyamet yaklaştı, ay ikiye bölündü..." (el-Kamer: 54/1-3)

Bu hadise, Peygamber zamanında ondan mûcize isteyen müşriklerin isteği üzerine, Peygamber'in elinin işaretiyle ayın ikiye bölünmesi şeklinde meydana gelmiştir. Bu hâdise üzerine de meâlini verdiğimiz ayet nâzil olmuştur. İslâm bilginlerinden bir kısmı da "Kıyamet yaklaştı, ay bölünecek..." şeklinde gelecek zaman kipiyle mana vermişlerdir. Her iki manada da özellikle Kıyamet'in yaklaştığı vurgulanmaktadır.

İsrâiloğulları'na peygamber olarak gönderilen Hz. İsa tebliğ görevindeki tüm gayretlerine rağmen, sayılabilecek kadar az bir cemaat ona iman etmiş, buna mukabil düşmanlarının kendisini öldürme tuzaklarıyla karşılaşmıştır. Ne var ki Allah, düşmanların kurduğu tuzaklarını başlarına geçirmiş, peygamberini de zatına yükseltmiştir.[179] Şu anda hayatta olarak bulunduğu mevkii Allah'ın ilminde olan Hz. İsa, Kıyamet'e yakın zamanda tekrar dünyaya gelecek ve yaşadığı sürece Hz. Muhammed'in getirdiği şerîat üzere yaşayacaktır. Hz. İsa'nın tekrar dünyaya dönüşü, Kıyamet alâmetlerindendir. "O (İsa'nın gelmesi), Kıyametin kopacağını gösterir bir ilimdir..." (ez-Zuhruf: 43/61)

Kıyamete yakın zamanda, şu anda gördüklerimize benzemeyen şekilde, Kur'an'ın "dâbbe" diye ifade ettiği bir hayvan ortaya çıkacaktır: "O söz (Kıyamet ve azap günü), başlarına geldiği zaman (kıyamet alâmetlerinin vukûu başladığı zaman) onlara yerden bir dâbbe (canlı) çıkarırız; onlara insanların, ayetlerimize içtenlikle inanmadıklarını söyler." (en-Neml: 27/82)[180] "Dâbbetü'l-Arz" diye isimlendirilen bu hâdisenin meydana gelişi, Kıyamet vaktinin yaklaştığına dair bir alâmettir.

Ye'cüc ve Me'cüc seddinin açılması ve yeryüzünde fesâdın yayılması da Kur'an'da zikredilen Kıyamet alâmetlerindendir: "Nihâyet Ye'cüc ve Me'cüc (sedleri) açıldığı zaman onlar her tepeden (dünyaya) saldırırlar. Artık gerçek va'd (Kıyamet) yaklaşmıştır. İnkâr edenlerin gözleri birden donup kalır..." (el-Enbiya: 21/96-97)

Bu alâmetler, Kur'an'da bildirilenlerdir. Hadisle bildirilenlere gelince, onlar da Allah'ın vahyine dayanır. Müslim'in Huzeyfe ibn Useyd el-Gifârî'den rivayet ettiği bir hadiste Huzeyfe şöyle buyurmuştur: "Biz aramızda müzakerelerde bulunduğumuz bir esnada Hz. Peygamber (s.a.s.) yanımıza geldi ve: "Neyi müzakere ediyorsunuz?" dedi. 'Kıyamet'i dediler. Şöyle cevap verdi: "On türlü alâmeti görmediğiniz sürece Kıyamet kopmaz. Bunlar, Duman, Deccâl, Dâbbetü'l Arz, Güneşin batıdan doğması, Meryem oğlu İsa'nın inmesi, Ye'cüc ve Me'cüc ile doğudan, batıdan ve Arap yarımadasından bir yerin batması, son olarak da Yemen 'de bir ateşin çıkmasıdır."[181]

Kıyamet'in büyük alâmetlerinden öyleleri vardır ki, onlar görüldükten sonra artık tövbeler kabul olunmayacaktır.

"(İnanmak için) illâ meleklerin gelmesini yahut Rabb'ının gelmesini ya da Rabb'ının bazı ayetlerinin gelmesini mi bekliyorlar? Ama Rabb'ının bazı (Kıyamet) işaretleri geldiği gün, daha önce inanmamış, ya da imanında bir hayır kazanmamış olan kimseye, artık inanması, bir fayda sağlamaz. De ki: "Bekleyin, biz de beklemekteyiz." (el-En'âm: 6/158)

Ebû Hüreyre'den rivayet olunan bir hadiste Peygamberimiz (s.a.s.) şöyle buyuruyor: "Üç alâmet vardır ki, bunlar çıktığı zaman, daha önce iman etmiş yahut ta imanında hayır kazanmış olmadıkça hiçbir kimseye imanı fayda vermez: Güneşin batıdan doğması, Deccâl'ın görülmesi ve Dâbbetü'l-Arz'ın zuhuru."[182]

Kıyametin bu büyük alâmetlerinin dışında Hz. Peygamber'in hadisleriyle sabit olan birçok hâdiseler de Kıyamet'in küçük alâmetleri olarak kabul edilmiştir: Davaları bir olan iki Müslüman topluluğun birbirleriyle harp yapması[183], 'herc', öldürme olaylarının çoğalması.[184] Karanlık geceler gibi olan fitnelerin çoğalması, müslümanlarla yahudilerin savaşıp, müslümanların onları öldürünceye kadar mücadele etmeleri ve yahudilerin de taşların ve ağaçların arkasına saklanması, 'Gargat ağacından' başka bütün taş ve ağaçların: "Ey müslüman, Ey Allah'ın kulu, yahudi arkamdadır, gel onu öldür" demesi, Hicaz topraklarında bir ateşin çıkıp, Basra'daki develerin boyunlarını aydınlatması, Kahtan'dan bir adamın çıkıp insanları asâsı ile sevketmesi, Fırat nehri altından bir dağ haline gelip, ondan alabilmek için insanların birbirleriyle harp etmesi, cariyenin efendisini doğurması; ayağı yalın, çıplak fakir koyun çobanlarının bina yapmada birbiriyle yarış yapmaları vs. gibi olaylar Kıyamet'in küçük alâmetleri olarak sayılmıştır.[185]

Allah, bu kâinatın yıkılıp, birinci hayatın sona ermesini istediği zaman İsrâfil adındaki meleğe 'sûr'a bir kere üfürmesini emredecek, o da bir kere üfürecektir. Kâinatın hepsi bu derin gürültü ile sarsılıp, birbirine bağlı olan varlıkların düzeni bozulur, irtibat çözülür, korkunç bir zelzele meydana gelir, dağlar atılır, pamuk gibi dağılır, gökyüzündeki yıldızlar, gezegenler ve güneş arasındaki ahenk yok olur, şimdi mevcut olan çekim kanunu iptal olur. Güneşin ayın ve yıldızların ziyası gider, gökyüzündeki bütün gezegenler yörüngelerinden çıkar ve âlemin tamamı Allah'ın yaratmasından önceki hale döner. Bütün bu olaylar, Allah'ın indirdiği vahiy ile bilinmektedir.[186]

İkinci hayatın tanınması ve anlaşılması, insan aklının kavrayacağı bir şey değildir. İnsan aklı ancak bu hayatta olanları ve bu kâinatta bulunanları kavrar. Bunun içindir ki, ikinci hayatın tanınması, Allah'ın kitabında bildirdiği haberler ve Rasulü'nün anlatmalarına dayanır. Ayet ve hadislerden elde edilen bilgilere göre, İkinci hayat, İsrâfil'in 'sûr'a üflemesiyle bu âlemin yok olmasından kırk yıl geçtikten sonra başlayacaktır.

O hayatın günleri ve ayları bu hayatın günleri ve ayları gibi midir, yoksa başka bir ay ve gün müdür?. Bunu bilemiyoruz. Bu, zaman geçtikten sonra gökten yağmur inecek, cesetler bitki gibi toprağın altından bitecektir. Bu iş, yağmur suyu ile her insanın kuyruk sokumunda bulunan küçük kemik vasıtasıyla meydana gelecektir. İkinci yaratılış tamamlanıp gelişme ikmâl olduğu, cesetlerin heykelleri toprağın altında tamamlanarak hiçbir eksiği kalmadığı zaman onlara ruh verilir. Bu cesetlere hayat girer, hareket etmeye başlarlar. Ölüm meleğinin bu dünyada almış olduğu ruhları Allah her insana iade eder. Bu ruhlardan bazıları, sahibinin iman ehli ve amel-i sâlih sahibi oldukları için güzel ve temiz ruhlardır. Bunlar ulvi âlemde muhafaza edilmişlerdir. Bazıları ise, küfür sahibi ve günahkâr kişilerin ruhlarıdır, bunlar çirkin ruhlardır, süflî âlemde kalmışlardır. Bu ruhlar, bulundukları yerden cesetlerine gelirler, sonra Allah'ın görevlendirdiği bir melek: "Yerinizden kalkınız, Rabb'ınıza dönünüz" diye seslenir. Onlar bu sesi işitirler ve icabet ederler. Yer açılır, kabirlerinden mahşere gitmek için canlı olarak kalkarlar.[187]

İkinci defa dirildikten sonra bütün mahlûkâtın bir sahada toplanmasına "Haşr" denir. Bu toplanma, dünyada yaptıklarından dolayı aralarında hüküm verilmesi içindir. İnsanlar kabirlerinden canlı olarak kalktıktan sonra ilk defa yaratıldıkları gibi tekrar hayata döndürüleceklerdir: "Mahkukatı ilk yaratmağa başladığımız gibi, yine onu öldükten sonra iade edeceğiz..." (el-Enbiya: 21/104). Hz. Peygamber (s.a.s.): "Kıyamet gününde insanlar çıplak, sünnet olmamış ve yalın ayak olarak (mahşer meydanına) geleceklerdir." der. Hz. Âişe: "Ey Allah'ın Rasulü, kadın ve erkeklerin hepsi bir arada olunca birbirlerine bakmazlar mı?" diye sorunca Peygamberimiz (s.a.s.): "Ey Âişe, o gün, insanların birbirlerine bakamayacakları kadar durum şiddetlidir."[188] buyurarak "haşr" için toplanan insanların düştükleri sıkıntıyı dile getirmektedir. Muttakî, mücrim ve kâfirlerin haşrolunmaları hakkında Kur'an şöyle der:

"Takva sahiplerini heyet halinde Rahman(ın huzuruna) topladığımız gün, suçluları da susuz olarak Cehennem'e sürdüğümüz (gün)." (Meryem: 19/85-86)

"O gün 'sûr'a üflenir ve o gün suçluları (yüzleri kapkara, gözleri) gömgök (kör bir durumda) toplarız." (Tâhâ: 20/103)

"...Kıyamet günü onları (kâfirleri), yüzü koyun, kör, dilsiz ve sağır bir halde süreriz. Varacakları yer Cehennem'dir..." (el-İsrâ: 17/97; Tâhâ: 20/124)

İnsanların, hesap vermek üzere toplandıkları Mahşer günü güneş, insanların başları üzerine iyice yaklaşır, sıcaklık çok şiddetlenir. Ve insanlar, günahları nisbetinde tere batarlar. Bir kısmı topuklarına kadar, bir kısmı diz kapağına, bir kısmı göbeğine ve bir kısmı da ağzına kadar tere batar.[189] Hararetin en şiddetli olduğu bu günde, adil devlet reisi, gönlü mescidlere bağlı genç, sadakayı gizli veren cömert, güzel bir kadının zina davetini Allah'tan korkusu nedeniyle kabul etmeyen muttakî, sevgileri Allah için olan iki dost, Allah'a ibadetle büyüyen genç ve tenha yerde Allah'ı zikrederek gözleri yaşla dolup taşan insanı Allah, lûtfuyla Arş'ının gölgesinde gölgelendirecektir.[190]

İnsanlar, Rabb'larının huzurunda haşrolunup toplandıklarında ve beklemenin zorluğu, korkunun şiddeti nedeniyle yorgunluk son haddine ulaştığında insanlar, ruhlarının temizliği ve kirliliğine göre Yüce Allah'ın kendilerine hükmetmesini beklemeye başlarlar:

"Peygamberler (şahidlik edecekleri) vakit için getirildiği zaman: Ertelenmiş oldukları güne, yani hüküm gününe. Hüküm gününün ne olduğunu sen nereden bileceksin? Yalanlayanların vay haline o gün." (el-Mürselât: 77/11-15)

Bugün haklı ile haksızın, iyi ile kötünün, zalim ile mazlumun, inanan ile inanmayanın ayrıldığı fasıl günüdür. Özür ve kurtuluş fidyelerinin kabul edilmediği[191] dillerin konuşmadığı bu günde[192] ancak kendilerine, insanlar için şefâat etme izni verilenler konuşabilir. İnsanlar Âdem, Nuh, İbrâhim, Mûsa, İsâ peygamberlere, kendilerine şefâat etmeleri için giderler. Onlar bu konuda özür beyan edince bu defa Hz. Muhammed'e gelirler. Peygamberimiz (s.a.s.) Rabb'ının huzurunda secdeye kapanarak O’na hamdeder, ümmeti için şefâat diler. Rabb'i kendisine: "Başını kaldır ve iste, ne istersen verilecektir, şefâat et, şefâatin kabul edilecektir" deyinceye kadar secdede kalır. Ümmetine şefâat diler. Ümmetinden hesabı olmayanlar Cennet'e girerler.

Hesaplaşmalar yapılır, her insana, dünyada iken yaptığı amellerinin yazıldığı defterler verilir, Ancak bu verilişin bir kısmı sağdan, bir kısmı da sol ve arka taraftandır. Kur’an bunu şöyle anlatır:

“Kimin kitabı sağından verilirse o, kolay bir hesaba çekilecek ve sevinçli olarak ailesine dönecektir. Kimin kitabı arka tarafından verilirse, ölümü çağıracak.” (el-İnşikak: 84/7-11)[193]

Hesaplaşmalar, mizan denilen, keyfiyetini Allah’ın bildiği adalet terazileri ile gerçekleşir. İnsanlar teker teker hesaba çekilir. Onlardan bir kısmının hesabı kolay, bir kısmının ise çok çetin geçer. Büyük küçük her şey hesaba dahil edilir. Diller, eller ve ayaklar kişinin aleyhinde şahidlik ederler. Yalan söylemek mümkün olmaz.[194] Bu konuşturma ve cevap verme son derece korkunç bir havada cereyan eder. Çünkü hiç kimseye özür göstermesi için izin verilmez, zalimin mazereti kabul edilmez. Ameller canlı bir şahit olarak gösterilir. Herkes amelini açık olarak ve üzüntü ile seyreder. Zamanımızda kullandığımız ses ve görüntü kayıt cihazları, ahirette kişinin kendi aleyhine yaptığı şahitliklerin imkanına çok küçük bir delildir. Allah (c.c.) şöyle buyurmaktadır:

“O gün insanlar, amellerinin karşılığı kendilerine gösterilmek için fırka fırka kabirlerinden çıkacaktır. Zira, kim zerre miktarı bir hayır işlerse, onun mükafatını görecek, kim de zerre miktarı bir kötülük işlerse, onun cezasını görecektir.” (ez-Zilzal: 99/6-8)

Kulların yaptığı iyilik ve kötülükleri, adalet terazilerinde tartılır, kimseye haksızlık edilmez, yapılan işler bir hardal tanesi kadar küçük olsa da değerlendirmeye tabi tutulur.[195] Amellerin tartılması sonucu kimin iyiliği ağır gelirse o, gerçekten ahiret sıkıntılarından kurtulmuş olur. Kimin iyilikleri hafif, kötülükleri fazla gelirse bu da hüsrana düşenlerden, zarara uğrayanlardan olur. Cehennem’de ebediyyen kalırlar, ateş yüzlerini yakar, derileri sıyrıldığı için dişleri sırıtır durur. Allah (c.c.) şöyle der:

“Size dünyada ayetlerim okunurken, onları inkar eden siz değil miydiniz?” (el-Mü’minun: 23/102-105) 

Amellerin tartılmasından ve iyilerle kötülerin belli olmasından sonra insanlar Sırat köprüsünen geçmeye zorlanırlar. Cehennem üzerinde kurulan bu köprü çok ince olup üzerinde durulması kişinin iman ve ameline göre mümkün olan bir köprüdür. Burdan geçiş gayet tehlikeli olduğu için Hz. Peygamber bir kenarına durup insanlar geçerken: “Ya Rabb selamette kıl, selamette kıl” diye dua eder.[196]

Bazı insanlar, çakan şimşek gibi süratli, bazıları dizleri ve elleri üzerinde geçerken, bazıları da geçemeyerek Cehennem’e düşer, helak olurlar.[197]

Bu geçiş esnasında mü’minlerin imanlarından fışkıran nur, nerdeyse cehennem ateşini söndürecek gibi olur. Allah bu konuda şöyle buyurur:

“O gün inanan erkekleri ve inanan kadınları görürsün kinurları önlerinde ve sağlarında koşuyor…” (el-Hadid: 57/12-14)[198]

Mü’minler Sırat köprüsünü selametle geçip, Cehenneme düşmekten kurtulunca, birbirlerine olan haklardan ve aralarındaki düşmanlıklardan temizlenmek ve arınmak için Cennet ile Cehennem arasında bulunan bir köprüde durdurulurlar. Bundan sonra Cennete girmeleri için izin verilir ve girerler.[199]

Ahiret hayatı, Cennet ve Cehennem hayatını da içine alan bir konudur. Mü’min, Cennet ve Cehennem hayatına da kesinlikle inanmak durumundadır. Bunlara iman, ahirete imanın bir parçasıdır.

Cennet, Arapça bir kelime olup, kapanmak, gizlenmek manasına gelen “cenne” fiilinden türemiştir. Cennetteki ağaçlar da Cennet arzını tamamen kapladığı ve gizlediği için o yere “üzeri örtülen, gizlenen manasına “cennet” denilmiştir.[200]

Ağacı bol, yeşillik bahçeleri lisanımızda “Cennet gibi yer” ifadesiyle tarif ederiz. Kur’an’a göre Cennet ise, mü’min ve Allah’a isyandan sakınanlar için Allah’ın hazırladığı huzur ve selamet yurdudur. Cehennem de, yine Ragıb’ın beyanına göre, Farsça bir kelime olup, Kur’an’da inkarcılar ve asiler için hazırlanmış ateşli sefalet yurdudur. Cehennem kelimesinin çoğulu olmadığı halde Cennet kelimesinin çoğulu “Cinân” ve “Cennât”tır. Türkçemizde de “Cennetler” ifadesi kullanılmaktadır. Kur’an’da derece itibariyle birbirinden farklı yedi Cennet’ten bahsedilir: Cennetü’l-Firdevs, Cennetü’l-Adn, Cennetü’l-Me’va, Cennetü’n-Naim, Daru’l-Huld, Daru’s-Selam ve İlliyyun. Her bir isim ayetlerle zikredilmektedir. Cehennem hakkında da şu isimler geçmektedir: Nar-ı Cehennem, Lezza, Hutame, Sair, Sakar, Cahim, Haviyeh, Daru’l-Bevar.

Ahiretle ilgili olarak kısaca ortaya konulan bu bilgilerin tümü, duyularımızla elde edilen bilgilerden değil, ancak ayet ve hadislerle bildirilen ve “Sem’iyyat” denilen bilgilerdendir. Ahirete iman konusu, bütün bu bilgilere de inanmayı içine alan bir konudur. Dolayısıyla ahirete inanan mü’min, aynı zamanda bu bilgilerin gerçekliğine de inanmak mecburiyetindedir. Çünkü kaynağı ilahi vahiy ve ilahi vahye dayanan peygamberi bilgilerdir.

İnananlar için selamet, inanmayanlar için de sefalet hayatı olan ahiret alemi, her tür insana geleceğini düşünmede en büyük etkendir. Mü’min imanını artırırken, kâfir de akibetinin, kendince uzak bir ihtimal de olsa, fecaatini düşünmekle kahrolur, ya da (Allah takdir etmişse) inananlar toplumuna karışır.

Sosyal hayatın düzene girmesi, zulmün yok olması ile mümkündür. Bu ise geçici tedbirlerle değil, kalıcı tedbirlerle olur. Kalıcı tedbir ise Allah’a ve ahirette yaptıklarından hesap vereceğine imandır. Yaptığının yanında kâr kalacağı düşüncesinde olan insanın zulmünden herkes, nasibini alır. Ancak bir gün Allah’ın huzurunda hesap vereceğine inanıyorsa, işte o zaman zulüm ve her türlü kötülüklerden vazgeçer, inanca yaşamaya başlar.

Ahirette hazırlık, Allah’a inanmak, Allah’ın emirlerine itaat etmek ve yasaklarından kaçınmaktır. Kıyametin ne zaman kopacağını soran birine Peygamberimiz (s.a.v.) şöyle buyurmuştur:

“Orası için ne hazırladın?”

Dünyayı, ahiretin tarlası olarak vasıflandıran Peygamberimiz bu ifadesiyle de ümmetine, bu dünyada yaşandığı sürece, ahiret azığı olarak iman, ibadet ve taatte bulunulması gerektiğini vurgulamıştır.[201]

 

KIYÂMET ALAMETLERİ

 

(Eşrâtu's-Saa), âhir zamanda (zamanın sonları) ortaya çıkarak Kıyâmet'in yaklaştığını, kopmak üzere olduğunu gösteren belirtiler. Bu belirtiler genellikle Küçük Alametler (Alâmât-ı Suğra) ve Büyük Alametler (Alâmât-ı Kübrâ) olmak üzere iki bölüm halinde incelenir.

Kur'an, Kıyâmet'in zamanını Allah'tan başka kimsenin bilemeyeceğini belirtir.[202] Buna karşılık yaklaştığını[203], yakın olduğunu[204], ansızın geleceğini[205] bildirir. Kıyâmet alametlerinin belirdiğini[206] ifade etmekle birlikte bunlar hakkında bilgi vermez. Ancak, "Saat yaklaştı, ay yarıldı yarılacak" (el-Kamer: 54/1) âyetinin ikinci bölümünün "ay yarılacak" biçimde anlaşılması durumunda, bu olay Kur'an'da anılan tek Kıyâmet alameti olma özelliği kazanır.

Hadis külliyâtları ise Kıyâmet'ten önce ortaya çıkacak alametlerden söz eden çok sayıda hadis ihtiva eder. İslâm bilginleri hadislerde dile getirilen alametleri nitelikleri açısından değerlendirerek bunları Küçük Alametler (Alâmât-ı Suğrâ) ve Büyük Alametler (Alâmât-ı Kübrâ) olmak üzere iki başlık altında toplamışlardır. Âhir zaman olarak tanımlanan Kıyâmet öncesi donemde dini duygu, düşünce ve davranışların zayıflaması, dini kurallara gereken önemin verilmemesi, ibadetlerin terkedilmesi, ahlaksızlığın çoğalması biçiminde kendini gösteren Küçük Alametler'in başlıcaları şu şekilde sıralanabilir:

a) İnsanların bina yapmakta birbiriyle yarışmaları.[207]

b) İnsanların ölümü temenni etmeleri.[208]

c) Câriyenin efendisini doğurması.[209]

d) Hicaz'da bir ateşin çıkarak Busra'da (Şam yakınlarında bir yer) develerin ayaklarını aydınlatması.[210]

e) Fırat nehrinin sularının çekilerek, nehir yatağından altın çıkması.[211]

f) İkisi de hak iddiasında bulunan iki büyük İslâm ordusunun birbiriyle savaşması.[212]

g) İslâmî ilimlerin ortadan kalkması, cehaletin artması.[213]

h) Depremlerin çoğalması.[214]

ı) Zamanın yaklaşması, gece ile gündüzün eşit olması.[215]

i) Cinâyetlerin çoğalması, fitnelerin zuhur etmesi.[216]

j) Yahudilerle Müslümanların savaşmaları, Müslümanların Yahudileri öldürmesi.[217]

k) Zinanın açıkça işlenmesi, içki tüketiminin artması, kadınların çoğalıp erkeklerin azalması.[218]

l) Kahtân'dan bir kişinin çıkarak, insanları asâsı ile sevketmesi.[219]

Kıyâmetin büyük alâmetleri ise şu hadis-i şerifte toplu olarak zikredilir: Huzeyfetu'l-Gifarı (r.a)'den rivayet edilmiştir: Biz bir gün kendi aramızda konuşurken, Hazreti Peygamber yanımıza çıkageldi. Bize "Ne konuşuyorsunuz?" dedi. Biz de "Kıyâmet gününden konuşuyoruz" diye cevap verdik. Hazreti Peygamber "Şüphesiz on alâmet görülmedikçe kıyamet kopmayacaktır" dedi ve "Deccâl'i, dumanı (duhan), Dâbbetü'l-arz'ı, güneşin batıdan doğmasını, İsa (a.s.)'ın yere inmesini, Ye'cûc ve Me'cuc'u, doğuda, batıda ve Arap yarımadasında olmak üzere üç yer çöküntüsünü, son olarak da Yemen'den çıkarak insanları Mahşere sürecek ateşin vuku bulacağını söyledi"[220]

Kıyâmetin bu on büyük alameti başka hadislerce ya da İslâm bilginlerince şu şekilde açıklanır:

1. Deccal'in ortaya çıkışı: Deccâl, kıyâmette zuhur edecek yalancı bir kişidir, İslâm Dini'ni ve müslümanları ifsad edip, kötülüğe ve bozgunculuğa sevketmek isteyecektir. Deccal'in sağ gözünün kör olduğu, iki gözünün arasında "kâfir" yazdığı, çocuğunun olmadığı, Medine'ye ve Mekke'ye giremeyeceği, ortaya çıktıktan sonra yeryüzünde kırk gün kalacağı, bu süre içerisinde istidrac türünden bazı olağanüstü olaylar göstereceği, daha sonra da yine kıyâmetin büyük alametlerinden olan Hz. İsa'nın yeryüzüne inmesiyle onun tarafından öldürüleceği sahih hadislerde belirtilmiştir.[221]

2. Duhan'ın çıkışı: Duman anlamına gelen duhan da kıyâmetin büyük alametlerinden biridir.[222]  Kıyâmetin vukuundan önce dünyayı bir duman bulutu kaplayarak, kırk gün ve kırk gece kalacak, mü'minler nezleye tutulmuş gibi, kâfirler ise sarhoş gibi olacaklardır.

3. Dabbetü'l-arz'ın çıkışı: Kıyâmet'ten önce çıkacağı bildirilen bir yaratıktır. Kelime anlamı "yer hayvanı" demektir. Kur'an-ı Kerim'de "Kendilerine söylenmiş olan başlarına geldiği zaman, yerden bir çeşit hayvan (dâbbe) çıkarırız ki o, onlara, insanların âyetlerimize kesin olarak inanmadıklarını söyler." (en-Neml: 27/82) buyurulmaktadır. Hz. Peygamber Dâbbetü'l-arz hakkında "Çıkacak olan kıyâmet alametlerinden ilki, güneşin batı tarafından doğması ile, bir kuşluk vakti insanlara karşı bir dâbbenin (hayvanın) zuhurudur. Bu iki alametten biri, arkadaşından evvel olur. Akabinde diğeri de onun izi üzerinde yakın olarak meydana gelir." [223] buyurmuştur.

4) Güneşin Batıdan doğması: Güneş batıdan doğacak, insanlar topluca iman edecek, ancak daha önce iman etmemiş olanların imanları kendilerine bir yarar sağlamayacaktır.[224]

5. Hazreti İsa (a.s)'ın inmesi: Ehl-i sünnet itikadına göre Kıyâmetin vukuundan önce Hazreti İsa yeryüzüne inecek, hristiyanları İslâm'a davet edecek, Deccâl'i öldürecek, Hazreti Peygamber (s.a.s)'in şerîati ile hükmedecektir.[225]

6. Ye'cûc ve Me'cûc'ün çıkışı: Kıyâmetin vukuundan önce çıkarak "yeryüzünde bozgunculuk yapacak"[226] olan asılları ve soyları belirsiz iki insan topluluğudur.[227] Hz. Zü’l-Karneyn'in önlerine yaptığı seddin yıkılarak[228] açılması ile yeryüzüne dağılacaklar insanlara saldıracak, kentleri yakıp-yıkarak harabe haline getireceklerdir. Bazı rivayetlerde bu seddin Çin seddi olduğu zikredilir.[229]

7.8.9. Doğuda, Batıda, Arap Yarımadasında olmak üzere üç bölgede yer çöküntülerinin meydana gelmesi de Kıyâmet'in büyük alametlerindendir.[230]

10. Yemen'den çıkacak olan büyük bir ateşin insanları önüne katarak sürmesi. [231]

Ebu Davud ve Tirmizi'nin Sünen'lerinde yeralan bazı hadislere göre Mehdî'nin çıkması da Kıyâmet'in büyük alametlerindendir.[232]

Hz. Peygamber (s.a.s), Kıyâmetin kötü insanlar ve kâfirler üzerine kopacağını bildirmiştir. Bu hadislere göre Kıyâmet kopmadan önce mü'minlerin ruhları alınacak ve onların âhirete göçmeleri sağlanacaktır.[233]

 

DUHÂN

 

Duhân; lügatta, "duman" anlamındadır. Terim olarak iki anlamı vardır:

1) Duhân, Kur'ân-ı Kerîm'in 44. sûresinin adıdır. Sözkonusu sûrenin onuncu âyetinde duhân (duman)dan bahsedildiği için bu adı almıştır.

2) Duhân (duman), "Kıyâmet alâmetlerinden biri"dir. Hz. Peygamber (s.a.s.) bir hadiste; "On alâmet zuhur etmedikçe kıyâmet kopmayacaktır: Doğuda bir yer batması, batıda bir yer batması, Arap yarımadasında bir yer batması, duman, Deccâl, Dâbbetü'l-Arz, Ye'cûc ve Me'cûc, güneşin battığı yerden doğması ve Aden toprağının sonundan (Yemen'den) bir ateş çıkarak insanları haşrolacakları yere sürmesi" buyurmuştur.[234]

Duhân sûresinin "Göğün, insanları bürüyecek ve gözle görülecek bir duman çıkaracağı günü bekle; bu, can yakan bir azabdır" (10-11) âyetlerinde zikredilen dumanın, bazı âlimler, kıyâmet kopmadan önce zuhur edecek kıyâmet alâmetlerinden birisi olduğunu söylemişlerdir. Rivâyete göre bu duman kâfirlerin kulaklarından girecek, başları kebaba dönecek; müminlerin de hâli nezleye yakalanmışa dönecek, bütün yeryüzü bacasız bir fırın gibi kızacaktır.[235] Ashâbdan İbn Abbâs, İbn Ömer ve Zeyd b. Ali'nin rivâyetleri bu dumanın kıyâmete yakın çıkacağı tarzındadır.[236]

Abdullâh b. Mes'ûd'dan gelen rivâyet ise şöyledir: Rasûlullah (s.a.s.), Kureyş'in kendisine şiddetle isyanını görünce: "Yarab! Yusuf'un yedi (yılı) gibi onlara da yedi (yıl kıtlık) vermek suretiyle bana yardım et" diye dua etmişti. Onları bir kıtlık yakaladı. Birçokları açlıktan öldü. Derileri, ölü etlerini ve kemikleri yediler. Yerle-gök arasını herkes açlıktan duman gibi görüyordu. Nihayet Ebû Süfyân Hz. Peygamber'e gelerek dedi ki:

"Yâ Muhammed! Sen bize akrabayı gözetmemizi emrediyorsun. Halbuki kavmin açlıktan ve kıtlıktan helâk oldu. Allah'a dua et de onlardan bu belâyı kaldırsın." Bunun üzerine Hz. Peygamber dua etti, kıtlık geçti. Bol yağmura kavuştular. Refâha kavuşunca yine eski inançsızlık ve isyankârlık hallerine döndüler. Bunun üzerine Duhân sûresinin 10-16. âyetleri indi.[237]

Duhân sûresinde geçen duman gerçek duman olmayıp, Hz. Peygamber'e isyân eden Mekke müşriklerinin Hz. Peygamber'in duası neticesinde açlığa marûz kalıp etrafı duman şeklinde görmeleridir. Veya bu duman, kıyametten önce zuhur edecek olan kıyâmet alâmetlerinden biridir. Yahut da, Cehennem'in dumanıdır.[238]

 

DÂBBETÜ'L-ARZ

 

Yer hayvanı, kıyametin büyük alametlerinden biri.

Debb ve debîb; hafif yürüme ve debelenme demektir. Hayvanlar ve çoğunlukla haşereler için kullanılır. İçkinin bedene yayılması ve bir çürüklüğün etrafına sirayeti gibi hareketi gözle görülmeyen şeyler için de kullanılır. Dâbbe de debelenen, hareket eden demektir. Şu halde tren, otomobil, bisiklet vb. şeylere lügate göre dâbbe denebilirse de ıstılahta daha çok hayvanlar için kullanılır.

"Allah bütün canlıları (her dâbbeyi) sudan yaratmıştır. Kimi karnı üzerinde sürünür, kimi iki ayakla, kimi de dört ayakla yürür. Allah dilediğini yaratır. Allah şüphesiz her şeye kaadirdir." (en-Nûr, 24/45) âyetinden anlaşılacağı üzere her hayvana dâbbe denir.

"Yeryüzünde yaşayan bütün canlıların (her dâbbenin) rızkı ancak Allah'a aittir." (Hûd, 11/6) âyetinden de anlaşılan budur.

"Dâbbetü'l-Arz" da; kıyametin kopmasına yakın, ortaya çıkacağı bildirilen ve kıyametin büyük alâmetlerinden olan bir yaratıktır. Nitekim Kur'ân-ı Kerîm'de:

"Söylenmiş olan (tehdit edildikleri şey) başlarına geldiği zaman onlara yerden bir dâbbe çıkarırız da, insanların âyetlerimize kesin olarak inanmadıklarını kendilerine söyler." (en-Neml, 27/82) buyrulmaktadır.

Bu âyetten anlaşılan, dâbbenin bir hayvan-ı nâtık yâni konuşan bir canlı olduğudur.[239]

Râğıbü'l-İsfahânî, yukardaki âyete dayanarak şöyle demektedir:

"Dâbbe, tanıdığımız hayvanlara benzemeyen bir hayvandır. Ortaya çıkması kıyamete yakın bir dönemde olacaktır. Bir de denildi ki: Bununla, cahiliyyede hayvan mertebesinde olan kötü insanlar kasdedilmiştir.[240]

Müfessirler yukardaki âyete (27/82) dayanarak "Dâbbetü'l-Arz"ın kıyamete yakın bir zamanda ortaya çıkacağını söylerler. İbn Ömer'e göre, "dâbbe"nin çıkması hadisesi, dünyada iyiliğe emreden ve kötülükten sakındıran hiçbir fert kalmadığı zaman vuku bulacaktır. İbn Merdûye'nin Ebu Saîd el-Hudrî'den rivayet ettiği bir hadîse göre, aynı şeyi bizzat Hz. Peygamber (s.a.s.)'in kendisinden Ebu Saîd de duymuştur. Bu da, insanın başkalarını iyilik yapmaya teşvik ve kötülükten sakındırma (emr bi'lma'rûf, nehyi ani'l-münker) vazifesini terkettiği zaman Allah'ın, kıyametin hemen öncesinde son ihtar vazifesini görmek üzere bir "dâbbe" meydana çıkaracağını gösterir. Mâmafih onun tek bir hayvan mı, yoksa bütün yeryüzünü istilâ edecek bir hayvan türü mü olduğu açık değildir.[241]

Akaid kitaplarına, kıyametin alâmetlerinden biri olarak geçmiş olan "Dâbbetü'l-Arz"[242] hakkında Peygamber (s.a.s.)'den şöyle rivayet edilir.

"İlk çıkacak kıyamet alameti, güneşin battığı yerden doğması ve kuşluk vakti insanların üzerine "dâbbe''nin çıkmasıdır. Bu alametlerden hangisi önce belirirse, ötekisi onu kısa zamanda takibedecektir"[243]

"Üç şey vardır ki bunlar çıktığı zaman, daha önceden iman etmeyen hiçbir kimseye (o günkü) imanı fayda vermez: 1- Güneşin batıdan doğması, 2- Deccâl ve 3- Dâbbetü'l-Arz."[244]

"Dâbbe, yanında Hz. Musa (a.s.)'nın asâsı ve Hz. Süleyman (a.s.)'ın mührü olduğu halde çıkacaktır. Mü'minin yüzünü asa ile parlatacak, kâfirin burnunu da mühürle mühürleyecek. İşte o dönemde yaşayan insanlar biraraya gelecekler ve mü'minler, kâfir belli olacaktır"[245]

Bu konudaki rivayetler pek çoktur, ancak hiçbiri mütevâtir olmadığından, kıyamet gibi tamamen gaybî olan bir meselede delil olamazlar. Bunun için, "Dâbbetü'l-Arz"la ilgili teferruâtı bir yana bırakıp, Cenâb-ı Allah'ın bizi bununla ilgili olarak Kur'ân-ı Kerim'de bildirdikleriyle yetinmemiz, işin iç yüzünü ve mahiyetini O'na havale edip dabbetü'l-arz'ın kıyamete yakın zuhur edeceğine iman etmek en doğru yoldur. Bununla birlikte:

"Gaybın anahtarları O'nun yanındadır. O'ndan başkası onları bilemez... " (el-En'âm, 6/59)[246]

 

YE'CÜC ve ME'CÜC

 

İslâm inancına göre eşrâtu'ssaat'tan (Kıyametin büyük alâmetlerinden) biri olmak üzere, yeryüzünde bozgunculuk çıkaran ve gerçek mahiyetlerini Allah'ın bildiği iki topluluk.

Ye'cüc ve Me'cüc kelimeleri Arapçaya başka bir dilden girmiştir. Frenkler buna "Yağuğ ve Mağuğ" demişler, Şeytanın zürriyeti olduğuna inanmışlardır. Bazı kimseler de yeryüzündeki insanların onda dokuzunun Ye'cüc ve Me'cüc olduğunu söylemişleridir. İslâm inancına göre ise, Ye'cüc ve Me'cüc, eşrât-ı saattan (Kıyametin kopacağına işaret sayılan büyük alâmetler)dir. Ye'cüc ve Me'cüc Kitap ve Sünnetle sabittir. Ye'cüc ve Me'cüc Kur'ân-ı Kerîm'de iki âyette geçer:

1- "Onlar dediler ki: "Zülkarneyn, gerçek şu iki Ye'cüc ve Me'cüc (bu) yerde bozgunculuk çıkaran (kabile)lerdir" (Kehf, 18/94);

2- "Nihayet Ye'cüc ve Me'cüc (ün seddi) açılıp da her tepeden saldıracakları ve gerçek va'd olan (kıyamet) yaklaştığı zaman o küfr (ve inkar) edenlerin gözleri hemen belirip kalacak" (Enbiya, 21/96-97).

Hz. Peygamber (s.a.s)'in hanımlarından Zeynep binti Cahş (r.a)'dan gelen bir rivâyette ifade olunduğuna göre, bir defasında telaşla Zeynep (r.a)'ın yanına girerek;

"Lâ ilahe illallah!.. Vukuu yaklaşan bir şerden, büyük bir fitneden dolayı vay Arabın haline? Bugün Ye'cüc ve Me'cüc'ün seddinden şunun gibi bir delik açıldı", buyurdu da, başparmağıyla onun yanındaki şehadet parmağını halkaladı. Bunun üzerine Zeynep b. Cahş;

-Ey Rasûlüllah! İçimizde bu kadar iyi kimseler varken biz helak olur muyuz? diye sordu. Rasûlüllah;

"Evet! Fısk ve füccur, fuhş ve ma'siyet çoğaldığı zaman helak olursunuz!" diye cevap verdi.[247]

Tefsir kitaplarındaki bilgilerden öğrendiğimize göre, salih bir zat olan Zülkarneyn[248] dindar kimsedir. İşte bu zat Cenab-ı Hakkın lütfuyla bir batıya, bir doğuya, üçüncü kere de kuzey tarafa doğru gitti ve iki sed arasında bir yere vardı ki, işte buradan Ye'cüc ve Me'cüc hücum ediyor, bozgunculuk çıkarıyor; ekinleri ve insanları yok ediyor. Orada halkın isteği üzerine, Zülkarneyn, Ye'cüc ve Me'cûc'ün zararından onları kurtarmak için bir sed yaptı. (Seddin yapımı bitince), artık Ye'cüc ve Me'cüc onu ne aşabildiler ve ne de delebildiler.[249] Buradan anlıyoruz ki, artık Ye'cüc ve Me'cüc, saldırganlıklarını sürdürmediler. İşin tarihi yönü böyle. Zülkarneyn, sed yapmış ve Ye'cüc ile Me'cüc'ûn fesadını önlemiştir.

Enbiya sûresi 96-97. âyetlerinden de anlaşılıyor ki, Kıyamet kopmadan önce, onlarla bir takım insanlar arasında bir engel olarak yapılan sed açılacak; onlar insanlara saldıracaklardır.

Bugün bu Kur'ân'da adı geçen sed var mıdır, yok mudur? Henüz mesele açıklığa kavuşmuş değildir. Yalnız bu sed Zülkarneyn tarafından yapılmıştır. Ye'cüc ve Me'cûc vardır ve bunların kıyamet kopmadan önce, ortaya çıkıp çekirgeler gibi bir çok yerleri yakıp yıkacakları kesindir.[250]

 

MEHDÎ

 

Yol gösteren, hidayete eren, doğru yolu bulan, Allah tarafından kendisine rehberlik edilen kimse. Kıyamete yakın dönemde zulüm ve adaletsizliğin her tarafı kapladığı bir zamanda gelip yeryüzünü adaletle dolduracağı ve İslâmı hâkim kılacağı söylenen Ehl-i beytten birisi.

Mehdi, kelime olarak Arapça He-De-Ye kökünden ismi mef'ul olup hidayete ermiş, hidayet bulmuş kişi anlamını taşır. Mehdî'nin ahir zamanda çıkacağına ve insanları hayır ve adalete yönelteceğine dair ahad haberler mevcuttur. Hz. Peygamber (s.a.s)'den nakledilen İtin Mâce'de mevcut hadislere göre Mehdî'nin Ehl-i beytten olacağı bildirilmektedir:

"Mehdî bizden, Ehl-i beyttendir. Allah onu bir gecede zafere erdirecektir. Mehdî, Fatıma evlâdındandır."[251]

"Biz Abdülmuttalib evlâdı Cennet ehlinin efendileriyiz. Ben, Hamza, Ali, Cafer, Hasan, Hüseyin ve Mehdî"[252]

"Dünya hayatının sona ermesine bir gün bile kalsa, Allah zulümle dolu olan dünyayı adaletle dolduracak Ehl-i beytten birini gönderecektir."[253]

Bu gibi hadislerin yanısıra diğer muhaddislerin hadis mecmualarında da bazı haberler mevcuttur. Bu hadisleri takviye edecek mütevatir derecede bir bilgi olmadığı gibi, bununla ilgili olarak Kur'ân-ı nass da mevcut değildir. Ayrıca Mehdî konusu Maturidî ve Eş'arî gibi Ehl-i Sünnet'in temelini oluşturan akaide dair eserler telif eden imamların eserlerinde işlenmemiş ve bu konu ele alınmamıştır. Ayrıca fer'i bir konu olduğundan ve ahad habere dayandığından dolayı bunu inkâr küfre sebeb olmadığı için ilk dönem akaid kitaplarına yansımamıştır.

Ehl-i Sünnet'in akideye dair yazılan son dönemlerinde bu konu ele alınmaya başlanmış ve iman ile aralarında ilgi kurulmuştur. Bununla birlikte Şiâ'nın bütün kollarında Mehdîlik önemli bir husus olup sürekli işlenen ve Mehdî beklentisinin hâkim olduğu bir inanç görülmektedir. Şiâ'nın gizli imamı Mehdî'dir. Şiâ'ya göre bu gizlilik mutlaka bir gün sona erecek, yeryüzündeki bu zulüm ve adaletsizlikler yok olacak ve tarih boyunca haksızlığa uğratılan Ehl-i beytin intikamı alınacaktır. Onlar Kur'ân-ı Kerim'in Hud, 11/8; eş-Şuara, 26/4; el-Kasas, 28/5 gibi ayetlerin Mehdî'ye delalet ettiğini söylerler.

Ehl-i Sünnet'te de Mehdî bekleme temayülü olmasına rağmen, ona insan üstü özellikler atfedilmeden toplumu İslâma yöneltecek bir yönetici veya ilim adamı olabileceği ifade edilmektedir. Ayrıca ahad haberlere dayanan bu beklentinin gerçekleşip gerçekleşmeyeceğini düşünmek insanın inancına gölge düşürmemektedir.

İmam Sahavî ve İbn Hacer el-Heytemi gibi âlimlerin yanı sıra İmam Celâleddin es-Suyûtî "el-Örfü'l-Verdî fi Ahbâri'l-Mehdî" ve "Kitabü'l-Keşf" adı altında Mehdî ile ilgili hadisleri bir kitabında toplamıştır. Bu eser Ali b. Hüsameddin el-Muttaki tarafından "el-Burhan fi Alâmâtî Mehdiyyi Âhiri'z-Zaman " adıyla yeni bir tasnif ile ilim dünyasına kazandırılmıştır. İbn Hâcer el-Heytemî de bu konuda "el-Kavlu'l-Muhtasar fi Alâmâtil-Mehdiyyil-Muntazar" adlı eserini telif etmiştir. Bu her iki eser Müşerref Gözcü tarafından Türkçe'ye çevrilmiştir. Mehdî ile ilgili hadisler yukarıda da ifade ettiğimiz gibi Ebu Davut, Tirmizi, İbn Mâce, Ahmed b. Hanbel gibi büyük âlim ve muhaddisler tarafından kaydedilmiş hadislerdir. Buna rağmen dikkate şayan bir husus vardır ki Buhârî ve Müslim bu konudaki hadislere eserlerinde yer vermemişlerdir.

Sahihayn dışındaki hadis mecmualarında yer alan bu hadislerin sıhhat dereceleri tartışılmış ve genellikle zayıf derecesinde hadis oldukları kabul edilmiştir.

Zaten bunlar arasındaki çelişkiler bu durumu göstermektedir.

Ehl-i Sünnet'te Mehdî inancı söz konusu edilmesine rağmen, bir inanç olarak yerleşmemiştir. Şiâ bunu çok ileri seviyede akideyi ilgilendiren bir mesele olarak takdim etmiştir. Şia'da Mehdî'nin on ikinci İmam olduğu ifade edilmekle birlikte daha önceleri beşinci İmam olan Muhammed Bakır'ın Mehdî olduğu da ileri sürülmüştü. Hatta Ca'fer-i Sadık'ın da Mehdî olduğunu ifade eden görüşlere de tesadüf edilmektedir.

Tamamen siyasî bir rol oynadığı gözlemlenen Mehdî inancı kesin bir delile dayanmamakta olup, İslâm tarihinde bir çok kanlı çatışmaya neden olmuştur. Emevî ve Abbasî tarihleri boyunca ortaya çıkan bir çok siyâsi grup hep liderlerinin Mehdî olduğunu söyleyedurmuşlardı. Hatta Kuzey Afrika'da kurulan ve daha sonra Mısır'a da hâkim olan Şiî Fatımî devletinin ilk hükümdarının Mehdî olduğu inancı bu devleti kuran ve sürdüren kimseler tarafından inanılan bir husustu.

Ayrıca zaman zaman Türkiye'de ve başta İstanbul'da olmak üzere İslâm dünyasının birçok yerinde Mehdî olduğunu iddia edenler hiç de eksik olmamıştır. Bu gibi kimseler Mehdî beklentisinde olan bir çok insanı aldatmış ve hislerini istismar etmişlerdir. Meçhule dayalı olan bir arılayışın İslâm'ın genel prensipleri ile nasıl bağdaşmadığı görülmektedir.

Bütün bunlar gözönünde bulundurulunca Mehdî inancının İslâmdaki yeri kendiliğinden ortaya çıkar.[254]

Bu kavram ‘hedy-hidayet’ kökünden türemiş bir kelimedir. ‘Hedy’; doğru yolu bulmak, yol göstermek, hidâyeti göstermek demektir.‘Mehdi’nin sözlük anlamı, hidayete eren, doğru yolu bulan, Allah’ın hakk olan yola yönelttiği kimse demektir.

Bu kelime sözlük anlamına uygun olarak şairler tarafından Peygamberimizi övmek için kullanılmıştır. Ayrıca dört halifeye de ‘mehdi’ dendiği olmuştur.[255] Hz. Hüseyin ve bazı halifeler hakkında övgü sözü olarak ‘mehdi’ sıfatı kullanılmıştır.

Islâm tarihinde ‘mehdi’; kendisinden önce zulüm ve haksızlıkların alıp yürüdüğü yeryüzünü, adaletle dolduracağı, İslâmı hakim kılacağı sanılan kişidir.

Mehdi’nin günün birinde geleceği ile ilgili hadis kitaplarında ahad (tek râvi kanalıyla gelen) hadisler bulunmaktadır ama bunların içerisinde birbiriyle çelişen haberler vardır.  Buharî ve  Müslim’in kitaplarında ise  Mehdi kelimesi geçen bir hadis yoktur. Kur’an’da mehdi’yi gösteren en ufak bir işarete de rastlamak mümkün değildir.

Bazı hadis rivayetlerine göre  Mehdi,  ehl-i beyt’tendir ve Fâtıma (r.anhâ) soyundandır.[256] Dünya hayatının sona ermesine bir gün bile kalsa Mehdi’nin gönderileceği haber veriliyor.[257]

İlk dönem itikat kitaplarında Mehdi konusu yer almamıştır. Ancak daha sonra yazılan akaid kitaplarında Mehdiden bahsedilmektedir. Mehdi’den bahseden hadisler mütevatir olmadığı için, bu konu iman konuları içerisinde yer almamıştır. Ancak İslâm tarihinde Mehdi iddiasıyla bir çok insan çıktı, insanlar bazılarına mehdi diye uydular ve bir çoğu da bir mehdi beklentisi içerisinde oldular.

Mehdi meselesi İslâm tarihinin başlangıcında ortaya çıkan siyasí tartışmalar ve siyasí mezhebleşmelerden sonra daha çok gündeme gelmiştir. Özellikle Şii’lerde mehdi inancı dinin esasından sayılmıştır. Onlara göre beklenen bir mehdi (mehdi-i muntazar) gelecek, kendilerini zulüm ve baskıdan kurtaracak, yeryüzüne adaletle dolduracaktır. Bu bakımdan onlar, kendilerine öncülük  eden Ehl-i Beyt imamlarına mehdi gözüyle bakmışlar ve onlara itaat etmişlerdir. Onlara göre mehdi, Fatıma (r.anha) soyundandır, günahsızdır ve olağanüstü özellikleri vardır. Şii’lerin çeşitli kollarına göre ayrı mehdiler vardır. Onların en büyük kolu olan İmamiyye’ye göre ise ‘beklenen mehdi’, Onikinci İmam, Ebu’l-Kasım Muhammed b. Hasan el-Mehdi’dir. O, küçük yaşta kaybolmuştur (ğaibtir), yeniden gelecek ve zulümleri önleyecektir.

Ehl-i Sünnet müslümanlarının da mehdi beklentisi vardır ama, onların beklediği Mehdi olağanüstü bir kimse değildir. İyi bir insan ve takva sahibi bir önderdir.

Anlaşıldığı kadarıyla Mehdi inancı siyasî olayların müslümanları fırkalara ayırmasından sonra daha çok gündeme gelmeye başlamıştır. Ahad ve zayıf haberlerin dışında sağlam dayanağı bulunmamaktadır. İslâm tarihinde bir çok Mehdiler çıkmıştır. Çevresine adam toplayıp saltanat sürmek isteyen niceleri veya zalim yöneticilerle mücadele etmek isteyen iyi niyetli önderlerinin bir kısmı bu Mehdilik beklentisinden yararlanmışlardır. Tarih boyunca nice sahtekârlar, çıkar sağlamak ve halkın üzerinde etkili olabilmek için mehdilik inancını istismar etmişlerdir. Günümüzde bile bazı açık gözler zaman zaman bu beklentiden yararlanmayı deniyorlar. İşin garibi bu gibi konuların istirmacısı bulanabileceği bilinmesine rağmen ‘mehdiyim’ diye ortaya çıkanlar çevrelerine adam toplamayı hâlâ başarabiliyorlar.

Mehdi beklentisi bir çok müslümanı ümitsizliğe ve görevini yapmamaya sevketmiştir. Öyle ya mehdi gelecek ve dünyayı düzeltecek, zulümleri önleyecek, insanlara hidâyet dağıtacak… Bu hayal nicelerini boş beklentilere sevketmiştir. Niceleri bu umut sebebiyle yapması gereken en basit görevleri bile savsaklamış, kendisine zulmedenlerle mücadele etmeyi terketmiş, zalimlere karşı çıkma görevini gelecek mehdiye bırakmıştır.

Allah (cc) dilediği araç ve insanla dinini destekler. O dininin yaşanabilmesinin araçlarını dilediği gibi yaratır. Hidâyet O’nun elindedir, dilediğine verir. O’nun gönderdiği Kur’an-ı Kerim kıyamete kadar değişmeden kalacaktır. O Kur’an ki en büyük hidayet aracıdır. İnsanlara düşen Kur’an’ı anlamak ve O’na uymaktır. Hayalleri (ümniyye’yi) bir tarafa bırakıp yapması gerekeni gücü yettiği kadar yerine getirmektir.

Mehdi beklentisi müslümanların ne imanlarını artırır ne de salih amellerini. Müslümanlar işlerini ve çalışmalarını gelmesi muhtemel mehdilere göre ayarlamazlar. Onlar, inandıklarını hayatlarından uygulamaya çalışırlar. Sonuç Allah’a aittir.

Şimdiye kadar çıktığı iddia edilen ve hâlâ çıkmaya devam eden bu mehdilerden acaba hangisi gerçek mehdidir? Kaynaklarda bir sayı ve zaman verilmediğine göre hepsini de mehdi olarak kabul edecek miyiz? Bundan sonra ortaya çıkan mehdi adaylarına karşı nasıl bir tavır takınacağız?

İşin garibi tarihten beri ortalıkta bu kadar mehdi adayı olmasına rağmen müslümanların durumlarında pek bir değişiklik görünmemektedir. Ne mehdinin mesajını anlayıp kendini düzeltenler var; ne de zalimlerin zulmünün son bulması. Bu mehdi adaylarının bir marifetleri varsa, müslümanların saf inançlarını maddeye çevirme işlerinden vazgeçsinler de biraz da asıl işlerine dönsünler. (!) İslâm ümmetinin dertlerine bir çözüm bulsunlar,  İslâm ülkelerindeki tağutların hakimiyetlerine ve zulümlerine bir dur desinler.

Kur’an, müslümanlara Mehdi beklemeyi değil; iman etmeyi ve imanın gereğini yapmayı tavsiye ediyor. Bunu yapmayanlar ise zarar edeceklerdir. (Asr Sûresi)

Eğer Mehdi’yi hidayete götüren, hidayet veren şeklinde anlarsak; Kur’an en büyük mehdi’dir (Hâdi-hidayete erdicidir). İnsanlar bu mehdi’ye uyarsalar doğru yolu bulurlar ve kurtuluşa ererler. Kur’an’ın kendisi de insanları sürekli bu kurtuluşa davet etmektedir.[258] 

 

SÛR

 

Kıyâmet saati geldiği an dört büyük melekten biri olan İsrâfil (a.s)'ın üfleyeceği bir araç. Kur'ân-ı Kerîm'de Sur'un nasıl bir şey olduğu açıklanmaz. Yalnız, "Sur'a üfürüldüğü gün, Allah'ın diledikleri bir yana göklerde olanlar da korku içinde kalırlar. Hepsi Allah'a boyun eğmiş olarak gelirler" (en-Neml, 27/87) âyeti Sur'un varlığına bir delildir. Bunun dışında Hz. Peygamber'den nakledilen bazı hadisler onun mahiyetini ayrıntılı bir şekilde açıklar.

Ebû Ya'la el-Mavsıli'nin Müsned adlı hadis kitabında Ebû Hüreyre (r.a)'den nakledilen bir hadis-i şerif Sur'u açıklar: Ebû Hüreyre der ki: Bir gün Peygamber (s.a.s) bizimle oturuyor sohbet ediyordu. Etrafında sahabelerden büyük bir topluluk vardı. Bize şöyle dedi:

"Yüce Allah gökleri yarattıktan sonra, Sur'u yarattı. Ve onu İsrâfil (a.s)'a verdi. İsrâfil ağzını Sur'a dayamış ve gözlerini de Arş'a dikmiştir. Sur'a üfürmesi için verilen emri beklemektedir". Ebû Hüreyre diyor ki; ben,

"Ey Allah'ın Rasûlü Sur nedir?" diye sordum. O da,

"Boynuza benzeyen bir alettir" diye cevap verdi. Ben yine,

"O nasıl bir şeydir" diye sordum. O da,

"O, çok büyük bir şeydir. Beni hakkı tebliğ etmek üzere gönderen Yüce Allah'a yemin olsun ki, yerler ve gökler onun yanında küçük kalır. Hepsi onun içine sığabilir" diye cevap verdi... Bu hadisi şerif uzayıp gidiyor. Ayrıntısıyla her şeyi açıklıyor. Bu hadise göre:

Sur'a üfürülüş üç kez olacak. Birinci üfürüşte korku ve dehşetten bütün yaratıklar sarsılacak. İkinci üfürülüşte bütün kâinat alt üst olup, bütün canlılar ölecek. Allah yeni bir düzen (ahiret yurdu) kurup hesap günü gelince, üçüncü bir üfürülüşle bütün ölülerin ruhları bedenlerine girerek yeniden dirilecekler. Ve ardından hesap, kitap, mizan, şefaat, sırat, Cennet, Cehennem... kıyamet olayları olacak.

Kur'ân-ı Kerim Sur'un üfürülüşü anında yaşanacak dehşeti, Tekvir, İnfitar, İnşikak ve daha başka sürelerde genişçe haber vermektedir. "O gün güneş dürülür, yıldızlar kararıp dökülür, dağlar yürütülür, en değer verilen on aylık develer terkedilir, denizler kaynatılır" (et-Tekvir, 81/1-4, 6);

"Gök yarılır, yıldızlar etrafa saçılır, denizler akıtılır" (el-İnfitar, 82/1-3);

"Gök yarılıp Rabbinin emrine boyun eğer, yer uzatılır, içinde olanları atıp tamamen boşalır ve Rabbine boyun eğer" (el-İnşikak, 83/1-4);

"Büyük bir gürültü koparır, o gün insanlar ateş etrafında çırpınıp dökülen pervaneler gibi olur, dağlar atılmış renkli yüne benzer" (el-Karia, 101/1-5);

"Yer dehşetle sarsılır, ağırlıklarını dışarıya, çıkarır ve insan, "ne oluyor" diye korkusunu dile getirir" (ez-Zilzâl, 99/1-3);

"O gün bir sarsıntı sarsar, peşinden bir diğeri gelir kalpler titrer, insanların gözleri yere döner ve "biz ufalmış kemik olduğumuz zaman eski halimize mi döneceğiz" (yoksa). O takdirde bu zararına bir dönüştür diye düşünecekler. Tek bir çığlıkla hepsi bir düzlüğe dökülecekler" (en-Nâziat, 79/6-14);

"Surâ üfürüldüğü gün herkes bölük bölük gelecek, gökler kapı kapı açılacak, dağlar yürütülüp serap olacak" (en-Nebe; 78/18-20);

"Yıldızların ışığı giderilecek, gök yarılacak, dağlar pamuk gibi atılacak" (el-Mürselât, 77/8-10);

"Gözün kamaştığı, ayın tutulduğu, güneş ve ayın bir araya getirildiği zaman insan "kaçacak yer neresi" diyecek, ama sığınak yoktur o gün" (el-Kıyâmet, 75/7-11);

"Arslandan ürkerek kaçan yabani merkeplere benzerler" (el-Müddessir, 74/50-51);

"Yer yüzü ve dağlar sarsılır, dağlar yumuşak kum yığını hâline gelir" (el-Müzzemmil, 73/14);

"Gökyüzü erimiş maden gibi olur, dağlar da atılmış pamuğa döner; hiçbir dost dostunu soramaz" (el-Meâric, 70/8-10);

"Sarsıntıyı gören her emzikli kadın emzirdiğini unutur, her hamile kadın çocuğunu düşürür, insanlar adeta sarhoş gibidir. Onlar sarhoş değildir ama Allah'ın azabının şiddeti onları o hâle koyar" (el-Hac 22/1-2).

Ölü bedenlere ruhların verileceği üçüncü üfürülüş anında ise,

"Gözleri dalgın dalgın, çekirgeler gibi yayılmış olarak, o çağırana koçarak kabirlerinden çıkarlar. Kafirler 'bu ne zorlu bir gün' derler" (el-Kamer, 51/8-9).

"Kabirlerinden çabuk çabuk çıkacakları gün, gözleri dönmüş, yüzlerini zillet bürümüş olarak sanki dikili taşlara doğru koşarlar. İşte bu, söz verilmiş olan gündür" (el-Mearic, 70/43-44).

Yukarıdaki hadis-i şerifte Hz. Peygamberimize; "Sur'a üfürüldüğü gün, Allah'ın diledikleri bir yana, göklerde olanlar da yerde olanlar da korku içinde kalırlar. Hepsi Allah çı boyunları bükülmüş olarak gelirler" (en-Neml, 27/87) âyetindeki "Âllah’ın diledikleri bir yana" kelamı ile kastedilen kişilerin kimler olduğu Ebu Hüreyre tarafından soruldu. Rasûlüllah cevaben,

"Onlar şehidlerdir. Çünkü şehidler Yüce Allah'ın katında diridirler. Allah onları, kıyamet gününün dehşetinden, korku ve endişesinden korumuştur. O günün korku ve endişesi sadece inanmayan âsi ve günâhkâr kullar içindir" karşılığını verdi. Peygamberimiz daha sonra kıyâmet ve sur konusunda özetle şu bilgileri verdi:

"Bütün canlılar öldükten sonra ölüm meleği Azrâil Allah'ın huzuruna çıkar ve Ey Allah'ım, yaşamasını dilediğin kimselerden başka, yerde ve gökte canlı olarak yaşayan bütün varlıklar öldü der. Allah ise, geride kalanları herkesten daha iyi bildiği halde, ölüm meleğine

"Geride canlı kalan kimse var mıdır?" diye sorar. Azrâil,  

"Ey Allah'ım, ölmeyen ve daima diri olan Zât-ı Celâlin kaldı. Sen bâkisin ve dirisin. Bir de kalmasını dilediğin Arş'ı ayakta tutan melekler, Cebrâil, Mikâil ve ben kaldım" cevabını verir. Daha sonra Allah'ın emriyle geride kalan melekler de ölür, Azrâile dönen Yüce Allah

"Ey meleğim, sen de diğer yaratıklarım gibisin. Bütün yaratıklarım öldü, sana ihtiyaç kalmadı. Yaratan ve öldüren benim. Artık sen de öl" buyurur ve Azrâil de ölür. Sonra Yüce Allah

"Bugün mülk kimindir?" diye seslenecek ama cevap verecek hiç bir canlı olmayacak; cevabı Allah kendisi verecektir. "Bugün mülk, tek ve herşeye gücü yeten Allah'ındır?"

Yüce Allah, yerleri ve gökleri değiştirecek, yeni bir âlem yaratacak, her yer dümdüz olacak. Allah'ın seslenmesiyle bütün varlıklar tekrar eski haline gelecek; yerin altındakiler altta, üstündekiler üstte olmak üzere dirilme anını bekleyecekler. Allah'ın emriyle gökler kırk gün yağmur yağdıracak, her taraf sularla kaplanacak. Ardından Allah cesetlere yeniden dirilmelerini emredecek. Cesetler bitkilerin yeşermesi gibi yerden çıkacak. Bu arada Cebrâil ve Mikâil de yeniden diriltilecek. Ardından Allah bütün ruhları çağıracak. O gün mü'min ruhlar ışık hâlinde, kâfirlerinki ise karanlık halde gelir. Allah bu ruhları Sur'a doldurup İsrafil’e emreder. İsrafil emri yerine getirir ve Sur'u üfler. Surdan çıkan ruhlar yerle gök arasını doldurur; ardından Allah, her ruhun kendi cesedine girmesini emreder. Ruhların cesetlere girmesinden sonra yer yarılır ve herkes kabrinden çıkıp ilâhî huzura doğru yürümeye başlar. "Gözleri dalgın dalgın, çekirgeler gibi yayılmış olarak o çağırana kabirlerinden koşarak çıkarlar" (el-Kamer, 54/8).

Buna göre Sur, İsrâfil (a.s)'ın kıyâmet anında canların toptan öldürülmesi, kainatın düzeninin bozulması, ardından yeni bir âlemin kurulması ve nihâyet canlıların tekrar dirilmeleri için toplam üç kez üfleyeceği, mahiyetini bilmediğimiz, dünyadaki aletlere benzemeyen, ancak hadislerde boru diye tanımlanan bir âlettir.[259]

 

BA'S, BA'S'I İNKÂR

 

Öldükten sonra dirilmeyi reddetmek. Hayatının başlangıç ve sonu olmayan tek varlık, Allah'tır. Diğer bütün varlıkların bir başlangıç ve bir sonu vardır. Her canlı gibi insan da doğar, büyür ve eceli gelince ölür. Ölen insan için kabir hayatı başlar, kıyamete kadar devam eden kabir hayatından sonra kıyametin kopması ve ikinci defa İsrafil'in (a.s.) sûr'a üfürmesiyle kabirlerdeki bütün cesetler kendi ruhlarıyla birleşerek yerlerinden kalkıp, hesaplarının görüleceği geniş bir sahaya toplanırlar. Ahiret hayatının diğer merhalelerinden geçtikten sonra, iman ve amelleri nisbetinde Allah'ın kendilerine takdir etmiş olduğu Cennet veya Cehennem'e giderek ahiret hayatının devamını yaşamaya başlarlar.

İşte insanın öldükten sonra dirilmesi ve ahiret hayatına başlamasına "ba's" denir. Öldüren ve dirilten Allah'tır. Ölümün ve dirilmenin nasıllık ve niceliğini tam manasıyla bilmemekle birlikte; bunlar hakkında verilen haberlerin doğruluğuna kesinlikle inanmamız istenmektedir. Haberin doğruluğu, onu bildiren zatın doğruluğuna bağlıdır. Ölümü ve öldükten sonra dirilmeyi haber veren, Allah ve O'nun peygamberidir. Bilindiği gibi öldükten sonra dirilmeye iman etmek imanın esaslarından biridir. Cibril Hadisi adı ile şöhret bulan bir hadiste Peygamberimiz (s.a.s.) imanın şartları konusunda şu ifadeleri kullanmaktadır: "...Allah'a, Meleklerine, Kitabına, Allah'a kavuşmaya, ve Peygamberlerine ve öldükten sonra dirilmeye inanman, bir de bütün kadere inanmandır."[260] Hadiste bildirildiği gibi altı maddeden ibaret olan iman esaslarının hepsine birden inanmak farzdır. Bunlardan bir tanesini bile inkâr etmek, bütününü inkâr demektir. Dolayısıyla öldükten sonra dirilmeyi inkâr etmek küfür olup ebedî Cehennem azabını gerektirir. "Ba's" olayının dünyada benzerlerini görmek son derece mümkün ve kolay bir husustur.

"Allah -ölenin- ölümü zamanında, ölmeyenin de uykusunda ruhlarını alır. Bu suretle hakkında ölümü hükmettiği ruhu tutar, diğerini muayyen bir vakte kadar salıverir. Şüphe yok ki bunda iyi düşünecek bir kavim için kesin ibretler vardır." (ez-Zümer, 39/42).

Bütün varlıkları yaratan ve herkesin sırlarını bilen Allah, ömürleri tamam olup ölecek olan nefisleri öldükleri zamanda ve ömürleri tamam olmayıp ölmeyecek olanları uykuları zamanında tutar, onları cesetlerine bırakmaz. İbn Abbâs'ın ifadesine göre:

"İnsanda bir nefis ve bir ruh vardır. Aralarındaki fark güneş ile şuaları gibidir. Nefis, kendisiyle akıl ve temyiz yapılan; ruh da teneffüs ve hareket yapılandır. Ölüm halinde ruh ve nefis birlikte vefat ederken, uykuda yalnız nefis vefat eder." Ayetten ve izahından anlaşılacağı gibi ölüm ve öldükten sonra dirilmenin bir benzerini insan oğlu uyuma ve uyanmasıyla yaşamaktadır.

Geçmişte ve günümüzde inananların dışında- insanların büyük bir kısmı öldükten sonra dirilme gerçeğini iki sebepten kabul etmek istememişlerdir. Birincisi, akıl ile idrak edememeleri, ikincisi de dünyada yaptıkları isyanlarının hesabını verme korkusu. Her iki tür insana cevap ve müminlerin imanlarını takviye açısından Kur'an'da konu ile ilgili bir çok ayet vardır. Ayetlerden bir kısmı bu dünyada meydana gelen öldürme ve diriltme olaylarını göz önüne sermektedir:

1) İsrailoğullarından biri, zulmen öldürüldü fakat, cezanın tatbik edilebilmesi için katil bulunamadı. Allah onlara bir sığır kesmelerini emretti, sığır kesildi ve yine ilâhî emir gereği, kesilen sığırın bir parçası maktûle vuruldu, maktûl de Allah'ın izni ile dirilerek kendisini kimin öldürdüğünü söyledi.[261]

2) Babil hükümdarı Buhtunnasrın, Kudüs ve civarını zaptedip harabeye çevirdi. Halkının bir kısmını öldürdü, bir kısmını da esir aldı. Esirler içerisinde bulunan -kuvvetli rivayete göre Hz. Üzeyir (a.s.) Bâbil zindanlarından kaçarak Kudüs'e geri dönüp oranın harap halini görünce de buranın eski haline nasıl geleceğini üzüntü ile düşünmüştü. Bunun üzerine Allah, Üzeyir'in (a.s.) ruhunu alır ve yüz sene müddetle onu bu vaziyette bırakır. Yüz sene sonra dirilince yanındaki yiyeceklerinin aynen durup bozulmadığını, merkebinin ise kemiklerinin bile çürüyüp parçalandığını görür. Üzeyir (a.s.) bu durumda ancak bir gün veya daha az bir zaman kaldığını zanneder. Sonra Allah kudretiyle, Üzeyir'in (a.s.) merkebinin kemiklerini bir araya getirerek etlerini giydirir. Bütün bu hâdiseler Allah'ın emriyle meydana gelmektedir.[262]

3) Hz. İsa'nın (a.s.) mucizelerinden biri de ölüleri diriltmektir.[263]

4) Hz. İbrahim (a.s.), Allah'tan, ölüleri nasıl dirilteceğini göstermesini istedi. Ancak bu isteğinin, inançsızlığından değil, bilâkis kalbinin mutmain olması için olduğunu ifade etti. Allah O'na "O halde kuşlardan dördünü tut, onları kendine çek (iyice incele), sonra (kesip) her dağın başına onlardan birer parça koy. Sonra onları kendine çağır; koşarak sana geleceklerdir... " (el-Bakara, 2/260) buyurdu. Hz. İbrahim de emredilenleri yapmış, kestiği kuşların etlerini birbirine karıştırarak her birinden birer parçayı dağlara koymuş, sonra da onları çağırdığında kuşların her bir parçasının kendi vücutlarıyla birleşerek Allah'ın izniyle canlanıp yanına geldiklerini görmüştür.

5) Kur'an kâfir kral Dekyanos zamanında yaşayan birkaç mümin gencin, kralın zulmünden kaçarak mağarada saklanmaları hadisesini (Ashabu'l-Kehf olayını) anlatır. Özetle Kur'an'ın bildirdiğine göre bu gençler gizlendikleri mağarada üçyüzdokuz yıl uyurlar. Uyandıklarında bir gün veya daha az bir müddet uyuduklarını sanan gençler, içlerinden birini yiyecek almak üzere şehre gönderirler. Şehir değişmiş, kral değişmiş, halk hristiyan olmuştur. Alış veriş için kullanmak istediği paranın kâfir yönetici Dekyanos zamanına ait olduğu farkedilir. Genç ve arkadaşlarının hazine bulduğunu zanneden halk, gençle birlikte mağaraya gelirler. Genç, arkadaşlarına haber vermek üzere mağaraya girer ve bir daha dışarı çıkmaz.[264]

Yukarda bildirilen ve Kur'an'la sabit olan bu olaylar, öldükten sonra dirilme hadisesinin, bizzat insan hayatı üzerindeki canlı misalleridir. Bunlardan başka Allah, insanlardan Ba's'ı anlamak ve ibret almak isteyenler için tabiattan da bir çok örnekler ve misaller vermiştir: Hac suresi beşinci ayette Allah, öldükten sonra dirilme konusunda kuşku içinde olanları ikaz etmek üzere şöyle buyuruyor:

"Ey insanlar, eğer öldükten sonra dirilmekten kuşkuda iseniz (bilin ki) biz sizi (önce) topraktan, sonra nutfe (sperma)den, sonra alaka (embriyon) dan ,sonra yaratılışı belli belirsiz bir çiğnem et parçasından yarattık ki, size (kudretimizi) açıkça gösterelim. Dilediğimizi belirtilmiş bir süreye kadar rahimlerde tutuyoruz, sonra sizi bir bebek olarak çıkarıyoruz. Sonra güç (ve kabiliyetler)inize ermeniz için (sizi büyütüyoruz). içinizden kimi (henüz çocukken) öldürülüyor, kimi de ömrün en kötü çağına (ihtiyarlığa) itiliyor ki, bilirken bir şey bilmez hale gelsin (çocukluğundaki gibi vücutça ve akılca güçsüz bir duruma düşün). Yeri de kurumuş, ölmüş görürsün. Fakat biz onun üzerine suyu indirdiğimiz zaman titreşir, kabarır ve her güzel çiftten bitirir." "Bu böyledir. Çünkü Allah, tek gerçektir. (Her şey O'nunla varlık kazanır) ve O, ölüleri diriltir ve O, her Şeyi yapabilir... Allah kabirlerde olanları diriltecektir." (el-Hacc, 22/5-7)

"O ki rüzgârları rahmetinin önünde müjdeci gönderir. Nihayet onlar, ağır ağır bulutları yüklenince, onu ölü bir memlekete yollarız; onunla su indirir ve türlü türlü meyveler çıkarırız. İşte ölüleri de böyle çıkaracağız. Herhâlde bundan ibret alırsınız." (el-A'râf, 7/57).

Mekke müşriklerinden Adîy b. Rabîa, Hz. Peygamber'e (s.a.s.) kıyamet hakkında soru sordu o da kıyametin kopacağını ve bütün insanların kabirlerinden dirilerek kalkacaklarını söyledi. Anlatılanları aklı ile kavrayamayan Adiy ve benzerlerine cevap olmak üzere Allah, "İnsan, bizim kendisinin kemiklerini bir araya toplayamayacağımızı mı sanıyor? Evet, toplarız, onun parmak uçlarını bile düzeltmeye gücümüz yeter." (el-Kıyame, 75/3, 4) ayetini inzal ediyor.

Bunlardan başka daha bir çok ayetlerde Allah, -kâfirlerin inkârlarına rağmen- insanların, ölümlerinden ve toz toprak olmalarından sonra, vakti gelince tekrar dirilteceğini, hesaplarının görülmesi için mahşere sevkedileceklerini belirtmektedir. Verilen bu bilgiler, gayb alemine ait bilgilerdir. Bunların mantık veya müsbet ilimle izah ve ispatı söz konusu değildir. Ancak, ayetler üzerinde düşünen insanlar dirilme olayının gerçekliğini kavrayabilirler. İnsanı ve tüm varlıkları, modeli yok iken ilk defa yaratmaya muktedir olan bir varlık, onları öldürdükten sonra tekrar diriltmeye de güç yetirebilir. Müminler, dirilmeye inanırlar. İnanmayanları ise Allah "kâfir" olarak nitelendirmiştir.[265] Ayrıca geniş bilgi için Kur'an-ı Kerîm'in şu ayetlerine bakılabilir: 2/28, 6/29, 30, 94, 16/38, 17/51, 20/102, 31/28, 58/6, 64/7, 36/52, 22/7, 19/33, 17/49.[266]

 

BA'SU BÂDE'L-MEVT

 

Öldükten sonra tekrar dirilmek.

Buna "haşr-ı ecsâd (cesedlerin birleşmesi) neş'e-i uhrâ (ikinci yaratılış) da denir. Bu dirilme İsrafil (a.s.)'ın sûra ikinci defa üflemesiyle olacaktır. Buna iman etmek İslâmî akîde gereğidir. Kur'an-ı Kerîm'de "Sonra sûra bir defa daha üflenecektir. Bir de görürsün ki insanlar kabirlerinden doğrulmuş bakıyorlar." (ez-Zümer, 39/68) buyurulur. O zaman Allah Teâlâ insanların dağılan parçalarının aslî uzuv ve parçalarını bir araya getirecek ve Âlem-i Berzah'da bulunan ruhlarını bedenlerine iade ederek diriltecektir.

Öldükten sonra dirilmenin vukû bulacağını Allah ve Resulu haber vermektedir. Bu konuda akıl, ilim ve duygularla bilgi elde edilemez. Fakat bunlar öldükten sonra dirilmenin vukû bulmayacağını da ispat edemez. Öyle ise öldükten sonra dirilme aklen mümkündür. Aklen mümkün olan bir şey hakkında nass varid olunca artık ona inanmak gerekir.

Kur'an-ı Kerîm öldükten sonra dirilme üzerinde çok durur. Çünkü Mekke müşrikleri bunu bir türlü kabul edemiyorlar ve şiddetle karşı çıkıyorlardı. Kur'an-ı Kerim'de ifade edildiği gibi: "Hayat ancak dünya hayatıdır. Biz tekrar diriltilecek değiliz." (el-En'am, 6/28) diyorlardı. Kur'anı Kerim öldükten sonra dirilmenin olacağını sadece haber vermekle yetinmez, ispat etmek için bir takım aklî deliller de getirir. Bunlardan bir kısmı şöyledir:

1- Bir şeyin benzeri ve örneği yok iken onu ilk defa yaratan, öldükten sonra tekrar benzerini meydana getirmeye elbette kadirdir. "Bütün varlıkları yoktan var eden ve sonra da tekrar diriltecek olan Allah'tır. Bu, O'na pek kolaydır." (er-Rum, 30/27). Halef oğlu Ubey bir gün Hz. Peygamber (s.a.s.)'e geldi. Elinde bulunan çürümüş bir kemiği ufalayarak:

"Böyle çürüdükten sonra bunu tekrar kim diriltecek?" dedi. Bunun üzerine aşağıdaki ayetler indi:

"İnsan kendisini bir damla sudan yarattığımızı görmez mi ki, hemen apaçık bir hasım kesilir. Yarattığımızı unutarak bize misal getirir ve "çürümüş kemikleri kim diriltecekmiş" der. De ki: "Onları ilk defa yaratan diriltecektir. O, bütün yaratılanları çok iyi bilir." (Yâsîn, 36/77-79)[267]

Bu ve benzer ayet-i kerimelerde öldükten sonra dirilme ispat edilirken ilk yaratılıştan hareket edilmiş, örneği ve benzeri yok iken ilk defa yaratmanın güçlüğü yanında ikinci defa benzerini yaratmanın daha kolay olduğuna dikkat çekilmiş, âlemi ilk defa yoktan var eden yüce Allah'ın, ölüleri tekrar diriltmeye haydi haydi kadir olacağı vurgulanmıştır.

2- Uyku küçük ölüm sayıldığı gibi uyanma da küçük hayat sayılır. İnsanlar uykudan sonra uyandıkları gibi öldükten sonra da dirileceklerdir.[268]

3- Yağmursuzluk ve kuraklık sebebiyle yeryüzündeki bitkiler ve yeşillikler kururlar. Sonra yağmur yağınca ya da sulanınca tekrar canlılık kazanırlar.

"Yeryüzünü kupkuru görürsün. Üzerine su indirdiğimiz zaman harekete geçip dirilir. Bu, Allah'ın delillerindendir. Şüphesiz toprağa can veren Allah, ölüleri de diriltir. Muhakkak o, herşeye kadirdir." (Fussilet, 41/39).

"Sen yeryüzünü kupkuru görürsün. Fakat, biz, oraya su indirdiğimiz zaman harekete geçer kabarır her çeşit güzel bitkiler bitirir. İşte bütün bunlar delildir ki, Allah haktır, ölüleri diriltecektir. Allah herşeye kadirdir, kıyamet kopacaktır, bunda şüphe yoktur. Allah kabirlerdekileri kaldıracaktır." (el-Hacc, 22/5-7).

4- Adem (a.s.)'ı topraktan yaratıp neslini meniden yaratan kudret, öldükten sonra diriltmeye de kadirdir. Kur'an-ı Kerîm'de şöyle buyurulur:

"Ey insanlar! Eğer tekrar diriltilmemizden şüphe ediyorsanız, ilk yaratılışınızı bir hatırlayın. Yaratmadaki kudretimizi açıkça göstermek için biz sizin aslınızı topraktan, sonra onun neslini nutfe (meni) den yarattık." (el-Hacc, 22/5).

5- Göklerin ve yerin yaratılması öldükten sonra insanların tekrar diriltilmesinden daha güçtür. Allah Teâlâ şöyle buyurur:

"Şüphesiz göklerin ve yerin yaratılması, insanların (ikinci defa) yaratılmasından daha büyük bir iştir. Fakat insanların çoğu bunu bilmezler." (Mü'min, 40/57).

6- Kur'an-ı Kerîm'de öldükten sonra dirilme hakkında geçmişte vuku bulmuş misaller de verilmiştir. Kehf suresinde anlatılan Ashabu'l-Kehf hadisesi, Bakara suresinin ikiyüz altmışıncı ayetinde anlatılan Hz. İbrahim (a.s.)'in paramparça ettiği dört kuşun tekrar diriltilmesi hadisesi, aynı surenin ikiyüzellidokuzuncu ayetinde anlatılan -tefsirlerin belirttiğine göre- Üzeyir (a.s.) hadisesi bunlara misaldir.

Bunların dışında başka deliller de vardır. Hz. Ali öldükten sonra dirilmeyi inkâr eden birine: "Benim dediğim olursa sen zararlı çıkarsın, fakat senin dediğin çıkarsa ben bir şey kaybetmem" diye cevap vermiştir. Mevlâna hazretleri de: "Toprağa hangi tohum atılmıştır da bitmemiştir? İnsanların tekrar dirileceğinden niçin şüphe ediyorsunuz?" demiştir.[269]

 

HAŞR VE NEŞİR

 

Haşr; bir topluluğu bulunduğu yerden çıkarmak, meskenlerinden koparıp başka bir yere sevketmek, sürgün etmek ve bir yere toplamak demektir, "Kitap ehlinden inkarcıları ilk sürgünde yurtlarından çıkaran O'dur." (el-Haşr: 59/2) ayetinde geçen "haşr" sözü kıyamet günü vuku bulacak olan "haşr" değil, onun küçük bir numunesi olmak üzere Nadiroğulları yahudilerinin yurtlarından çıkarılıp sürülmesi demektir. Bu "haşr" ehl-i kitabın ilk haşridir. Yani bunda ehl-i kitap, Arap Yarımadasından ilk defa olarak çıkarılmak suretiyle haşrolunmuşlardır. İkinci haşirleri de herhalde kıyamette olacaktır.

Terim olarak "haşr"; insanların öldükten sonra dirilip dünyada iken yaptıkları işlerden ve söyledikleri sözlerden dolayı sorguya çekilmek üzere "mahşer" denilen yere sürülmeleri, burada toplanmalarıdır. Nitekim kıyamet gününe "yevmü'l-ba's" (tekrar dirilme günü) ve "yevmü'n-neşr" denildiği gibi, "yevmü'l-haşr" (toplanma günü) de denir.

"Neşr"; yaymak, dağıtmak manasına yahut "nuşûr yapmak" yani ölüleri diriltmek anlamındadır.

Buna "neşr", öldükten sonra insanları tekrar diriltmek; "haşr" de onları mezarlarından çıkararak, "mahşer" denilen yere sevkedip orada toplamaktır.

"Sizi yaratıp yeryüzüne yayan O'dur ve O'nun huzurunda toplanacaksınız." (el-Mülk: 68/24)

Öldükten sonra tekrar dirilmeye ve hesap vermek üzere Allah ile mülâki olmaya (neşre ve haşre) inanmak, iman esaslarından biridir. Kalbimizde en ufak bir şüphe duymadan bizleri yaratanın Allah olduğuna iman ettiğimiz gibi, aynı katiyetle O'nun huzunında toplanacağımıza da inanıyoruz. Ne var ki, ölümü gözleriyle gördükleri için inkâr edemiyen birtakım insanlar, öldükten sonra dirilmeye akıl erdiremiyor, ölümün toprak oluş ve nihayette yokoluş olduğuna inanıyorlar. Bu gibilerine Kur'ân:

"Kendi yaratılışını unutup,çürümüş kemikleri kim diriltecek? Diyerek bize misâl vermeye kalkar. De ki; onları ilk defa yaratan diriltecektir. O, her türlü yaratmayı bilendir." (Yâsîn: 36/78, 79)

"Allah'ın rahmetinin eserlerine bir bak, yeryüzünü ölümden sonra nasıl diriltiyor. Şüphesiz ölüleri O diriltir. O herşeye kâdirdir." (er-Rûm: 30/50)

"Allah, rüzgarları gönderir, onlar da bulutu kaldırır. Biz de onu ölü bir nehre sürükleriz; onunla yeri, ölümünden sonra diriltiriz. İşte ölümden sonra dirilme böyledir." (el-Fâtır: 35/9)

"Sonra onu öldürüp kabre koydu. Sonra dilediği zaman onu diriltip kaldırır," (Abese: 80/21-22)

Sağlıklı düşünebilen insan için bunlar ne kadar vecîz ve belîğ ifadelerdir. İlk önce yoktan vareden elbette öldürdükten sonra tekrar diriltmeye kadirdir. Görmüyor musun, her kış çürüyüp toprağa karışan bitkiler bahar gelince nasıl canlanarak ayağa kalkıyor, ölü iken yeniden diriliyor. Gören gözlere düşünen gönüllere lisan-ı hal ile "haşri ve neşri" ispat ediyor.

"Ki, O, gökten belli bir miktar su indirdi de onunla ölü bir beldeyi dirilttik. Siz de böyle diriltilip çıkartılacaksınız." (ez-Zuhruf: 43/11)

Varı yok edebilen yoktan da varedebilen Allah için, ölüyü diriltmek idrak edemeyeceğimiz kadar kolay ve basittir.

"Bir şeyi dilediği zaman, O'nun buyruğu sadece, o şeye "ol " demektir, hemen oluverir." (Yâsîn: 36/82)

Bunun için zamana, yardımcıya ve alete ihtiyacı yoktur. Bir kişiyi, bin kişiyi veya bir milyar kişiyi yaratmak, öldürüp haşretmek O'nun için birdir.

"Sizin yaratılmanız ve (öldükten sonra) tekrar diriltilmeniz, tek bir nefsin yaratılması ve tekrar diriltilmesi gibidir. Şüphesiz Allah işitendir, görendir." (Lokman: 31/28)

Allah'ın apaçık ayetlerini gördükleri halde, öldükten sonra tekrar dirileceklerine ve yaptıklarından hesaba çekileceklerine inanmayarak şeytana uyanlara Cenab-ı Allah şöyle hitabediyor:

"Rabbine andolsun ki, biz onları mutlaka uydukları şeytanlarla beraber haşredeceğiz. Sonra cehennemin yanında diz çöktürerek hazır bulunduracağız." (Meryem: 19/68)

Her ne suretle olursa olsun ölüm muhakkaktır. Akıllı kimse odur ki Rabbi ile karşılaşacağını hesaplayarak kendini buna hazırlar. Ahmak, akılsız kimse böylesi bir hazırlıktan mahrum olarak yakasını Azrail'e kaptırandır. Madem ki ölüm vardır o halde Allah'ın istediği biçimde ölmeye bakmalıdır.

"Andolsun ki ölseniz de öldürülseniz de Allah katında toplanacaksınız." (Âli İmrân: 3/158)

"Müttakileri o gün Rahman'ın huzurunda O'na gelmiş misafirler olarak toplarız, suçluları do susuz olarak cehenneme süreriz." (Meryem: 19/85-86)

O gün dehşetli bir gündür:

"O gün, kişi, kardeşinden, annesinden, babasından, karısından ve oğullarından kaçar. O gün herkesin kendine yeter bir derdi vardır." (Abese: 80/34-37)[270]

 

HAŞR-I CİSMÂNÎ

 

Haşr; Kıyamet gününde amellerine bakılmak için ölülerin diriltilerek bir yere toplanmaları demek olduğuna göre; "Haşr-ı Cismânî" bedenen, cisimle, cesetle dirilme, bedenlerin haşri demektir:

Ölümle, ruhların bedenlerden ayrıldığı, dolayısıyla bedenlerin ruhsuz kalarak çürüdüğü ve toprağa karıştığı malumdur. Ruhlara gelince, onların ölmeyip kıyamete kadar ruhlar âleminde bekletildiklerini biliyoruz. Dolayısıyla âhirette diriltilecek olan bedenimizdir. Haşrolunacak olan da, ruhları kendilerine avdet etmiş vücutlarımızdır. Böyle olunca, bazı filozofların iddia ettiği gibi "haşr"; yalnızca ruhların haşredilmesi şeklinde olan "haşr-ı ruhânî" değil, aksine ruhla birlikte bedenlerin haşri, yani "haşrı cismânî" şeklinde olacaktır. Eğer haşr filozofların iddia ettiği gibi yalnızca ruhânî olsaydı, Cenab-ı Allah'ın ölümden sonra bedenlerin tekrar diriltilmesinden söz etmesinin hiçbir anlamı olmazdı.

"Kendi yaratılışını unutur da; "çürümüş kemikleri kim diriltecek" diyerek bize misal vermeye kalkar. De ki; onları ilk defa yaratan diriltecektir. O, her türlü yaratmayı bilendir." (Yâsîn: 36/78-79)

Rivâyete göre Übeyy b. Halef, bir gün Hz. Muhammed (s.a.s)'e elinde çürümüş bir kemikle gelerek parmaklarıyla onu ufalamış ve: Muhammed! Allah'ın bu çürümüş dağılmış kemiği tekrar dirilteceğini mi sanıyorsun" deyince Peygamberimiz; "evet, Allah bunu diriltecek, seni de öldürdükten sonra diriltip cehenneme sokacaktır." demiş, yukarıdaki âyet de bunun üzerine nazil olmuştur.[271]

Âyette; "çürümüş kemikleri kim diriltecek?" diye bir soru sorulmakta ve soruya gayet ikna edici bir cevap verilmektedir: "De ki; onları ilk defa yaratan diriltecektir." Onları yokluk âleminden varlık âlemine getiren Allah, tekrar diriltmeye kâdir değil midir? Hiç şeksiz şüphesiz kâdirdir.

"Allah rüzgarları gönderir onlar da bulutu kaldırırlar, Biz de onu ölü bir şehre sürükleriz, onunla yeri ölümünden sonra diriltiriz. İşte ölümden sonra dirilme böyledir." (el-Fâtır: 35/9)

Evet nasıl ki ölü bir belde yağmurla yeniden dirilerek canlanıyorsa, çürümüş, toprağa karışmış cesetler de aynı şekilde Rableri'nin emriyle dirileceklerdir. "İşte ölümden sonra dirilme böyledir." Dirilme böyle olunca, haşr de cismânî olacaktır.

"Allah'ın rahmetinin eserlerine bir bak, yeryüzünü ölümünden sonra nasıl diriltiyor. Şüphesiz ölüleri O diriltir. O, her şeye kadirdir." (er-Rûm: 30/50)

Cenâb-ı Allah, ölümden sonra yeniden dirilmeyi hep bu çeşit örneklerle insanoğluna anlatmaktadır. Maddî olan çürümüş insan cesedinin diriltilmesini, yine maddeden ibaret olan tabiatın diriltilmesine benzeterek, insanı ikna yoluna gidiyor. Bu da gösteriyor ki haşr; "cismânî haşr" şeklinde olacaktır.

"Bir de onlar dediler ki; sahi biz, bir kemik yığını ve kokuşmuş bir toprak olmuş iken, yeni bir hilkatte dirileceğiz. öyle mi?" (el-İsrâ: 17/49)

"Dirilten de öldüren de O'dur. Gece ile gündüzün birbiri ardından gitmesi de O'nun emrine bağlıdır. Düşünmez misiniz?" (el-Mü'minûn: 23/80)

"Öncekiler; ölüp toprak ve bir yığın kemik olduğumuzda mı diriltileceğiz? demişlerdi." (el-Mü'minûn: 23/82)

"Öldüğümüzde, kemik yığını ve toprak yığını olduğumuzda mı, biz mi tekrar dirileceğiz? Diyorlardı." (el-Vakıa: 56/47)

Yukardaki âyetlerde müşriklerin öldükten sonra çürüyecek olan cesetlerinin yeniden diriltileceğine inanmadıkları anlaşılıyor. Bu da, bize gösteriyor ki Kur'an'da geçen haşrın cismânî olduğunu Câhiliyye Arapları biliyordu. İnkâr ederken kullandıkları ifadeler buna şâhittir.

Müşrikler "haşr"i tamamen inkâr ederken, İslâm filozofları diye bilinen meşhur bazıları da haşrın rûhânî olacağını savunarak, Kur'ân'ın bu gayet açık olan nassına muhalefet etmektedirler. Halbuki "haşr-ı cismânî"yi kabul etmek hem akla, hem nakle, hem de ilâhî adalete daha uygundur. Çünkü, Kur'ân gerek cennet gerekse cehennemi tasvir ederken devamlı olarak beş duyu ile algılanabilen tablolar çizmektedir. Kur'ân âyetleri haşrı hep maddî misallerle tasvir etmektedir. Diğer taraftan Allah'ın yarattığı nimetlerin tamamına yakın bölümü, dil, göz, kulak, burun ve derinin algılayacağı ve takdîr edip yaratıcısına şükredeceği mahiyette yaratılmış olduğunu biliyoruz. Dünyada bundan yararlanan azalarımız, Allah'ın ibadetinde bulunmanın mükâfatı olarak âhirette de neden istifade etmesinler.[272]

 

AMEL DEFTERİ

 

İnsanın dünya hayatında yaptığı iyi ve kötü bütün işlerin sözlerin kayıt edildiği defter. Bu defter sesli bir film misali insanın her türlü hâl ve hareketini, konuşmalarını zapt eden bir defterdir. Bu kayıt ve zabıtlarla insan ahirette hesaba çekilecek, bu defter insanın leh veya aleyhinde bir şahid olacaktır. Kur'an'da "kitab" olarak zikredilmektedir .

Dünya hayatında devamlı olarak insanla beraber bulunan ve onun yaptıklarını kaydeden melekler vardır. Kur'an-ı Kerîm bu melekler hakkında şöyle buyurur:

"...Halbuki üzerinizde gözetleyici melekler var, şerefli yazıcı (melekler). Her ne yaparsanız bilirler." (el-İnfitâr: 82/10-12)

"O, (İnsan) her ne söz söylerse muhakkak yanında hazır bir gözcü vardır." (Kaf: 50/18)

Amel defterine insanın yaptıklarını yazan meleklere Hafaza (Hâfıza) melekleri veya Kirâmen Kâtibîn (Şerefli Yazıcılar) yahut "Rakîb Atîd" denmiştir.

Her insana, kendi amel defteri, Ahiret gününde verilecek ve insan kendi yaptıklarını orada bizzat görüp okuyacaktır. Defterleri sağ tarafından verilen kimseler Cennetlik bahtiyarlar, sol tarafından veya arkasından verilen kimseler ise Cehennemlik bedbahtlar olacaklardır. Bahtiyarların hesabı ya çok basit geçecek veya onlar hiç hesaba çekilmeyecek; bedbahtlar ise çok çetin bir hesapla karşılaşacaklardır. Kur'an-ı Kerîm bu hususta da şöyle buyurur:

"...İşte o vakit kitabı (amel defteri sağ eline verilmiş olan kimse der ki: 'Gelin kitabımı okuyun. Çünkü ben hesabıma ulaşacağımı (hesaba çekileceğimi) zannetmiştim!. Artık o hoşnut bir hayatta yüksek bir Cennet'tedir." (el-Hâkka: 69/19-22)

"Kitabı sol eline verilmiş olan ise, der ki: 'Eyvah, keşke kitabım bana verilmeseydi... Hesabının da ne olduğunu bilmeseydim!... Tutun onu hemen bağlayın onu, sonra Cehennem'e atın onu..." (el-Hâkka: 69/25-27, 30-31)

İnsan, kendi amel defterinde hayatının bütün teferruatını görünce hayret edecek ve Kur'an'ın tabiriyle şöyle diyecek:

"Eyvah bize, bu deftere ne olmuş, küçük büyük bırakmayıp hepsini toplamış..." (el-Kehf: 18/49)

Amel defteri insanın dünya hayatındaki kendi yaptıkları ameller doğrultusunda doldurulduğuna, insan da iradeye sahip olduğuna göre amel defterinin iyi veya kötü şeyleri ihtiva etmesinde insanın kendisi etkilidir.

"İman edecek salih amel işleyenlerin amelleri zâyi' olmaz. Biz onu yazmaktayız." (el-Enbiyâ: 21/94)

Bu hususta başkasını suçlamasına mahâl yoktur. Arzu edilir ki o defter yüz ağartıcı sahifelerle dolu olsun. Yüzümüzün akı olacak salih ameller, o defteri süsleyecek olanlardır. Bu da ancak Allah'ın dinini yeryüzünde hakim kılmak, bu dini yaşamak ve Allah Resulu'nün gösterdiği yoldan gitmekle elde edilir.[273]

Ahirette insanlara yapmış olduğu ameller, yazılmış bir defter halinde verilir. Bu defterler Kiramen Katibin melekleri tarafından yazılmış defterlerdir. Benzetme yerindeyse, dünyada her yaptığımız amel bu melekler tarafından kamerayla videoya çekilmektedir.  Defter veya kitap denilen  bu filmler ahirette cennetlik olanlara sağdan, cehennemlik olanlara ise soldan ve arkalarından verilecektir.

Cennetlik olanlar büyük sevinç yaşayacaklar ve herkese kitabını göstermek isteyeceklerdir. Cehennemlik olanlar ise elindeki kitaplarda herşeyin yazıldığını görüp hayret edecekler ve pişman olacaklardır. Bu defterlerde; insanın dünyada yaptığı herşey büyüğüyle, küçüğüyle eksiksiz olarak yazılmış olacaktır. Unutmayalım ki, amel defterleri bu dünyadaki defterlere benzemez.[274]

 

MÎZÂN

 

Ölçü ve tartı işinde kullanılan terazi, ölçü aleti: ahirette günah ve sevapların iyilik ve kötülüklerin ölçülüp tartılacağı manevi ölçü aleti. Mizan, sadece eşyanın ağırlık miktarını tartıp bilmeye mahsus ölçü aleti değildir. Sıcaklık, soğukluk ve hız gibi arazları ölçmeye yarayan ölçü aletleri de vardır. Mîzân (terazi), eşyayı ve bir takım arazları ölçmek için kullanıldığı gibi; hukuk, iyilik ve kötülüğü ölçmek için de mecazen kullanılır. Adalet terazisi, hak terazisi, iyilik terazisi, akıl terazisi gibi... Allah Teâlâ bu çeşitli miktar ve değerlere şamil olmak üzere teraziyi Kur'an'da şöyle beyan eti:

“Âllah, göğü yükseltti. Mizanda (tartıda) haksızlık yapmayın diye teraziyi koydu. Tartmayı doğru ve adaletle yapın, terazide (mizanda) haksızlık ve eksiklik yapmayın." (er-Rahman: 55/7-9)

Kıyamet gününde iyi ve kötü amellerin tartılarak miktarının bilinmesine mahsus mîzan (terazi) haktır ve konulacaktır. Yüce Allah kıyamet gününde konulacak bu terazi için şöyle buyurur:

"Kıyamet günü adalet terazileri koyacağız. Hiç bir kimseye hiç bir haksızlık yapılmaz. Hardal tanesi kadar bile olsa yapılanı ortaya koyarız. Hesab görenler olarak bizler yeteriz." (el-Enbiya: 21/47)

"O gün (kıyamet günü) gerçek ve dosdoğru olan vezin (tartı) vardır. "(el-hakk kelimesi veznin haberi yapılarak mana verilirse) "O gün vezin (amellerin tartılması) haktır ve gerçektir. Mîzânları ağır basanlar, işte onlar kurtulanlardır. Mîzânları hafif gelenler, âyetlerimize yaptıkları haksızlıktan ötürü kendilerini zarar ve ziyana uğratanlardır." (el-A'râf: 7/8-9)

Bir terazinin ağır gelmesi, onunla tartılan şeyin (mevzun'un) ağırlık ve miktarı ile orantılıdır. Ahirette terazinin ağır gelmesi istenilen tarafı iman ve iyi amellerin konulduğu gözüdür. Terâzide imanla birlikte iyilikleri, hayır ve hasenâtı ağır gelenler kurtulacaklardır. Yukarıda meali yazdığım âyetlerde geçen "mevazin'in, mîzânın cem'i olabileceği gibi "mevzun'un" (tartılan amelin) de çoğulu olacağına dair iki görüş rivayet edilmiştir. Allah katında kıymeti ve ağırlığı olan iyi ameldir ki, mîzânda ağır gelecek olanda budur. Ayetlerde "Mîzân"ın, "mevâzin" şeklinde çoğul yapılması: mizanın şanını yüceltmek ve önemini belirtmek için veya amelleri tartılacak kişilerin çokluğundan dolayıdır. Yahut da her ferd için müteaddid mizanların bulunacağına işarettir. Veyahut kalblere ait ameller ayrı bir terazide sözler bir terazide organların amelleri de başka bir terazide tartılacağı için mîzân cem'i olarak getirilmiştir. Veya mîzân, kısım ve teferruatı çok olduğundan dolayı cem'ilenmiştir.

Kur'an-ı Kerim'in vezin ve mîzânla ilgili beyanlarından çıkan netice şudur: Âhirette amellerin tartılması için her halde bir mîzân konulacaktır. Mîzânda amellerin tartılması, amel defterlerinin verilmesinden sonra olacaktır. Mîzân ile vezin esnasında, zâlimin hasenesi varsa, alacağı oranında mazluma verilecek: Hasenesi (iyiliği) yoksa, mazlumun günahı olacağı miktarda, zalime verilecektir. Herkesin muhtelif amellerinin tartılmasından sonra kâr ve zarar hesabı hepsinin toplamından çıkarılacaktır.

Mutezile, "Mîzândan murad, Allah'ın koymuş olduğu adalettir. Ameller, arazdır, iadesi mümkün olsa bile, tartılmaları imkânsızdır. Kulların amelleri Allah'ın malumudur, tartılması faydasızdır" dedi. Ehl-i Sünnet, Mutezilenin bu iddiasına şöyle cevap verdi: "Mizanda amellerin vezni bütün halkın içinde Allah'ın dostlarını düşmanlarından ayırdetmek ve dosdoğru ve mükemmel adaletini göstermek içindir. Böylece herkes, Cenabı Allah'ın zulmetmekten münezzeh olduğunu anlayacaklardır. Mîzânda iyilikleri ağır gelenlerin derecelerinin kemali ve faziletlerinin zuhuru sebebiyle ferah ve sürurları artacaktır. Kötülükleri ağır gelenlerin ise, gam, hüzün, korku, rezillik ve rüsvaylıkları artacaktır. Mevâzin lafzı sırf adalet üzerine hamledilir, diyenlerin delilleri tutarsızdır. Lafza hakiki manasından aklî bir zaruret olmaksızın mecaz manası vermek caiz değildir. Mîzân konusunda şu anlamda hadisler varid olmuştur:

a) Mîzânda, tartılacak olan, amel defterleridir.[275]

b) Gerekli olan değerlerine göre iyilikler güıel ve nurani suretlere (miktarlara) kötülükler de çirkin suretlere çevirilerek tartılırlar.[276]

c) İnsan bir defa sırtına iyiliklerini yüklenerek sevabıyla tartılır, ayrıca da veballerini sırtına yüklenerek günahıyla tartılır.[277]

O halde kulların amellerinin vezni için mîzânı tasdik etmek gerekir. Bununla beraber veznin (hasıl olacağını) keyfiyetini ve mîzânın mahiyetini akıl için tafsilatıyla bilmeye imkan yoktur. Bu sebeple bunların keyfiyetinin tafsilatına iman etmek şart değildir. Vezin ve mîzânı inkar etmeyerek bunları adalet-i ilahi ile te'vil edenler küfre nisbet olunmaz.

Fakat Allah'a ve ahiret gününe iman etmeyenlere gelince; Allah onların amelleri için hiç bir vezin ve tartı işlemi yapamayacaktır. Mîzânda vezin, iyilikleri ve kötülükleri bulunanların sevap ve günahlarının miktarı belli olsun diye gerçekleşecektir. Allah'ı, öldükten sonra diriltilerek hesap vermeyi inkâr ettikleri için kâfirlerin iyilikleri boşa gitmiştir. Çünkü iyilikleri tutan ve muhafaza eden kap imandır. Ahirette kâfirin küfür ve günahından başka hiç bir hasenesi kalmayacağından dolayı onun için vezin ve mîzâna gerek kalmaz. Bu sebeple Cenabı Hakk şöyle buyuruyor:

"De ki: Size amelce en çok ziyanda olanı haber vereyim mi. Bunlar dünya hayatında çalışmaları boşa gitmiş olanlardır. Oysa onlar güzel iş yaptıklarını sanıyorlardı. İşte bunlar, Allah'ı ve Ona kavuşmayı inkar edenlerdir. Bu yüzden amelleri boşa gitmiştir. O halde onlar için kıyamet gününde tartı işlemi yapmayacağız (vezin ikame etmeyeceğiz)." (el-Kehf: 18/103-105)

Peygamberimiz mahşer gününde üç yerde korku ve endişesi sebebiyle kimse kimseyi hatırlamayacağını söyler

1- Mîzân başında terazisinin ağır çekip çekmeyeceğini öğreninceye kadar

2- Amel defterinin verildiği ve "alın kitabımı okuyun" denildiği zaman kitabının sağında mı solunda mı yoksa arkasında mı bulunacağını öğreninceye kadar,

3- Cehennemin üstüne kurulduğu vakit Sırat'ın yanında.[278]

Mizan: Ahirette, amellerin tartılması için Allah’ın kıyamet günü ortaya koyacağı terazilerdir. Her insanın yapmış olduğu ameli bu terazide tartılacak, sevabı ağır gelenler cennete; hafif gelenler ise cehenneme girecektir.

Mizan tam manasıyla doğru bir terazi olacaktır. Birilerinin hakkının yenmesi veya birilerinin kayırılması asla olmayacaktır. Çünkü, o terazinin sahibi, adil olanların en adili Allah (c.c.)’dır.[279]

  

SIRAT

 

Yol, cadde, geçit. Kur'an-ı Kerim'de sırat, daha çok "müstakim" (doğru) ile sıfatlanarak, Allah'ın rızasına uygun olan ve O'na ileten Tevhid dini ve İslâm dini anlamında kullanılır:

"Kim, Allaha güvenip dayanırsa muhakkak doğru yola (Sırat-ı müstakime) iletilmiştir." (Ali İmrân: 3/101)

"Muhakkak Allah benim de Rabbimdir, sizin de Rabbinizdir. O halde yalnız O'na ibadet ediniz. Bu doğru yol (Sırat-ı Müstakim)dur.” (Ali İmran: 3/51)

Fakat ıstılahta sırat denilince ahiretteki "sırat" akla gelir. Sırat mahşer yerinden itibaren Cehennemin üzerinden geçerek Cennete kadar uzanacak bir köprüdür. Bu köprü, haşir günü Cehennemin üzerinde kurulacaktır. Mü'min, günahkâr, kâfir herkes bu köprüye gelecektir. Cennete gidebilmek için bundan başka yol yoktur. Sıratın iki tarafına konulmuş kancalar, oradan geçmeye iyi amelleri yetmeyen kimseleri Allah'ın emriyle çekip Cehenneme düşüreceklerdir. İyi amelleri ağır gelenler, kötülükleri sebebiyle tırmalanıp yara almış olsalar bile Sıratı geçeceklerdir. Bazı mü'minler senelerce sürünerek geçeceklerdir. Sırattan geçiş esnasında Peygamberimiz sırat üzerinde “Kurtar, ey Rabbim, kurtar" diye mü'minlere dua edip duracaktır.[280]

Ebu Said el Hudrî'nin rivayetinde Peygamberimiz şöyle buyuruyor:

"Mahşerde muhakeme ve muhasebe işlerinden sonra Cehennemin üzerinde bir köprü (Sırat) kurulur. Allah şefaate izin verir. (Mü'minler) ya Allah selamet ver, selamet ver, diye dua eder durur.''

Ya Rasulallah, köprü nedir? diye sorulduğunda;

"Kaypak ve kaygan bir yoldur. Orada; kancalar, çengeller ve Necid’de bilen sa'dan denilen sert dikencikler gibi dikenler vardır. Mü'minler amellerine göre kimi göz açıp kapayıncaya kadar, kimi şimşek gibi, kimi rüzgar gibi, kimi kuş gibi, kimi iyi cins yarış atları gibi, kimi deve gibi süratle geçerler. Mü'minlerden kimi sapasağlam kurtulur. Kimi de tırmalanmış (hafif yaralı) olarak salıverilir. Kimileri de Cehennem ateşi içerisine dökülür."[281]

Ebu Hureyre, Peygamberimizden şöyle rivayet ediyor:

"Cehennemin ortasına sırat (köprüsü) kurulur. Oradan peygamberlerden ümmetleri ile beraber geçenlerin ilki ben olacağım. Peygamberlerden başka o gün kimse konuşamaz, Peygamberlerin sözleri de "Ey Allah'ım, kurtar kurtar" olur."[282]

Ebû Sa'id el-Hudri'nin rivayet ettiğine göre, Sırat köprüsü, kıldan ince, kılıçtan keskindir. Sırat'ın uzunluğu bin senelik yokuş, bin senelik iniş ve bin senelik de düzlüktür. Bu mesafe bazı insanlar için olacaktır. Her bir kimsenin bu mesafeyi geçmesi, amelleri ile orantılı bir zamanda olacaktır.[283] Bazı ulemâya göre Sırat'ın kıldan ince, kılıçtan keskin olduğuna dair rivayetler, bu köprünün üzerinden geçmenin pek müşkil ve zor olduğundan kinayedir.

Mü'minlerin Sırat'ın üzerinden çabuk geçip geçmemeleri, onların haramlara yönelip yönelmemelerine bağlıdır. Kalbine haram işleme düşüncesi gelip de ondan hemen yüz çevirip uzaklaşan kimseler Sırat'tan çabuk geçecektir.

Sırat üzerinde her bir mü'minin yalnız kendisinin faydalanacağı bir nûru vardır. Bu nurdan başkası faydalanamayacaktır. Kimse, başka bir kimsenin nûru içerisinde gidemeyecektir. Nurunun intişarı nisbetinde her bir mü'minin Sırat’ı geniş veya dar olacaktır. Sırat'ın genişliği hadd-i zatında bir ve aynı olduğu halde, üzerlerinden geçenlerin nurları nisbetinde kimisine ince ve sıkıcı, kimisine enli, rahat ve hoş görünecektir.

Yüce Allah şöyle buyurur:

"Ey iman edenler, günahlarınıza samimi bir tevbe ile Allah'a dönün! Umulur ki Rabbiniz, sizin kötülüklerinizi örter. Peygamberi ve onunla birlikte iman edenleri utandırmayacağı günde Allah sizi içlerinden ırmaklar akan cennetlere sokar. Çünkü onların nurları önlerinden ve yanlarından koşar da, "Ey Rabbimiz, nurumuzu tamamla, bizi bağışla; muhakkak sen her şeye kadirsin" derler." (et-Tahrim, 66/8)

Bu âyette, mü'minlerin nurlarından kastedilen, iman ve amelleriyle husûle gelen nurlardır. Özellikle bu nurları Sırat üzerinde onları yedip götürecek ve selamete çıkaracaktır. Münafıklar, karanlıkta kaldıkça mü'minler şöyle der:

"Rabbimiz, nurumuzu söndürüp de bizi de kâfirler ve münafıklar gibi karanlıkta bırakma! Varacağımız yere kadar nurumuzu devam ettir ki, bu nurla sevinelim, karanlıkta kalıp perişan olmayalım" derler: "O gün (sıratta) münafık erkeklerle münafık kadınlar, mü'minlere, bizi bekleyin, nurunuzdan bir parça ışık alalım, derler. Onlara, dönün arkanıza da bir nur arayın, denilir. Nihayet, onların arasına, bir kapısı olan ve içinde rahmet ve dışında azab bulunan bir sür çekilir." (el-Hadid, 57/13)

Allah Teâlâ yine şöyle buyurur:

"Sizlerden hiç bir kimse yoktur ki oraya (Cehenneme) uğramamış olsun. Bu, Rabbin için kesinleşmiş bir hükümdür. Sonra biz, iman edip kötülüklerden sakınanları kurtarırız. Zalimleri de diz üstü çökmüş olarak orada bırakırız." (Meryem: 19/71-72)

Bir rivayete göre cennetlik mü'minlerin Cehenneme uğramaları, üzerindeki sırattan geçmelerinden ibarettir. Herkes bu köprüye gelecek ve Cehenneme girecek olanlar da buradan gireceklerdir. Mü'minlerin Cennete yollarının Cehennemden geçmesindeki hikmet; sevinçlerinin fazlalaşması ve kurtuldukları için şükürlerinin artması ve kâfirlerin üzüntülerinin çoğalmasıdır. Çünkü dünyada düşman saydıkları mü'minlerin kurtulması, kendilerinin Cehenneme atılmaları, kâfirler için azab üzerine azab olacaktır.

Mutezile'nin çoğu ve Kadi Abdulcebbâr el-Hemedâni[284], “Üzerinden geçmek mümkün olamaz; mümkün olsa bile, Sırattan geçmek müminlere eza ve cefa çektirir” diyerek Sıratı inkâr etmişlerdir.

Halimi[285] gibi bazı âlimler de, kâfirlerin Sırat'a uğramadan doğrudan doğruya Cehennem'e atılacaklarını söylemişlerdir. Bunlar, bu görüşlerini Ebu Sa'id el-Hudrî'nin rivayet ettiği bir hadise dayandırmışlardır. Bu hadise göre, Mahşerde bir münâdi, "Her ümmet dünyada nelere tapıyor idiyse, onların ardına düşsün" diye çağırır. Bunun üzerine münezzeh ve yüce olan Allah'tan başka şeylere, putlara ve heykellere tapagelen ne kadar kimse varsa, onlardan hiçbiri kalmaksızın Cehenneme dökülürler. Artık ortalıkta iyi ve kötülerden yalnız Allah'a ibadet etmiş olanlar ve ehl-i kitabın kalıntılarından başka kimseler kalmayınca, Yahudiler çağırılacak ve onlara "siz neye ibadet ediyordunuz?" denilecek. Onlar "Allah'ın oğlu Üzeyr'e tapıyorduk" diyecekler. Bunun üzerine onlara, "yalan söylediniz! Allah hiç bir eş ve oğul edinmedi" denilir. Bunlar susadıklarını söyleyerek Cenab-ı Allah'tan su isteyince, kendilerine serap gibi görünen ateşe götürülecekler ve birbirlerini çiğneyerek Cehennem ateşinin içine yuvarlanıp döküleceklerdir. Sonra Hıristiyanlar çağırılacak, "sizler kime ibadet ediyordunuz?" denilecek. "Allah'ın oğlu Mesih'e ibadet ediyorduk" diyecekler. Onlara da "yalan söylediniz! Allah hiç bir eş ve oğul edinmedi" denilecek. Bunlar da susadıklarını söyleyerek Allah'tan su isteyince, kendilerine, "Haydi suya gelmez misiniz" diye işaret olunur. Serap gibi görünen Cehenneme doğru toplanacaklar ve birbirlerini çiğneyerek Cehenneme döküleceklerdir". Bu hadisin devamında: Geride kalanlara, tanımadıkları bir surette Allah Teâlâ'nın tecelli edeceği, sonra şiddet ve dehşetin kaldırılarak samimi olarak Allah'a ibadet edenlerin secde etmelerine izin verileceği, diğerlerinin -secde etmek istediklerinde- kafalarının üzerine düşecekleri, daha sonra Allah Teâlâ'nın bunlara ilk gördüklerinden başka bir surette (sıfatta) tecelli edeceği bildirilir. Bundan sonra da Cehennemin üzerine köprü (sıratın) kurulacağı ve şefaate izin verileceği beyan edilir.”[286]

 

HAVZ-I KEVSER

 

Âhiret yurdunda bulunan ve Yüce Allah tarafından Peygamber efendimize verilmiş olan ırmak ve havuzun adı.

"Doğrusu biz sana Kevser'i verdik." (el-Kevser: 108/1) anlamındaki âyeti kerimede Peygamber efendimiz'e Kevser'in verilmiş olduğu bildirilmekle birlikte, Kur'ân-ı Kerîm'de gerek Kevser'in ne olduğu ve gerekse Havz hakkında başka bir bilgi yoktur. Bu konudaki bilgilerimiz otuz kadar Sahabî'den çeşitli yollarla gelen ve tümü de muteber hâdis kitaplârında yer alan 50 dolayındaki hadis-i şerif'e dayanmaktadır. Hadislerden bir bölümünde Havz, bir bölümünde de Kevser hakkmda bilgiler vardır. Her ikisi hakkındaki ortak noktalar, havz ve ırmaktaki suyun tad, koku ve rengi ile ilgili olarak verilen bilgilerdir. Diğer özellikler farklı bir biçimde sayılmıştır.

Nitekim, Havz, adından anlaşılacağı üzere bir havuz; Kevser ise, bir Cennet ırmağıdır. Havz'ın genişliği hakkında bilgiler bulunmaktadır. Birçok kez verilen bu bilgiler sırasında orada bulunanların anlayışlarına göre, Havz'ın genişliği bir aylık yol veya şu şehirden bu şehire şeklinde tanımlanarak, büyüklüğü hakkında fikir verilmek istenmiştir. Havuzun kenarlarının ve açılarının eşit olduğu da gelen bilgiler arasında bulunmaktadır. Kevser Irmağı'nın ise, vâdisi hakkında bilgiler vardır. Buna göre, vâdi, yeryüzü ırmaklarının yataklarında olduğu gibi derin bir çukur biçiminde olmayıp, düz satıhtadır. Akış, yüzeyin düz olmasına karşın, çevreye dağılmadan, kendi mecrasında sürüp gitmektedir. Vâdinin tabanı, elmas, yakut ve inci gibi değerli taşlarla kaplıdır ve bu oluşum içindeki toprak, misk gibi kokmaktadır. Irmağın iki yanı da altın ve yakutla çevrili olup, sahilinde, boydan boya içi boşaltılarak kubbeler biçimine sokulmuş inciden yapılar vardır.

Havz'ın suyundan bir yudum bile olsa içenler, ebediyen susamayacaklar ve yüzleri de asla kararmayacaktır; içmeyenler ise, susuzluktan kurtulamayacaklardır. Havz'ın suyunun kardan daha serin olduğu, oraya ilk varanın Peygamberimiz Efendimiz'in olacağı, ilk içenlerin fakir olup zengin bir kadınla evlenmek yahut idarecilere baş eğmek yoluyla zenginleşmenin yollarını aramayan, yüzü gözü toprak içinde pejmürde kılıkla Allah yolunda cihad eden, İslâm'a hizmette bulunan, dünya nimetlerini tadamadan şehitlik şerefine ulaşan muhacirler ve sonraki mü'minler olacağı da rivayet edilen bilgiler arasında bulunmaktadır.

Havuz, ucu Cennete dek varan altın ve gümüş iki oluktan beslenmektedir. Havuzu besleyen Cennet Irmaklarından bir ırmak olup, bu da Peygamber Efendimiz'e verilmiş bulunan Kevser Irmağı'dır. Ebu Davud'ta zikredilen "Kevser nedir, bilir misiniz? O, Cennet'te bana vadedilmiş ırmaktır. Onun üzerinde çok hayır vardır. Onun üzerinde bir de bir Havuz vardır. Kıyamet günü ümmetim oraya uğrayacaktır."[287] anlamındaki hadis de, bu yoruma elverici manasıyla, Havuz ve Kevser'i bir arada Havz-ı Kevser olarak anmadaki gerekçeye açıklık getirmektedir. Nitekim, Aliyyü'l-Kârî[288] "Hazret-i Peygamber'in nehri Cennet'te; havzı ise kıyametin koptuğu yerdedir" diyerek bu duruma açıklık getirmiştir. Havzın Sırat'tan önce mi, sonra mı olduğu konusu tartışmalı olmakla birlikte, Kurtubî, biri Sırat'tan önce, diğeri Sırat'tan sonra iki Havuz olduğunu ifade etmiştir. Kıyamet yerindeki bu Havuz'lardan, lâyık olmayanlar kovulacaklardır. Her peygamberin birer havuzu olduğu, son peygamber'in havuzunun çevresinin daha kalabalık olacağı ve bu Havuz üzerinde minberinin de yer aldığı yine rivâyet edilen bilgilerdendir. Kevser ise, yalnızca bizim peygamberimize verilmiş olan bir ırmaktır.

Gerek Havuz ve gerekse Kevser Irmağı'nın (burada, artık, Havz-ı Kevser diye ortak adı kullanabiliriz) ortak yanlarına gelince, suyun rengi kardan, sütten ve güneşten daha beyazdır. Kokusu ise miskten daha hoştur. Tadı, baldan daha tatlıdır. İçecek olanların kullanması için, orada, sayıları gökteki yıldızların sayısından daha çok olan altın ve gümüşten yapılma cennet kapıları vardır.

Kevser ve Havz hakkında verilen bu bilgiler "tevâtür" derecesinde olduğu için, bunlara imanın farz olduğu belirtilmiştir. Bununla birlikte, özellikle Kevser Sûresi'nin tefsiri sırasında, aşırı mezhepler ve felsefi açıklama yönüne gidenler, gerek Havz, gerekse Kevser konusunda kimi bâtınî veya aklî yorumlar yapmaktan da uzak durmamışlardır.

"Kevser" kelimesinin ifade ettiği geniş manadan yola çıkarak, muteber âlimler de, bu kavrama "Cennet Irmağı" ile birlikte daha başkaca anlamlar da vermişlerdir. Bu tutumda Kevser Suresinin iniş sebebi de rol oynamıştır. Gerçekten de, Sure, Peygamber Efendimiz'e, oğlu Kasım'ın ölümünden sonra, "ebter/nesli kesik" diyen müşriklerin bu sözleri üzerine, alınandan daha fazlasının verildiğini belirtmek ve "ebter" olmadığını vurgulamak üzere gönderilmiştir. Gerek kelimenin anlamındaki genişlik ve gerekse nüzul sebebi dolayısıyla, tefsirlerde, Kevser kelimesi, aynı zamanda "çok büyük bir hayır, taşkın hayırlar" anlamı çerçevesinde de ele alınmış ve "bu büyük hayr, Kur'ân-ı Kerîm'dir yahut İslâm dini'dir veya ümmetin çokluğudur ya da neslinin kesilmeyip, daha arttığı, artacağı, her yana yayılacağı gerçeğidir" yolunda yorumlarda bulunulmuştur. Kısacası, Kevser, Cennet'teki ırmakla birlikte daha birçok iyi, güzel ve hayırlı olan olguyla anlatılmış ve bunların tümünün yüce Allah tarafından rasûlüne verildiği üzerinde durulmuştur.[289]

 

 

 

 



[1] el-Ankebût: 29/64.

[2] el-Bakara: 2/220.

[3] el-Karia: 101/4-5.

[4] er-Rahman: 55/27.

[5] el-Hacc: 22/2.

[6] el-Kıyâme: 75/1.

[7] el-Hicr: 15/25.

[8] Âli İmrân: 3/19.

[9] el-Hakka: 69/19, 37.

[10] el-Casiye: 45/26.

[11] el-Mâide: 5/3.

[12] el-Bakara: 2/4.

[13] Tecrîd-i Sarih, 47 nolu hadis.

[14] el-Fatiha: 1/3.

[15] el-Bakara: 2/3.

[16] el-Haşr: 59/22.

[17] el-Müminûn: 23/115.

[18] el-Kıyâme: 75/36.

[19] Âli İmrân: 3/185; Yunus: 10/4; el-Leyl: 92/4, 11.

[20] Âli İmrân: 3/185.

[21] el-Bakara: 2/95; Âli İmrân: 3/56; el-İsrâ: 17/10; ez-Zümer: 39/26, 45.

[22] Âli İmrân: 3/25-30; el-Câsiye: 45/28; Kâf: 50/44; et-Teğâbûn: 64/9.

[23] el-Bakara: 2/48, 123.

[24] Abese: 80/34-37.

[25] Abese: 80/38-42; Âli İmrân: 3/106-107.

[26] Cengiz Yağcı, Şamil İslam Ansiklopedisi: 1/60-62.

[27] Bkz. Mücadele: 58/22.

[28] Ahmet Kalkan, İslam Akaidi: 139-141.

[29] Ahmet Kalkan, İslam Akaidi: 142.

[30] Ferit Aydın, İslam’da İnanç Sistemi, Kahraman Yayınları: 277-281.

[31] Ferit Aydın, İslam’da İnanç Sistemi, Kahraman Yayınları: 281.

[32] Muhammed: 47/15

[33] Kur'ân-ı Kerim 2/102, 2/114, 2/217, 3/77, 3/85, 5/5, 5/33, 9/69, 16/109, 17/10...

[34] Bakara:  2/39, 2/217, Al-I İmran: 3/116, Nisa: 4/14, 4/48, Maide: 5/80, A’raf: 7/36, Tevbe: 9/68, Nisa: 4/93...

[35] Nisa: 4/56. Ferit Aydın, İslam’da İnanç Sistemi, Kahraman Yayınları: 282-284.

[36] bkz. Ankebut: 29/64 ; Mü’min: 40/39; Hadîd: 57/20.

[37] Ahmet Kalkan, Kur’an Kavram Tefsiri.

[38] Ferit Aydın, İslam’da İnanç Sistemi, Kahraman Yayınları: 284.

[39] bkz. 12/Yûsuf, 101; 19/Meryem, 33; 20/Tâhâ, 55; 26/Şuarâ, 81-102; 71/Nuh, 17-18. Ahmet Kalkan, Kur’an Kavram Tefsiri.

[40] Hacc: 22/2.

[41] Kıyame: 75/1.

[42] Zümer: 39/68. Nebe: 78/17-18.

[43] İbrahim: 14/48. Tekvir: 81/1-3. İnfitar: 82/1-3. Karia: 101/1-5. v.d.

[44] Kamer: 54/6-8.

[45] Zümer: 39/68.

[46] Kıyame: 75/5-13. Yasin: 36/78-79. Hicr: 15/25. Hakka: 69/19. Casiye: 45/26. v.d.

[47] İnfitar: 82/10-l2.

[48] İsra: 17/13-14.

[49] A’raf: 7/8-9. Karia: 101/6-11. Mü'minûn: 23/102-103.

[50] Zilzal: 99/7-8.

[51] Mutaffifín: 83/18-28.

[52] Mutaffifín: 83/11-17.

[53] Fatiha: 1/4. Hüseyin K. Ece, İslam’ın Temel Kavramları, Beyan Yayınları: 34-35.

[54] Kâf: 50/42.

[55] Rûm: 30/56.

[56] Şûra: 42/7.

[57] Kâf: 50/34.

[58] Necm: 53/57. Mü’min: 40/39.

[59] Mü’mün: 40/39.

[60] Mürselat: 77/13-14. Dûhan: 44/40.

[61] Meryem: 19/39.

[62] Burûc: 85/2.

[63] Teğâbûn: 64/9.

[64] Şûra: 42/7.

[65] Hâkka: 69/1-3.

[66] Hâkka: 69/4. Karia: 101/1-3.

[67] Hüseyin K. Ece, İslam’ın Temel Kavramları, Beyan Yayınları: 35-36.

[68] Haşr: 59/22.

[69] En’am: 6/59.

[70] Hadid: 57/20. Muhammed: 47/36. En'am: 6/32.

[71] Âli imran: 3/106. Ğaşiye: 88/8-11.

[72] Kaaria: 101/6.

[73] Hakka: 69/19-24.

[74] Âli İmran: 3/133.

[75] Hüseyin K. Ece, İslam’ın Temel Kavramları, Beyan Yayınları: 36-38.

[76] Mahmut Toptaş, Şifâ Tefsiri, 1/87.

[77] Ahmet Kalkan, Kur’an Kavram Tefsiri.

[78] Ahmet Kalkan, Kur’an Kavram Tefsiri.

[79] Ahmet Kalkan, Kur’an Kavram Tefsiri.

[80] Ahmet Kalkan, Kur’an Kavram Tefsiri.

[81] Ahmet Kalkan, Kur’an Kavram Tefsiri.

[82] Ahmet Kalkan, Kur’an Kavram Tefsiri.

[83] Ahmet Kalkan, Kur’an Kavram Tefsiri.

[84] M. İslâmoğlu, İman Risalesi, 287-288.

[85] Tirmizî.

[86] Bu konu, Hüseyin Özhazar ve Hasan Eker'in Âhiret Bilinci adlı eserlerinden büyük ölçüde yararlanılıp yer yer özetlenerek oluşturulmuştur. Ahmet Kalkan, Kur’an Kavram Tefsiri.

[87] Müslim, Tevbe: 52; İbn Mâce, Mukaddime: 13.

[88] Müslim, Birr: 59.

[89] el-Hâkka: 69/25-26; el-İnşikâk: 84/10; el-İsrâ: 17/13.

[90] el-A'râf: 7/6; İbrâhîm: 14/51; Âli İmrân: 3/30; Müslim, Tevbe: 52; Buharî, Mezâlim: 2; Halid Erboğa, Şamil İslam Ansiklopedisi: 2/395-397.

[91] bk. el-Mülk: 67/2, el-Bakara: 2/155.

[92] Pezdevi, Ehl-i Sünnet Akaidi, terc Şerafeddin Gölcük, İstanbul 1980, s. 235, 237: es-Sâbûnî, Mâtürîdî Akaidi, terc. Bekir Topaloğlu, Ankara 1979, s. 185; Taftazânî, Şerhu'l-Akaid, s. 251; Tirmizi, Kıyâme: 26; Müslim, İman: 34; Ebû Dâvud, Tahâret: 26; Münâvî, Feyzu'l-Kadîr, Beyrut 1972, 3/29.

[93] ez-Zebîdî, Tecrîd-i Sarih, Terc. Kâmil Miras, Ankara 1985, 4/504, 505. Muhiddin Bağçeci, Mefail Hızlı, Şamil İslam Ansiklopedisi: 3/253-254.

[94] Buhâri, Cenâiz: 216.

[95] Muhiddin Bağçeci, Mefail Hızlı, Şamil İslam Ansiklopedisi: 3/254-255.

[96] Âli İmrân: 3/185.

[97] 4/288, 397.

[98] Tirmîzî, Kıyâme: 26.

[99] et-Terğîb ve't-Terhîb: 3/369.

[100] en-Nisâ: 4/169.

[101] Sahih-i Müslim, 6/38; Elmalılı Hamdi Yazır, Hak Dili Kur'an Dili: 2/1229; Cengiz Yağcı, Şamil İslam Ansiklopedisi: 1/62-63.

[102] Buhari. Cenaiz: 82; Müslim, İman: 34; Ebu Davud, Taharet: 26; Ahmet Kalkan İslam Akaidi: 142-143.

[103] bk. ez-Zebîdî, Tecrîdi Sarih, terc. Kamil Miras, Ankara 1985, 4/496 vd.

[104] Buhârî, Tefsîr, sure: 14.

[105] Buhârî Cenâiz, 82; Müslim, İmân : 34; Ebû Dâvud, Tahâret: 26

[106] Tirmizî, Kıyamet: 26

[107] Tirmizi Cenâiz: 70.

[108] Aliyyu'l-Kâri, Fıkh-ı Ekber Şerhi, terc. Y. Vehbi Yavuz, İstanbul 1979, s. 259.

[109] Aliyyü'l-Kâri, a.g.e, s. 252-253. Muhiddin Bağçeci, Mefail Hızlı, Şamil İslam Ansiklopedisi: 3/255-256.

[110] Tirmizi, Cenâiz: 34.

[111] Muhiddin Bağçeci, Mefail Hızlı, Şamil İslam Ansiklopedisi: 3/256.

[112] İbn Âbidin, Reddü'l-Muhtâr, İstanbul 1984, 2/233-246; el-Fetevâ'l-Hindiyye, Beyrut 1400/1980 1/165-167; Ömer Nasuhi Bilmen, Büyük İslâm İlmihali, İstanbul 1985, s. 259-267. Muhiddin Bağçeci, Mefail Hızlı, Şamil İslam Ansiklopedisi: 3/256.

[113] Buhârî, Cenâiz: 7, Ahkâm, 11; Müslim, Cenâiz: 15.

[114] Tirmizi, Cenâiz: 61.

[115] Müslim, Cenâiz: 106, Edâhi: 37; Ebû Dâvud, Cenâiz: 77, Eşribe: 7; Tirmizi, Cenâiz: 7; Nesaî, Cenâiz: 100; İbn Mâce, Cenâiz: 47; Ahmed b. Hanbel, Müsned: 1/147, 452, 3/38, 63, 237, 250, 5/35, 355, 357.

[116] Tirmizi, Salât, 21; Cenâiz, 61; Nesaî, Cenâiz: 104; İbn Mâce, Cenâiz: 49.

[117] Tirmizi, Cenâiz: 60.

[118] Tirmizi, Cenâiz: 60, 61; İbn Abidin, Reddü'l-Muhtâr, İstanbul 1984, 2/242.

[119] İbn Mâce, Cenâiz: 48; Nesâi, Cenâiz: 101;Müslim, Cenâiz: 36; Ebû Dâvud, Cenâiz: 77.

[120] İbn Mâce, Cenâiz: 47; Tirmizî, Cenâiz: 60. Muhiddin Bağçeci, Mefail Hızlı, Şamil İslam Ansiklopedisi: 3/256-257.

[121] İbn Mâce, Cenâiz : 47.

[122] Mansur Ali Nasif, et- Tâc, el-Câmiu'l-Usûl, 2/190.

[123] Muhiddin Bağçeci, Mefail Hızlı, Şamil İslam Ansiklopedisi: 3/257.

[124] Ahmed b. Hanbel, Müsned: 2/509; 6/252; İbn Mâce, Edeb: 1.

[125] Ahmed b. Hanbel, Müsned: 2/121.

[126] bk. ez-Zebîdi, Tecrid-i Sarih Terc. Kâmil Miras, Ankara 1985, 4/580. Muhiddin Bağçeci, Mefail Hızlı, Şamil İslam Ansiklopedisi: 3/257.

[127] Müslim, Cenâiz: 104; İbn Mâce, Cenâiz: 36.

[128] Tirmizi, Cenâiz: 58, 59.

[129] Gazzâli, İhyau Ulûmi'd-din: 4. cild. Ziyâretü'l-Kubur bahsi.

[130] Müslim, Cenâiz: 98; Ebû Dâvud, Salât: 24; Tirmizî, Salât: 236.

[131] Müslim, Cenâiz: 33; Tirmizi, Cenâiz: 56.

[132] Nesâî, Cenaiz: 100; Tirmizî, Cenaiz: 46.

[133] Nesaî, Cenâiz: 100; İbn Mâce, Cenâiz: 46.

[134] Abdurrahman el-Ceziri, el-Fıkh ale'l-Mezâhibi'l-Erbea: 1/540. Muhiddin Bağçeci, Mefail Hızlı, Şamil İslam Ansiklopedisi: 3/257-258.

[135] Müslim, Fiten: 28; Ebû Dâvud, Sünne: 22.

[136] Buhâri, Tefsîru Sure, 39/3, 78/1; Müslim, Fiten: 141-143; Ebû Dâvud, Sünne: 22; Nesâî, Cenâiz: 117; İbn Mâce, Zühd: 32; Mâlik, Muvatta, Cenâiz: 49; Ahmed b. Hanbel, Müsned: 2/322, 428, 499, 3/28.

[137] Muhiddin Bağçeci, Mefail Hızlı, Şamil İslam Ansiklopedisi: 3/258-259.

[138] es-Seyyit eş-Şerif el-Cürcanî, et-Târifat, Kahire 1938, s. 38; Râgıb el-Isfahânî, el-Müfredât s. 56.

[139] el-Furkan, 25/53.

[140] Tirmizî, Cenaiz, 70.

[141] Huccetullahi'l-Bâliğa, Kahire 1355, I, s. 34-36.

[142] Ömer Nasuhî Bilmen, Büyük İslâm İlmihali s. 28; Habil Nazligül, Şamil İslam Ansiklopedisi: 1/226.

[143] el-Hicr: 15/85.

[144] el-Hac: 22/7.

[145] Muhammed: 47/18.

[146] el-Kamer: 54/1.

[147] en-Nahl: 16/77.

[148] el-Hac: 22/55.

[149] el-Furkan: 25/11.

[150] el-A'raf: 7/187.

[151] el-Hac: 22/1.

[152] el-Kamer: 54/46.

[153] Furkan: 25/11.

[154] Buhârî, İmân: 37.

[155] ez-Zümer: 39/68.

[156] el-Hac: 22/1-2.

[157] el-Meâric: 70/8-10.

[158] el-İnfitâr: 82/1-5.

[159] el-Kıyame: 75/6-12.

[160] et-Tekvir: 81/1-13.

[161] ez-Zümer: 39/68.

[162] el-Kamer: 54/7-8.

[163] Yûnus: 10/45.

[164] Abese: 80/34-42.

[165] el-İsra: 17/71.

[166] el-Mürselat: 77/11.

[167] el-Furkan: 25/25.

[168] Tirmizî, Kıyâmet: 26.

[169] Tirmizi, Cenaiz: 70; Ahmet Özalp, Şamil İslam Ansiklopedisi: 3/366-367.

[170] Ebulfida İsmail b. Ömer İbni Kesir, Tefsir'ül-Kur'ân'il-Azîm : 5/158- Kahraman Yayınları İstanbul-1985

[171] Hacc: 22/2

[172] Hacc: 22/1, Tekasür: 101/1-5

[173] Ferit Aydın, İslam’da İnanç Sistemi, Kahraman Yayınları: 272-276.

[174] Ferit Aydın, İslam’da İnanç Sistemi, Kahraman Yayınları: 276-277.

[175] Ahmet Kalkan İslam Akaidi: 142.

[176] el-Mülk: 67/26.

[177] el-Ahzâb: 33/40.

[178] Buhârî: 6/206; Müslim, Terc. Davudoğlu: 8/208.

[179] Âli İmrân: 3/54-55; en-Nisâ: 4/157-158.

[180] Dâbbe hakkında geniş malûmat için bk. Elmalılı Hamdi Yazır, a.g.e., 5/370.

[181] Müslim, Terc. 8/179; Buhârî, Cihad: 94 vd.; Müslim, İman: 248, Zekât: 60, Fiten: 17-18;Ebû Dâvud, Melâhim: 12, Fiten: 1; Tirmîzî, Zühd: 24.

[182] Buhârî, 2/132; Müslim Terc., 1/95-96.

[183] Müslim, Terc., 8/170.

[184] Müslim, Terc., 8/171.

[185] Buhârî, Tecrid: 9/73; Tirmizî, Birr: 25; Fiten: 2; el-Lü'lüü ve'l-Mercân: 3/305, 306-307; et-Tâc: 1/25.

[186] bk. el-Hacc: 22/1-2; el-Karia: 101/1-5; el-Mearic: 70/8-15; Zilzal: 99/1-3; İnfitar: 82/1-5; Tekvir: 81/1-6; Vâkıa: 56/1-6.

[187] el-Hakka, 69/13-18; Kâf, 50/41-44, el-Kamer, 54/6-8; el-Meâric, 70/41-44; elÂdiyat, 100/9-10.

[188] Müslim, Cennet: 56.

[189] Müslim: 8/135; Buhârî: 6/137.

[190] Buhârî, Ezân: 36; Hudud: 19.

[191] Hadid: 57/15; el-Bakara: 2/254.

[192] el-Bakara: 2/255.

[193] Ayrıca el-Hakka: 69/19, 37.

[194] en-Nur: 24/24; Yasin: 36/65.

[195] el-Enbiya: 21/47.

[196] Müslim: 1/129; Buhari: 1/193.

[197] Müslim: 1/129-130.

[198] el-Münziri, el-Terğib ve’t-terhib: 4/424.

[199] Buhari: 8/138.

[200] Ragıb el-İsfehani, el-Müfredat.

[201] Cengiz Yağcı, Şamil İslam Ansiklopedisi: 1/63-65.

[202] el-A'raf: 7/187; Lokman: 31/34; el-Ahzab: 33/63.

[203] ez-Zümer: 54/1.

[204] en-Nahl: 16/77.

[205] el-A'raf: 7/187.

[206] Muhammed: 47/18.

[207] Buhârî, Fiten: 25; bk. Tecrid-i Sarih Terc: 1/58.

[208] Buharî, Fiten: 25; Müslim, Fiten: 53-54.

[209] Müslim, İmân: 1.

[210] Buhârî, Fiten: 24; Müslim, Fiten: 42.

[211] Müslim, Filen: 29-31.

[212] Buhâri, Fiten: 25; Müslim, Fiten: 17.

[213] Buhârî, Fiten: 4.

[214] Buhârî, Fiten: 25.

[215] Buhârî, Fiten: 25.

[216] Buhârî, Fiten: 4; Müslim, Fiten: 18.

[217] Tecrid-i Sarih Tercümesi: 8/341; Müslim, Fiten: 79-82.

[218] el-Ali en-Nâsif Tac: 5/335.

[219] Buhârî, Fiten: 23.

[220] Müslim, Fiten: 39.

[221] Buhâri, Fiten: 26; Müslim, Fiten: 37, 39, 40, 91, 101, 110, 112.

[222] Müslim, Fiten: 39.

[223] Müslim, Fiten: 118.

[224] Tecrid-i Sarih Tercümesi: 12/307; Müslim, Fiten: 118.

[225] Buhârî, Büyû: 102; Müslim, İmân: 242-247.

[226] el-Kehf: 18/94.

[227] Muhammed Hamdi Yazır, Hak Dini Kur'an Dili: 4/3288.

[228] el-Enbiya: 21/96.

[229] Muhammed Hamdi Yazır, a.g.e., 4/3291, 3374; Buhâri, Enbiyâ: 7; Müslim, Fiten: 1,2.

[230] Müslim, Fiten: 39.

[231] Müslim, Fiten: 39.

[232] Sünen-i Tirmizî: 4/1-93: Sünen-i Ebu Davud, N. Şr. M. Abdul Hamid 4/100, 106.

[233] Buhari, Fiten: 5; Müslim, Imare, 53; Ahmet Özgen, Şamil İslam Ansiklopedisi: 3/367-368.

[234] Müslim, Fiten, 39, 40,128, 129; Ebû Dâvûd Melâhim, 12; Tirmizî, Fiten, 21; İbn Mâce, Fiten, 25, 28.

[235] Nesefî, Medârik, Beyrut, (t.y.), IV,128.

[236] Ahmed Davudoğlu, Sahih-i Müslim Terc. ve Şerhi, İstanbul 1980, XI, 198.

[237] Buhârî, İstiskâ, 2; Tefsîru Sûre 30/1; Tefsîru Sûre 44/5-6; Müslim, Münâfikîn, 39, 40.

[238] el-Aynî, Umdetü'l-Kârî, Beyrut, (t.y.), VII, 29; Mehmet Bulut, Şamil İslam Ansiklopedisi: 1/420-421.

[239] M. H. Yazır, "Hak Dini Kur'ân Dili", V, 3701 vd.

[240] Râğıb, "Müfredât", debb maddesi.

[241] Mevdûdî, "Tefhîm", IV, 128.

[242] bk. Pezdevî "Ehl-i Sünnet Akaidi", 352; Nesefî, "Akaid ", şerh ve haşiyesi Kesteli. 194.

[243] Müslim, Fiten, 118; İbn Hanbel, "Müsned", II, 201.

[244] Müslim, İman, 249; Tirmizî, Tefsîr, sûre 6.

[245] Ahmed b. Hanbel, II, 491; Tirmizî, Tefsîr, süre: 27.

[246] Halid Erboğa, Şamil İslam Ansiklopedisi: 1/351.

[247] Tecrid Tercemesi, IX, 96.

[248] Muhtasaru Tefsiri İbn Kesir II, 433.

[249] Kehf; 18/97.

[250] Şamil İslam Ansiklopedisi: 6/393.

[251] İbn Mâce, Fiten: 34; Dârimî, Mehdî: 1.

[252] Ebu Davud, Mehdî: 1; Tirmizî, Fiten: 52-53; İbn Mâce, Fiten: 34.

[253] Ahmed b. Hanbel, II, 117-118.

[254] Ahmed Ağırakça, Şamil İslam Ansiklopedisi: 4/107.

[255] Hutbelerde okunan dualarda dört halife hakkında ‘mürşidiyyun-mehdiyyun- irşad ediciler, hidayette olanlar’ şeklinde övgü cümleleri geçmektedir.

[256] Ebu Davud, Mehdi/Hadis no: 4282-4284, 4/106; İbn Mace, Fiten: 34, Hadis no: 4082-4088, 2/1366.

[257] Ebu Davud, Mehdi, Hadis no: 4282-4283, 4/106.

[258] Ahmet Kalkan, İslam Akaidi: 469-471.

[259] Fedakar Kızmaz, Şamil İslam Ansiklopedisi: 5/450-451.

[260] Müslim, İmân, 8.

[261] el-Bakara, 2/73.

[262] el-Bakara, 2/259.

[263] Al-i İmran: 3/49.

[264] el-Kehf, 18/9-26.

[265] et-Tegabün, 64/7.

[266] Cengiz Yağcı, Şamil İslam Ansiklopedisi: 1/202-204.

[267] İbn Kesîr, Tefsîru'l-Kur'ani'l-Azîm, IV, 581.

[268] el-En'am, 6/60.

[269] Durak Pusmaz, Şamil İslam Ansiklopedisi: 1/204-205.

[270] Halid Erboğa, Şamil İslam Ansiklopedisi: 2/361-362.

[271] Vâhidî, "Esbâbü'n-Nüzûl ", Tefsîr Sûreti Yâsîn.

[272] Halid Erboğa, Şamil İslam Ansiklopedisi: 2/363-364.

[273] Orhan Çeker, Şamil İslam Ansiklopedisi: 1/127.

[274] Ahmet Kalkan, İslam Akaidi: 143.

[275] İbn Kesir Tefsir, Beyrut 1966/1385, 4/566.

[276] Fahrüddin er-Razi, Mefatihu'l-Gayb, İstanbul 1398 h. 4/266-267, 8/666.

[277] İbn Kesir: 3/146-147.

[278] Mansur Ali Nasıf et-Tac: 5/376; Muhiddin Bağçeci, Şamil İslam Ansiklopedisi: 4/219-220.

[279] Ahmet Kalkan, İslam Akaidi: 143.

[280] Müslim, İman, 84/329.

[281] Buhari, Müslim, Tirmizi'den naklen Mansur Ali Nasıf, Tâc: 5/394-395.

[282] Buhari ve Müslim'den naklen, Tâc: 5/377-378.

[283] Mansur Ali Nasıf, Tâc: 5/394; Acluni, Keşfü’l-Hafa: 2/31.

[284] ö. 415/1025.

[285] ö. 403/1012.

[286] Buhari, Müslim, Tirmizi'den naklen et-Tâc: 5/393-394; metin Müslim'in Sahih'inden özetlenerek alınmıştır, bk. Müslim, Sahih, Kitabü’l-İman: 81/302. Sa'deddin Taftâzani, Şerhu’l-Makasıd, İstanbul 1305, 2/223; Şerhu’l-Akaid İstanbul 1310; Abdusselâm b. İbrâhim el-Lakkâni, Şerh-u Cevhereti't-Tevhid, Mısır 1955, s. 235-236; Fahreddin er-Razi, Mefâtihul-Gayb, İstanbul 1308, Kitab-ü Mecmü'atin mine't-Tefâsir, el-Matbaatül-Âmire İstanbul 1319; Muhiddin Bağçeci, Şamil İslam Ansiklopedisi: 5/410-412.

[287] Ebû Dâvûd, Sünne: 26.

[288] Fıkh-ı Ekber Şerhi, çev. Yunus Vehbi Yavuz s. 240 da.

[289] Zübeyr Yetik, Şamil İslam Ansiklopedisi: 2/377-378.

 
  Bugün 1 ziyaretçi (2 klik) kişi burdaydı!  
 
Bu web sitesi ücretsiz olarak Bedava-Sitem.com ile oluşturulmuştur. Siz de kendi web sitenizi kurmak ister misiniz?
Ücretsiz kaydol